ANLATI
Bir insanın kalbinde ölmek ne demek biliyor musun?
Bir yağmur damlası düşüyor şakaklarıma… Ve ben nedense Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirindeki mısralarda gezindiğimi düşlemeye başlıyorum birden.
Şairin “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?” dizesinin soğukluğu sarıyor kalbimi. Üşüyorum.
Yaşım otuz sekiz. Şairin öldüğü yaştan iki yaş büyüğüm. Yolun ilk yarısının ikinci yarısından daha uzun olduğu bir yaşamı geride bırakırken… İnsanlara ölmenin ansız gelişinin en güzel şiirini bırakan şaire takılıyor bilincim.
Cahit Sıtkı’nın ölüme ramak kalan yaşının biraz ötesindeyim. Ölmek ne demek?
Bedenin eski tazeliğini yitirmesi mi? Öyleyse eğer her an ölmekte değil mi insan? Her beden ilk tazeliğinde değilken üstelik…
Neden insan ölümü her an yaşadığının farkında değil? Neden ölüm bir an önceki zamanın kendisinde kalmaya denmez? Ve neden ‘ölmeyi yaşamak’ hiç kanıksanmaz?
Bir öykü yazasım var şimdi. Ölümün en acıklı yanına yanağını yaslayan birinin bir daha hiç dirilemeyeceği bir ölümü anlatasım var.
Bir öykü dökülse kalemimden ve her okuyan kendi geçmişinin canına okusa. Her an öldüğünün farkına varsa…
Zamana yenik düşler sıralansa mısralarda ve bir şairin kitabına konu olsa. Ve ben Enver Karahan’ın şiirlerinde Cahit Sıtkı’nın ölüme yabancı ruh halini duyumsasam.
Şair gözleri buğulu gecelerde yazarken cümlelerini… Herhangi bir kafiyenin yalancı yansımasına aldanmadan geleceğin ölülerine yeni şiirler miras bıraksa.
Bir öykü yazasım var. Ben birini düşlerken okuyan hiç kimsenin kim olduğunu bilmediği kişinin gölgesi sarsa satırlarımı. Ve o gölgede insanlar kendi gerçeklerine ulaşsa.
Her silüet benim de bilmediğim gerçekliğe değse. Okurlar o gerçeklikten dersler çıkarsa… Keşke!
Ölmek yeniden dirilmeye verilen isim belki de! Tıpkı bitmek gibi. Bir yerde bitmek. O yerde dirilmek ve büyümek gibi…
Bir öykü yazsam ve o öykünün bir yerinde bir karakter başka bir karaktere “Bir insanın kalbinde ölmek ne demek biliyor musun?” diye sorsa… Ve o soru cevapsız kalsa.
Hem de öyle kalsa ki, sözcükler boğazında düğümlense muhatabının. Bu soruya hiçbir cevabı olmayan birinin yokoluşunun sancısı sarsa gözlerini okuyanların.
Ölümün en acıklı yansıması sahne alsa bilinç sahnesinde insanların. Herkes bir kalpte öldüğü günü hatırlasa.
“Bir kalbi kırmak Kabe’yi yıkmaktan fenadır.” sözüne yabancı ümmetine ağlayan peygamberin yüreğindeki kor yaksa tüm et yığınlarını. Ve o etler kemiklerden sıyrılıp toprağa karışmadan bir kalpte ölmenin toprak altında olmaktan fena olduğunu anlasa insan.
Kırışan yüzlerde eskinin izleri ne azaplar gizler oysaki! Bedenin kazandıkları ve ruhun kaybettikleri… Bedenine övgüler alan insanın ruhen tükenişi belki de!
Zamanla kazandıklarıyla zamana yenik düşen bedenler. Kırışık tenlerin ölümü anımsatan halleri ve zamanın eskiye geri dönemeyişi… Ruhun kaybettiklerinin tazeliğini hiç yitirmeyişi…
Bir kalpte ölmenin acısının hiçbir acıya benzemeyişi… Ölümsüzlüğe farklı anlamlar yükleyenlerin hiç hesaba katmadığı sonsuz yaşamın bir kalpte mümkün oluşu… Kalpte ölmeyenlerin ölümsüzlüğü…
Bir öykü… Evet bir öykü yazsam ve o öyküde kaç kalpte öldüğünü hatırlasa insan ve kaç kalpte ölmediğini…
Peygamberin Kabe’den üstün gördüğü kalbe balyozla dalanlar ve bir sözcüğün iğne misali küçük çatlaklar açtığından bihaber bedenler, o kalbi kendi mezarları yapmaya yeltendiklerini anlasa…
Toprağa değiyor o damla. O yağmur damlası… Ve ben bir düşten uyanıyorum. Yeni bir öykü yazma düşünden…
Yakup Yaşar
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.