Elinde Paulo Coelho’nun meşhur romanı Simyacı… Okurken uyuya kaldı çocuk. Rüyasında kimsenin daha önce gitmediği ıssız bir yerde buldu kendini. Daha önce kimsenin gitmediği yere daha önce çok kez gelmiş..
Ne kadar ararsa arasın telefonlarına cevap vermediği için çareyi mektup göndermede bulmuştu. Öncesinde gönderdiği maillerin okunup okunmadığıyla ilgili herhangi bir dönüt almamış olması mektubu daha cazip hale getirmişti. Mektubu diğer..
Küçük bir çocuğun gözünden dünyaya bakmanın masumiyeti ve o masumiyetin insanın içini acıtırcasına gerçek karşısında boyun bükmesi… Romanı bir cümleye sığdıracak olsam bu cümleyi kurardım. Masumiyet… Umarsız yetişkinlerin ayakları altında..
Hiç kimsenin gitmesini istemediği yerde bir yalnızlık bir kendisi gözleri boşluğa dikili hayallere dalmak istiyordu. Zamanın nasıl geçtiğinden habersiz kalmak ve o kalışın gerçeği unutturduğu yanılsamanın dehlizlerinde kaybolmak… Paul Auster’ın..
Ani bir telefonla “Beni sakın bir daha arama ve hiçbir şey yazma!” deyişindeki soğuk ses tonunda üşüyordu bilinci. Sürekli o andaydı. Sürekli Her şeyin ilacı olan zaman o ânın dermanı..
Bir kitaptı paketteki. Açtı. Kapağına baktı. İlk sayfadan başlamadı okumaya. Sayfalar baş aşağı gelecek şekilde silkeledi kitabı. Yazarın yıllarını verip itinayla kaleme aldığı romanda yazan cümlelere ilgisiz hali vardı. Başka..