ANLATI
İnsanlar sana ulaşamadıklarında seni kendi bataklıklarına çekmek isterler.
Garip bir girdap sarar etrafını… Farkında olmadığın… Anlam veremediğin… Ve ısrarla hüsnü zanla kendini teslim ettiğin eller iter seni.
Paulo Coelho’nun Simyacı romanında kişisel menkıbesinin peşine düşen Santiago’nun finalde başladığı yere geri dönmesi… Aradığının aslında başladığı yerde olması…
İnsan gözleri ileri dikili daha ötesini arzularken esasen aradığının hemen yanı başında olduğunu görmez. Görmezden gelir belki de!
Bu görmeme hâli zamanla körlüğe dönüşür. Açık gözlerin görmediği bir körlük bu. Kişi önce kendine kör olur. Sonra insani tüm özellikleri körelmeye başlar.
Neredeyse tüm değerlere ‘âmâ’laşan bakışlarla sürekli ilerinin ardına düşer. Vardığı yerle yetinmez ve daha ötesini düşler. İçinde bulunduğu ânın tadını duyumsamak yerine daha ileride olanın henüz kendisinin olmayışının hırsına yenilir.
İnsani değerlere âmâ gözlerinin kadrajına giren öteye varanlara haset besler içinde. Bu haset hiç bitmez. Az ötenin, kendisinin içinde bulunduğu mevcut halden daha iyi olduğu varsayımı bir fare gibi beynini kemirir durur.
Adına başarı denen her ne ise ona ulaşan kişilerin yer almadığı bir menzile varmanın hırsı sarar bedenini. Ruhunu bir hapishanedeymişçesine daraltan hissin sisi sararken kalbini… Daha ileriye ulaşabilenlerin daha da ilerlememesini arzulamaya yeltenir artık. Yorulur çünkü.
Sürekli ileriyi arzulayan ve her varış yerinde o ânın tadını duyumsamak ve inanıyorsa eğer tefekkür etmek yerine ötede olmanın yoksunluğunun acısı gark olur yüreğine.
Sadece kendisinin ulaşabildiği bir yerin var olma olasılığıyla cebelleşirken nefsi… Her varış yerinde en az bir adım ötede başka birinin varlığıyla karşılaşmak onu iyi bir insan olmanın dışına çıkarır. Hedeflediği yere yalnızca kendisinin varmasını arzulayan ve bunun için her yolu mübah gören tehlikeli bir canlıya dönüşür.
Çocukluğumdan bu yana nefsimle bu savaşı veriyorum. İnandığım Allah’ın lütfu gördüğüm bütün vardığım yerlerin şükrünü eksik eda etmenin mahcubiyeti yüreğimde… Az ileriye ulaşanlara beslediğim saygıyı kalbimden hiç eksiltmemeye çalışıyorum.
Kendi yapabildiklerime Allah’ın yardımı olmadan bir ‘hiç’ olduğum bilinciyle yaklaşırken ben… Ve aynaya her baktığımda kusurlarımla yüzleşirken… Bütün insani değerlere âmâ gözlerin sahiplerine yeniliyorum işte.
Saygı duyduğum insanların kendi nefslerine beni yem etme arzularına… Arkamdan iş çevirme iştahlarının kabarıklığına… Ağızlarına beni sakız ettikleri gıybet sofralarına… Bir an olsa da tökezlesem diye sinsice bekleyen kişilerin yüzlerinden eksik olmayan tebessümlerine yeniliyorum.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) zaferle sonuçlanan Bedir savaşı dönüşünde sahabe efendilerimize söylediği “Küçük cihat bitti. Bundan sonra büyük cihadınız başlıyor. Asıl savaşı nefsinizle vereceksiniz.” sözü kulaklarımda. Meğer ne zor savaşmış bu.
İnsanın kendi nefsiyle ömrünün finaline kadar sürekli bir savaş içerisindeyken; nefsinin esiri kişilerin arzuları, hırsları, ihtirasları ve hasetleriyle kaplı girdaba çekilmeyle de savaşmak zorunda kalması… Ve bunu girdabın sahibine dahi kabul ettirememesi…
En kötüsü de bu: Öyle körleşir ki kişi gerçekte nasıl bir felaketin işçisi olduğunu anlamaktan uzaklaşır. Daha ileriye yakınlaşmak isterken kendisinde olana ırak idrakle ömrünü eritir.
Nazım Hikmet’in de deyimiyle “Alt tarafı bir çiçek koklayıp, bir hayvan sahiplenip, birkaç insan tanıyıp, sevip gidecektik bu dünyadan.” Bu kadar. Fazlası yok. Olmadı.
Bir elma yemenin dahi tadını duyumsamaktan uzak varlıklara dönüştük. Artık kendimizin mutlu olmasıyla yetinmiyor, başka insanların mutsuz olmasını istiyoruz. Başka insanların mutsuzluğundan haz duyuyor; onların gözyaşları üzerine bencilce bir mutluluk inşa etmeye uğraşıyoruz.
Bir yere ulaşmaya güç yetiremeyince o yerde olanın moralinin bozulmasına, mutsuzlaşmasına başarı gözüyle bakıyoruz. Kendi bataklığımıza çekmeye çalışıyor; bunu başaramasak bile o kişinin vardığı yerin ötesine geçme olasılığını ortadan kaldıracak yıpratıcı darbeleri vurmaya harcıyoruz tüm enerjimizi.
Anlık hazların esiri olurken biz… Allah’ın yardım ettiği kişi Allah’a sığınmanın gücüyle ötelerin ötesine belki de normalde varacağı yerin de ilerisine ulaşmayla onurlandırılıyor.
Ne tuhaf değil mi? Onlar Allah’ın bana bahşettiklerini benden bilip beni üzmeyle insanlıklarını yitirirken ben Her şeyin Sahibi’ne tevekkül etmenin ödülüyle O’na daha çok şükretmem gereken güzelliklere ulaşıyorum.
Arkamda hasedin bitap düşürdüğü et yığınları… Önümde haset nöbeti geçirmeye müsait canlılarla mücadele edecek olmanın gönül yorgunluğu… Allah’a tevekkül etmeye devam edeceğim.
Hz. İbrahim (r.a.) gibi… Eğer Allah yaktıkları ateşte yanmamı istiyorsa yanacağım; istemiyorsa o ateşin suya dönüşüne yaslayacağım yüzümü… Ve öyle serinleyeceğim. Ne olursa olsun onların istediği kişi olmayacağım. Onlara benzemeyeceğim.
İrademin peygamberin imanına sığınmama yetecek güçte olmayışının ağırlığı var üzerimde. Kişisel menkıbemi ararken… Santiago gibi… Uzun bir yolun tam olarak neresinde olduğumu bilmediğim bir yerindeyim.
Hayalin içimi serinleten bölmesinde… Ne zaman zorlansam olmayı istediğim yerdeyim… Sanki zamanı geriye sarmışım da hiçbir şeyden haberimin olmadığı yaşa geri ulaşmışım gibi…
7 yaşımda… Serüvene başladığım yerdeyim. Annemin dizlerinin dibinde. Başıma ne gelse kalbinden samimi derdini hiç eksik etmeyenin eli saçımda… Bana sureler okuyup üzerime üflediği dilimindeyim zamanın… Zamansızlığın içinde… Hem de her zamansızlığın…
Ateş beni yakacakken onun üflediği nefes söndürüyor alevleri sanki… Üzerimdeki yükler patır patır düşüyor… Hiç büyümeği istemediğim yaşa geri dönüyorum birden… 7 Yaşıma… Ve her şeye yeniden başlayacağım güne uyanmak üzere yumuyorum gözlerimi… Uyuyorum…. Vicdanım rahat… Bir annenin evladından uzaklaşmasını istemediği kimliğimi koruyarak.
Yakup Yaşar
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.