Kırmızı Kar

Büyükannemin vefatından bir yıl önceydi… Tüm itirazlarımıza rağmen pazar kahvaltısı için kendi evinde toplanmamızı istedi. Hiçbirimiz onun isteğine karşı gelemezdik. Yardımcısının hazırladığı mükellef kahvaltı sonrası aile fertlerinin salonda toplanmasını rica..

Kırmızı Kar
398 views

Büyükannemin vefatından bir yıl önceydi… Tüm itirazlarımıza rağmen pazar kahvaltısı için kendi evinde toplanmamızı istedi. Hiçbirimiz onun isteğine karşı gelemezdik. Yardımcısının hazırladığı mükellef kahvaltı sonrası aile fertlerinin salonda toplanmasını rica etti. Sükûnetle kahvelerimizi içmemizi bekledi. Yardım isteklerimizi nazikçe geri çevirdi, sedef kakmalı bastonuna dayanarak ayağa kalktı. Bulutlanan gözleriyle hepimizin yüzüne tebessümle baktı. Sevgi sözcüklerini cömertçe sarf etmeyi seven büyükannem sakin bir ses tonuyla bizlere hitap etti:

“Sevgili yavrularım! Hepinizi çok ama çok sevdiğimi bilirsiniz. Hiçbirinizden iğne ucu kadar kötü bir davranış görmedim, kötü söz işitmedim. Allah hepinizden razı olsun… Yaşım kemale erdi, sona doğru yaklaştığımı hissediyorum ama Allah’a şükür ki aklım başımda. Bir karar verdim daha doğrusu rahmetli babanızın da düşüncesi bu yöndeydi. Sizlerin hâli vakti yerinde… Bizden kalanlar torunlarınıza da yeter artar bile. Fakat oturduğum daire ile rahmetli babacığımdan payıma düşen çarşıdaki han ile hamamın mülkiyetini Türk Eğitim Vakfı’na bağışlamak istiyorum. Prosedürü en iyi Kuthan bilir. Kutancığım vekilim olarak işlemleri başlat lütfen. Emri hak vaki olunca da…”

Veda konuşması gibiydi büyükannemin içimizi acıtan sözleri. Birbirimizin yüzüne bakakalmıştık. Kimsenin konuşacak hâli yoktu. Büyükbabamın kaybını henüz kabullenememişken, içimizdeki kor ilk günkü gibi alevliyken büyükannemin ölümden bahsetmesi karşısında afallamıştık. Hayırlı bir işe vesile olacağı için gurur duymuştuk kendisiyle. Gerekli işlemleri hemen yapabilmem için tapuları, nüfus cüzdanını elime tutuşturduğunda yüzünü görmenizi isterdim büyükannemin. Asaletinin gururla kucaklaştığı bir gülümseme yayıldı yüzüne ve sonsuz bir saadetle ışıldadı gözleri… Hiçbirimizin itirazı olamazdı, olmadı da…

Sevgili büyükannenim vefatının üzerinden üç ay geçmişti. Ne evi boşaltmaya isteğimiz vardı ne de mecalimiz. Bir zamanlar sevgi, saygı ve hoşgörünün timsali olmuş iki büyüğümüzün sayısız hatıralarla dopdolu evini boşaltmak onlara sırt çevirmek ya da hatıralarına saygısızlık yapmak gibi geliyordu bizlere… Hukuki işlemleri halletmiştim. Daireyi boşaltıp teslim etmemiz gerekiyordu. Artık o daire bizim değildi. Eğitim görmek isteyip de maddi gücü yetmeyen, bu alanda her türlü ilgi ve yardım görmeğe değer gençlerimizin okuyabilmesine olanak sağlayan Türk Eğitim Vakfı’nın öz malıydı. Büyükannemin şahsi eşyalarını, antika mobilyaları almak için annem ve kız kardeşimle birlikte hafta sonu ilk kez eve gittik. Hüzünlü bir buluşmaydı bu… Kahvelerini içerken gazete okudukları iki berjer koltuk mahzun ve küskün bir köşede sessizce sahiplerini bekliyordu. Fiskos masasının üzerinde teessürle bekleşen ut ile kanun boyunlarını eğmiş dost ellerin onları okşamasını arzu edercesine bakışıyorlardı. Gümüşlük ve şifonyerin üzerindeki çerçevelerden ışıltılı gülüşleriyle bize bakan büyüklerimizin resimlerini görünce, acıları koyu bir hüzün olup yüreğimize çöreklendi. Sisli gözlerle odaları dolaştık. Bir ses, bir kahkaha, bir iltifat aradık ama kulaklarımıza akseden nefeslerimiz dışında, duvarlar kadar dilsizdi her yer…
Annemle kız kardeşim yatak odalarına yönelirken ben de kitaplıktaki kitapları toplamaya başlamıştım bile. Okumaya seven büyüklerimin çok kitabı vardı. Tasnif işini sonraya bırakıp hepsini kolilere doldurdum. Lüzumlu, lüzumsuz olmasına bakmaksızın dolap ve çekmecelerde bulduğum yazılı, basılı evrakları da bir araya topladım. Kolilerin çokluğu yüzünden holde geçecek yer kalmamıştı. Giysiler bavullara yerleştirilmiş, kırılacak değerli eşyalar ambalajlanmıştı. İhtiyaç sahiplerine verilecek eşyalar salonun bir köşesine istif edilmiş, antika mobilyalar nakliye firmasının elemanları tarafından taşınacak hâle getirilmişti. Bizleri asansöre bininceye kadar kapıda bekleyen, güler yüzüyle el sallayan büyükannem olmaksızın evden çıkıp ilk kez merdivenlere yöneldik…

Evrak dolu kolileri bir an önce elden geçirmem gerekiyordu. Zira büyükannem ve büyükbabamdan bize kalan mirasın ailemin diğer fertlerine intikali için evraklara ihtiyacım vardı. Duruşmadan sonra ofise uğrayıp diğer dosyalar üzerinde akşama kadar çalıştım. Annemle babam kaplıca tedavisi için şehir dışındaydı. Ofise yakın bir lokantada akşam yemeğimi yedikten sonra eve doğru yollandım. Önce klasörleri incelemem gerekiyordu. Gerçi sırt kartonlarında içindeki dosyaların neyle ilgili olduğu yazıyordu ama yine de bakmak lazım diye düşündüm. Elime ilk aldığım klasörün sırtında “Karneler” yazıyordu. Ne karnesi olabilir diye düşünürken büyük sarı zarflardan birini açtım. İçinden çekip çıkarttığım karnelerden biri büyükbabamın ilkokul üçüncü sınıf karnesiydi. İlk kez görüyordum. Çok şaşırmıştım, gayriihtiyari gözüm tarihine kaydı. 1947 tarihli karnede; tarih-coğrafya-yurttaşlık bilgisi, tabiat bilgisi, aile bilgisi, aritmetik-geometri, jimnastik gibi bazı farklı dersler vardı. Büyükbabamın; ilkokul, ortaokul ve Arifiye / Sakarya Köy Enstitüsünden aldığı karnelerin tamamı zarfın içindeydi. Diğer sarı zarfı büyük bir merakla açtım. Büyükannemin birkaç karnesi vardı sadece. Buruşukluğu ütüyle düzeltilmiş, bazı yırtık yerleri yapıştırılmıştı. Rutubetten yazılar silikleşip mürekkepleri dağılmıştı. Yazılar zor okunuyordu. Sanırım Çifteler / Eskişehir Köy Enstitüsünden alınmış birinci sınıfa ait bir karneydi. Türkçe, matematik, fizik, tarih derslerinin yanı sıra farklı dersler de vardı karnede. Kültür dersleri, teknik dersler ve çalışmaları, ziraat dersleri ve çalışmaları, yurttaşlık bilgisi. Diğeri ise ortaokul yıllarına aitti. Zarfı kapatıp diğer bir klasöre geçtim…

Sırt kartonunda “Talip Atasoy Ev Ödevleri” yazan klasörü açtım. Ne ödeviydi? Şaşkınlık içindeydim. Yedi büyük boy sarı zarf vardı ve zarfların ağızları zor kapanıyordu. İlk zarfı heyecanla elime aldım. Üzerinde Talip Atasoy, Hendek / Adapazarı, Gazi İlkokulu 1949 yılı Beşinci Sınıf, Aile Bilgisi yazıyordu. Zarfı açtım, içinden büyücek bir mendil ebadında kenarları çevrilmiş beyaz patiska iki bez parçası çıktı. Her sırası farklı renk iplikle elde işlenmiş teyel çeşitleri, çeşitli ebatlarda açılmış ilik, dikilmiş düğme, çıtçıt, agraf, renkli sutaşı, sırma, beze tutturulmuştu. Diğer bezde çizilmiş çiçeklerin renkli ipliklerle işlenmiş hâli vardı, inanamamıştım. Bunları henüz ilkokul beşinci sınıfta okuyan büyükbabam Talip mi yapmıştı, hem de erkek hâliyle? Diğer zarflardan ne çıkacaktı çok merak etmiştim. Bir tanesinin üzerinde Coğrafya Ödevleri yazıyordu. Çizgisiz dosya kâğıdına çizilmiş haritalar, suluboya ile boyanmıştı. Altına başlıklar kırmızı kalemle, özeti siyah dolma kalemle yazılmış ödevler vardı. Ne bir kırışık ne bir leke vardı dosya kâğıtlarında. Öğretmeninin ufacık bir leke gibi duran yıldızı ödevlerini taçlandırmıştı büyükbabamın. Her bir zarf ayrı bir derse aitti. Hepsinde aynı titizlik, aynı intizamla yazılmış ödevler vardı. Diğer klasörün üzerinde “Aydan Akyürek, Hendek / Adapazarı, Cumhuriyet İlkokulu Beşinci Sınıf, Aritmetik-Geometri Ev Ödevleri” yazıyordu. Sadece bir dersle ilgili zarfın olması dikkatimi çekti. Hemen hemen birbirine benzer titizlikle çizilmiş geometrik şekiller suluboyayla boyanmış, altına konuyla ilgili özet yazılmıştı ama yer yer mürekkep ve boyaları dağılmış, kâğıtları incelmiş hatta kopuk yerleri yapıştırılmıştı… Problem çözümleri, açı çeşitleri, kesirler, dört işlem alıştırmaları vardı gördüğüm kadarıyla tamamıyla yıpranmış kâğıtlarda…

Çok vakit kaybettiğimi düşünerek diğer klasörleri göz ucuyla inceleyip kenara koydum. Faturalar, poliçeler, site toplantı tutanakları, checkup raporları, mülklere ait tapular, takdirname ve teşekkür belgeleri ayrı ayrı klasörlere konulmuştu. Fotoğraf albümlerine kısa bir bakış attıktan sonra gereksiz evrakları boş bir koliye koyarken yere düşen büyük sarı zarfa takıldı ayağım. Ağzı iyice kapatılmıştı. Üzerinde herhangi bir ibare yoktu. Oldukça heyecanlandım, rüya gibi bir akşamdı. İlk kez onların özeline girmiş hatta çocukluklarının en mahrem anılarına şahit olmuştum…

Mutfağa inip kendimi biraz şımartmak istedim. Büyük kupaya yaptığım kahveyle odama döndüm. Kendimi iz üzerindeki dedektif gibi hissetmeme neden olan zarfı mektup açacağı ile yavaş yavaş açtım. Şaşırmıştım, daha küçük ebatta iki ayrı sarı zarf ve çizgisiz dosya kâğıdına dolmakalemle yazılıp dörde katlanmış bir şiir vardı içinde. Okumaya başladım, şairini çıkaramadım ama büyükannemin özenle sakladığına göre önem verdiği biri olmalıydı.

O GECE
o gece, sanki mahşerdi / daha açılmadan soldu goncalar.
kadın, çocuk, genç, ihtiyar demeden / alıyordu kara toprak.
çöken binalar, yıkılan minareler / kopan kubbeler…
taş taş üstünde değildi artık / bir yanda alevler,
bir yanda olanca şiddetiyle yağan kar / gecenin ayazında feryatlar,
çığlıklar, inleyişler, haykırışlar / ve daha ne olduğunu anlamadan
ruhunu teslim edenler / o gece sanki mahşerdi / mahşer!
yanan mahalleler ama sönen ocaklar /gediz, gediz olalı görmemişti / böyle bir afet…
anasının koynunda buldular / üç aylık bebeğin cesedini / kahroldular.
saatler durmuştu / sanki “dürülmüştü zaman” / daha açılmadan, soldu goncalar.
sene bin dokuz yüz yetmiş / mart’ın yirmi sekizi / o gece uzun bir geceydi
mahşeri andıran.
o gece binlerce can / toprak altında kaldılar / o gece! / daha açılmadan, soldu goncalar.
Esat ANIK

Şiirden çok etkilenmiştim. Hafızamı yokladım, evet o tarihte büyük bir deprem olduğunu coğrafya dersinde öğrenmiştik. Şiir o acıları bugün olmuşçasına gözler önüne seriyordu ama büyükannemle ne gibi bir ilgisi olabilirdi? Öğrenme isteğim gittikçe artmıştı, sarı zarflardan birini tekrar elime aldım. Üzerine büyük bir kalp resmi çizilmiş, ikiye bölünerek siyah boya kalemiyle boyanmıştı. Alt kısmında ise “28 Mart 1970 – Gediz, Kalbime gömdüm ikinizi de… Sizi hiç unutmayacağım… Bir de yağan kırmızı karı!” yazıyordu. Bölünüp siyaha boyanmış kalp neyi anlatıyordu? O tarih neye işaret ediyordu? Büyükannem kimi gömmüştü kalbine? Elimdekilerini okuyup bilgi sahibi olmak için acele etmeliydim. Koyu karanlığın kucağına düşmüş gibi hissettim kendimi. Merakımdan gözlerimin önü karıncalanıyordu. Körleşen dimağımı harekete geçirmek için soğumuş kahvemden koca bir yudum alıp arkama yaslandım. Bu zarfı en son okumaya karar verdim. Zira içindekiler yaşamının bir bölümünü ve sevdiklerini yitirmiş divane bir yüreğin çığlığı olmalıydı…

Diğer zarfı elim titreyerek açtım. İçinden çıkan günlüğü görünce anladım sevgili büyükannem Aydan’a ait olduğunu… İtidalli davranış ve vakur duruşuyla, güler yüzlü, tatlı diliyle hepimizin sevgi ve hayranlığını kazanmış büyükannemin gizlerine dâhil olmak ne kadar doğruydu ama okumak istedim açıkçası. Kenarlarına renkli boya kalemiyle çeşitli çiçek motifleri yapılmış sayfalarda gezindim. O çocuk naifliğindeki heyecanlarını, özlemlerini, telaşlarını, yaşama dair endişelerini ak satırlara nakışladığı duygularının sırrına vakıf oldum bu gece. Kâh onunla ağladım kâh hüzünlenip gecenin koyu hüznü içinde kayboldum. Her zaman mesafeli ama daima müşfik büyükannemi tanıdım, onun kaybından aylar sonra… Vefatıyla içine düştüğümüz boşluğun büyüklüğü içinde kaybolmak üzereyken kapattım günlüğün sayfalarını…

Manyetik bir güçle kenara koyduğum zarfa doğru uzandım. Vaktin geç olması umurumda değildi artık. Ne yarınki mesai ne duruşma saati ne de şafağa gebe asumanın yavaş yavaş sönen uzak ışıltıları… Bir sarmalın içine itildim, merakla zarfı açtım. Büyükannemin el yazısıyla yazılmış birkaç dosya kâğıdı vardı içinde. İlk kâğıdın üst kısmında iki dörtlük yer alıyordu:

“tabiat ana’nın nazlı kızı! / bu gece yağma ne olur / üstünü örtme /
vakitsiz toprağa düşen / canların feryadı / semaya yükselmişken…
hüzne meyyal şehrime / bu gece yağma ne olur /
anaların ağıtı / semayı kuşatmışken…”
İçimi bir hüzün dalgası yalayıp geçti. Bir yakarışın, bir ağıtın feryadıydı bu… Duygularım felç olmuş, iradem dumura uğramıştı. Zamanın ve mekânın ötesine geçmiş büyükannemin gözyaşlarıyla mühürlediği satırlar arasında kaybolmuştum…
“Gecelerden bir gece değil bu gece! Yıl 1970… Mart’ın 28’i… Günlerden Cumartesi gecesi! Hani kar, kış, kıyamet derler ya işte öyle bir gece!”

Şirin Anadolu ilçesi Gediz’e, sevgili eşim Ahsen’in Devlet Hastanesi’ne tayini nedeniyle eş durumundan gelmiştim. Her Anadolu şehrinde olduğu gibi sıcaktı insan ilişkileri. Yabancı olduğumuzu hissettirmeyen ev sahibimiz ve arkadaşlarımızın sayesinde alışmıştık buradaki yaşantımıza. Günlerimiz benim okulum, eşimin hastane mesaisi arasında sorunsuzca akıp gidiyordu. Her hafta sonu eşimin doktor arkadaşlarının evinde toplanıyorduk. Beyler siyasetten bahseder, radyodan maç yayınlarını dinlerlerdi. Tavla, satranç oynarken çocuk gibi şendiler. Bizler hanım hanıma sohbeti koyulaştırır, birbirimizden örgü, dantel örnekleri alır, model kitaplarından kalıp çıkartırdık.

Öğretmenliğimin üçüncü, evliliğimin ikinci yılıydı. Aramıza katılacak yeni bir sevgilinin varlığını hissetmemle küçücük dünyamız daha da zenginleşti gözümüzde. Birbirimize iyice kenetlendik. İçimde yeşeren tomurcuğun bir an evvel olgunlaşıp çiçeğe duracağı, ele avuca alınıp şefkatle bağrımıza basacağımız günlerin hayaline daldık. Düşlerimizde onunla kışın kardan adam yaptık, baharda uçurtma uçurduk, kırlarda kelebek avladık, nehirde balık…

Bu coğrafyanın amansız kara kışına alışkındım ama Ege’nin incisi İzmir’in meltemlerine alışkın olan Ahsen ve sevgili miniğimiz için birinci katta oturuyor olmamız sorun olacak gibiydi. Zira güvenilmez güz güneşi sabah akşam yerini kamçılı rüzgârlara bırakıyor, sabaha kadar da kar yağmış gibi her taraf çiy oluyordu. Ev sahibimiz, oğlunun inşaatı yeni biten apartmanında kiralık daire olduğunu söyleyince üçüncü katını kiralayıp hemen taşındık. Okula, çarşı pazara çok yakındı. Çocuk odası da vardı üstelik. İki cephede geniş balkon vardı. Odaları ferah ve aydınlıktı. Güneş gün boyunca camlarla oynaşıp duruyordu.

Miniğimizin daha adını ne koyacağımıza karar vermeden bebek odası siparişi vermiştik bile. Hem de mavilerin en güzelinden, uçuk maviden. Ona uygun cibinliği, perdesi, halısı, yatak örtüsü, kırlenti… Gardırobu yıkanıp ütülenmiş mavi beyaz giysilerle doluydu… Kundağı, zıbını, kenarları iğne oyalı sarı yüz örtüsü, tığla işlenmiş battaniyesi, patiği, yeleği… Tek eksiğimiz soğuk kış aylarının sonuna doğru ipeksi bedenini öpüp koklayacağımız Altan’ımızdı…

“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.” derler ya atalarımız, gerçekten de bu ay çok çetin geçiyordu. Yağan kar katmanları yer yer cilalanmış gibi buz tutuyor, okula eşimin koluna girerek zorla gidiyordum. Çocuklar bahçe ve yollarda soğuğa aldırmadan çılgınca kartopu oynuyor, dik yokuşlarda ise ince şeritler hâlinde teneke çakılmış kızaklarıyla kayıyorlardı. Hatta plastik çamaşır leğeninin içine oturarak kayan çocuklara bile rastlıyordum.
Bebeğimin doğumuna az kalmıştı, kontrol için eşimin hastanesine gidiyordum. Çocuklardan sakınayım derken buz katmanını görememem büyük bir talihsizlikti. Dengemi kaybetmemle birlikte farkında olmadan karnımı tuttuğumu hatırlıyorum. Gerisi ise zifiri bir karanlık ve soğuk… Gözümü açtığımda hastane odasının bembeyaz duvarlarını ve elimi tutan Ahsen’in şefkatle yüzüme bakan nemli gözlerini gördüm. Bebeğimize sevgili Altan’ımıza bir şey olmamıştı çok şükür. Şayet dizlerime kadar gömüldüğüm kar yığınları olmasaydı, kat kat giyinmemiş olsaydım maazallah…

Doğum iznine ayrılmıştım, gün sayıyordum artık. Altan’ım da sabırsızlanıyordu dünyaya merhaba demek için. Sıcacık evimizde; kâh yattığım yerden miniğime masallar anlatıyor kâh pikaba koyduğum plaktan klasik müzik dinletiyordum. Dışarıya dolaşmak için bile çıkamıyordum çünkü devamlı yağan kar ve yer yer buz tutmuş yerlerde yürümek hele ki karnım burnumdayken çok zordu. Ahsen’im evin her türlü ihtiyacını fazlasıyla alıyor, ev işlerinde yardımcı oluyordu. Son zamanlarda gece nöbetlerini hastaneye yeni gelen pratisyen Doktor Cenk’e devrediyordu. “Bekâr çocuk, hastanede yatıp kalkıyor zaten, kırk yılda bir işimiz düştü. İlerde telafi ederim nasıl olsa…” derdi her nöbet gününde…

Bu akşam Dr. Cemre Hanımlarda toplanacaktık. Sabah, karı yara yara epey yürüdük. Çok eğlenceliydi. Dönüşte de bakkaldan alışveriş yaptık. Yorulmuşum biraz belim ağrıyordu. Akşama kadar istirahat ettik miniğimle birlikte. Kar hızını artırmış tipiye dönmüştü. Belki de iptal edilirdi toplantımız ama henüz haber gelmemişti. Hiç gidesimiz yoktu. Gitmemeye karar verdik. Akşam yemeği, çay, kuruyemiş, meyve derken saat onu bulmuştu. Kanepenin üzerinde uyuyakalmışım. Her tarafım tutulmuş, ağrım bu sefer kasıklarıma doğru inmişti. Birden telaşlandık, daha günüme vardı ama… Sıcak su torbasını hazırlayan Ahsen öperek yatırdı odamıza bizi…
Uyumuşum… Kâbus görüyor olmalıydım… Dalgalanan sinema perdesindeki görüntüye benzer manzaraya eşlik eden uğultulu bir ses musallat oldu kulağıma. Tam kalkacaktım ki başımı sert bir şeye çarpınca sendeleyip düştüm. Seslenmek istedim, sesim gürültü içinde boğuldu gitti. Çok korkmuştum. Zifiri karanlığa gözümü açtığımda ağzımdaki acılığı ve üzerime abanan bir ağırlığı hissettim. Neredeydim ben, niye ışıklar sönüktü? Niçin çok soğuktu burası? Deprem mi olmuştu yoksa! Ya miniğim? Ya Ahsen? Boğazımı yırtarcasına sevgili eşime seslendim:

“Ahseen! Ahseeen! Korkuyorum nerdesin? Ahseeeen!”
Bir müddet sonra güçlükle duyabildim acı dolu sesini:
“Aşkım korkma, deprem oldu! Vaziyetin nasıl? Hareket edebiliyorsan üzerine düşenleri at başka yere… Kendine yaşam alanı yarat. Derin derin nefes al… Yattığın yerden dışarısı gözüküyor mu? Ağrın, sızın var mı? Oğlumuzun durumu nedir?”

“Bacaklarımı hareket ettiremiyorum! Başımı sert bir şeye çarptım galiba, çok kanıyor… Susadım aşkım! Oğlumuz tekmeleyip duruyor. Elim kolum iyi… Etraftaki molozları atınca ufacık bir ışık sızdı buraya. Kırmızı kar yağıyor aşkım! Görüyor musun? Çok üşüyoruz…”
“Kırmızı kar mı?”
“Evet! Senin vaziyetin nasıl, hareket edebiliyor musun?”
“Sağ kolumla sağ bacağım çok ağrıyor sanırım çatlak var. Diğer uzuvlarımda sorun yok gibi. Yanınıza gelmek için tek elimle molozları kaldırıyorum şimdi… Devamlı konuş, sakın bırakmayın kendinizi… Bacaklarını yavaş yavaş çekmeye çalış karnına doğru. Sizi seviyorum aşkım!”
“Biz de çok seviyoruz seni! Çok uykum var! Uyumak istiyorum sadece… Çok üşüyorum…”
“Yapman gereken son şey uyumak! Sakın uyuma! Konuş benimle devamlı. Aklına güzel şeyler getir. Altan’ımızı, aileni, öğrencilerini, mutlu güzel günlerimizi…”
“…”
“Sevgilim, konuş lütfen! Nerede olduğunuzu sesinden tayin etmeye çalışacağım. Aydaan!”
“Çook uykum var, üşüyorum Ahsen!”
“Arkadaşlar yardıma gelirler yakında. Senden ricam sakın uyuma ve zihnini diri tut hep…”
Çok korkuyor ve üşüyordum. Tüm bedenim titriyordu. Bir müddet sonra kasıklarımda ağrılı kasılmalar başladı. Hızlandı, hızlandı, hızlandı…
“Ahseen! Ahseen! Beklediğimiz an geldi, doğum başladı sanırım! Ahseeen!”
“…”
“Ahseeen! Ahseeeen!”
Son darbeyi de artçılar vurdu… Hayatıma anlam katan sevgili Ahsen’imin, son nefesime kadar kulağımda çınlayacak “Ahhh!” sesiyle bir mutluluk perdesi böylece kapandı…
“Gecelerden bir gece değil bu gece! Yıl 1970… Mart’ın 28’i… Günlerden Cumartesi gecesi! Hani kar, kış, kıyamet derler ya işte öyle bir gece! 28 Mart 1970 – Gediz, Kalbime gömdüm ikinizi de… Sizi hiç unutmayacağım… Bir de yağan kırmızı karı!”

Şimdi anlamıştım sevgili büyükannemin kirpikleri arasından taşıverecek gibi duran ıslaklığın nedenini… Babama ve erkek torunlarına karşı dile gelmeyen düşkünlüğünü… İçten içe bir titreme duyumsadım. Yüreğime paslı bir hançer saplanmıştı sanki… Bir an için nefessiz kaldım. Hava almak ve darmadağın olan zihnimi toparlamak için balkona çıktım. Geceyle gündüzün kesiştiği zaman dilimindeydim. Şafak sökümü başlamıştı. Kuşlar bir hışımla yanımdan geçip kızılın her tonuyla tüllenen gökyüzüne doğru yol aldılar…

Fatma TÜRKDOĞAN 

Kırıldığım Yerden Büyüdüm adlı kitaptan…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

YORUMLAR (1)

YORUM YAZ

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.