ÖYKÜ
Kim bu etrafımdaki insanlar? Aynı masayı paylaşıyorum ama tanımıyorum yeteri kadar. İşim gereği oluşan zoraki bağlılıkta boğulur gibi oluyorum. Ve aralarında en görünmeyeni olma unvanını elimde tutuyorum. Etrafımdaki bu mutlu varlıklar, benim varlığımın gerçekliğini sorgulamaya itiyor ve bu sorgulamalar mutsuzluk olarak tekrar bana geri dönüyor. Sakin ve düşünceli yapımdan kurtulamıyorum; bu da beni silikleştiriyor. Çözümlemelerle geçen saatlerden sonra mesaim bitiyor; evimde, beni bekleyen yalnızlığımla soğuk bir kucaklaşma mesaisi başlıyor. Monotonluğun sarmalı. Tekrar eden, aynılaşan, hatta benzerliğinin tiksindirici duygusunu varlığımın her bir zerresinde hissettiren tuhaflık.
Evet, doğru kelimeyi buldum sanırım: Tiksindirici. Tiksinircesine izliyorum hayatı. Bir ahtapotun kolları arasında, çırpına çırpına okyanusun derinliğine götürülüyorum. Boğulmayı istiyorum ve sonlanmayı. Salata tabağı, bir tek bana uzak. Küsmüş bir çocuk gibi kendi tabağımı çatalımla didikliyorum. Su, masanın öbür ucunda. Konuşmalar hararetli. Bölersem, karşımda üç somurtkan yüzle karşı karşıya kalabilir ve akıllarından neler geçtiğini hiçbir zaman öğrenemeyeceğim yüz ifadelerinin, yıllarca belleğimi işgal etmesine müsaade etmiş olurum. Susamadığıma inandırıyorum kendimi.
Yanımda oturan personel müdürü, yanındakine iki gün önceki çapkınlığını ballandıra ballandıra anlatıyor ve sağ kolumun işlevini yitirmesine sebep olacak şekilde, bana doğru yaslanıyor. Bir yastık vazifesiyim onun için. İngiliz kumaşından, kaz tüyü bir yastık. Karşımda duran ve benimle aynı dereceye sahip memur F., yemeğini yemekle meşgul. Lokmaları ardı ardına ağzına götürürken, yemek adabı gibi bir takıntının umurunda olmadığını belirtiyor. Ev sahibi C., muhasebe sorumlusu olmanın verdiği ciddiyetle, kelimeleri seçerek kullanıyor; sanki bir kelimenin yanlış kullanılması, fikir kasasında açık kalacakmış korkusunu ele veriyor.
“Sevgili dostlar!”
Uzun bir sessizlik… Bekleyiş. Tüm gözler üzerimde buluşuyor; çatal kaşık sesleri bir anda kesiliyor. Yemeğin başından beri havada uçan sineğin vızıltısı, şimdi daha net duyuluyor. Vızıldayarak sofranın üzerinden geçip pencereden dışarı çıkıyor.
“Sizler burada, bu masanın etrafında şen kahkahalarınızı atarken, şu pencerenin ardında koca bir dünya can çekişiyor. Farkında olduğunuzu biliyorum. En azından bazılarınızın…”
Garip bir duygu kaplıyor içimi. Mezuniyetimdeki o amatörce yaptığım konuşmanın ve akabinde gördüğüm, yüzlerdeki alaycı ifadelerin karşısında hissettiğim duygunun aynısını yaşıyorum sanki. Sözlerime devam etmek istiyorum ama tepkisiz yüzleri görünce, hiçliğin içinde yuvarlanır gibi oluyorum. Kendimi, yavaş yavaş eriyor, gittikçe yok oluyor gibi hissediyorum.
“Dostlarım,” diyorum son bir gayretle. “Keyfinizi kaçırmak istemezdim; ama sadece küçük bir hatırlatma niyetiyle sarf ettim bu sözleri. Bir şey yapmak ya da birkaç kelime söylemek zorunda hissetmeyin kendinizi. Sadece içimden geçenleri söylemek istedim. Belki, kiminiz bunun yeri ve zamanı olmadığını düşüyordur. Kiminiz ‘ne yapalım yani’ diyor; kiminizse ‘kes artık zırvalamayı da eğlencemize geri dönelim’ diye geçiriyordur aklından. Çekinmenizi istemiyorum. İçinizden geçenleri söylemekte özgürsünüz.”
Masadaki sessizlik o kadar rahatsız edici ki, böyle bir konuşma yaptığımdan ötürü pişman olup olmadığımı sorgular oluyorum. Tüm yüzlerde boğucu bir anlamsızlık hâkim. Evet, anlamsız bakan yüzlerde boğulacak gibi oluyor, uzanacak bir ipi sımsıkı kavramak için sabırsızlanıyorum. Tam olarak, açık, net ve canlı bakan gözleri ilk defa bu kadar yakından üzerimde hissediyorum. Ne geçiyor düşüncelerinden, hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Beni, ilgisiz kalmış bir zavallı olarak gördüklerinden eminim. Hiçbir cevap alamamayı, en büyük hakaret olarak algılamama neden oluyor. Kayıtsızlığın vücut bulmuş hallerine bakışımı sonlandırıyorum. Yerime oturuyor, bakışlarımı tepemizde yanan lambanın kuvvetli ışığına çeviriyorum. Gözlerimi kırpmamacasına bakıyorum. Uzunca bir seyrediş bu. Anlamsız, bunaltıcı bir seyrediş. Vücutta bir yerlerde nükseden ve hiçbir zaman geçmeyeceğini düşündüğün bir ağrı gibi. Kendimi küçülmüş, masanın ve tüm yüzlerin önümde devleştiğini hissediyorum.
En başköşede oturan ve ortamın en şakacısı olan T., kadehini kaldırıp:
“Dünyanın şerefine!” diyor ve ben hariç, herkes kadehini kaldırıp yemeğine kaldığı yerden devam ediyor. Çatal kaşık sesleri, tekrar varlıklarını ispatlamaya kaldığı yerden devam ediyor. Bense sıkılan dişlerimin gıcırtısı eşliğinde masadan kalkıp hiçbir şey demeden mekândan ayrılıyorum. Ensemdeki bakışların ağırlığı yavaş yavaş yok oluyor. Karanlık, tüm varlıkların üzerine çöküyor; benimse gözlerim ışığa uzun süre bakmaktan dolayı ağrıyor. Sadece yürümek istiyorum. Evim, yürüyerek gidemeyecek kadar uzakta, aklımsa az önceki masada ufalan bedenimde. Aniden önüme çıkan bir köpekten ürküyor, dalgınlığım bir anlığına yok oluyor. Sanki bu dünyada sadece ben ve bu köpek kalmışız gibi. Masada yaptığım konuşmayı ve dostların tepkisizliğini unutuyorum bir an.
Caddeye yöneldiğimde, birkaç araç ışığına maruz kalıyor, yolun öte tarafındaki sahile doğru yönümü değiştiriyorum. Olmayan bir şeyi arar gibiyim. Var olmayanın varlığını var etmek istiyorum sanki. Tanrı rolüne bürünmek mi bu? Başka birinde var olan şey bende niye var olmuyor? Çevremdeki insanların mutlu yaşantılarını gördükçe, kendi mutsuzluğum geliyor aklıma. Hep bir hayalde kalmışlığımın mutsuzluğu, beni sahil boyunda yürümeye terk ediyor. Beklentilerim önümden geçip gidiyorken, ben onları yakalayamıyor olmanın ıstırabını yaşıyorum. Omzuma aldığım darbelerin sızısı kalıyor geriye. Varlığıma karşı hissizleşiyorum. Var olduğumu anımsatacak uyarılar yok etrafımda. Masadaki devasa sessizlik de beni, varlığımı sorgulamaya itiyor. Ağzıma yerleşen ekşimsi tat, yüzümü ihtiyarlaştırıyor. Ben, kaç sene daha kafamda gürültü çıkaran bu yaramaz çocukları ıslah etmek için vaktimi harcayacağım? Kaç sene daha düşüncelerimi düzene sokmayı bekleyeceğim?
Beklemek. Evet, ya! Bekle demişti bana, annemin bakınca gözlerini ışıldatan o adam. Omzunda uçak taklidi yapan küçük çocuk, uçak taklidi yapmıyor artık. Çünkü onu taşıyabilecek o adam yok. Yok oluş. Önce var mı oluyorduk yok olmak için, yoksa birbirini tekrar eden varoluşları mı yaşıyorduk hiç yok olmayacak olan?
“Bekle beni küçük adam. Gelirken sana bir sürprizim var.”
Neydi o sürpriz, hiç öğrenemedim. Bu bilinmezlikle yok oluşa yaklaşan bir varlıktan ibaretim. Anlamsızlaşan bir takım şeylerin, ürkütücü boşluğunu hissediyorum. Kendi ürkütücü boşluğumda kendimi yakalayamıyor, savruluşuma acıyan gözlerle bakıyorum. Kelimeler, etrafımda rüzgârın savurduğu toz bulutları misali, gözlerimi kısmaktan başka bir işe yaramıyorlar.
Köpek ve ben, sahil boyunca hareket eden tek varlıklarız. Ben duruyorum, o da duruyor. Şaşkınca etrafına bakıyor, benden bir hareket bekliyor. Yürüyorum. O da yürüyor. Bank üzerinde sızmış bir adamın derin nefes alışları dolduruyor gözlerimi. Yalnızlığının hamallığını yapan bedeni, uykunun kuşatılmışlığında. Köpek, benim yanımdan ayrılıp adama yöneliyor. Onu bir müddet koklayıp yanı başına uzanıyor. Aradığını bulmuş gibi. Ayaklarının arasına uzattığı başını kaldırıp bana bakıyor ve tekrar koyup uykuya dalıyor. Yalnız devam ediyorum yürüyüşüme. Geldiğim yöne doğru yürüyor, ıssızlığın tuhaflığını bedenimde hissediyorum. Az önce ayrıldığım evin önünde buluyorum kendimi. İçeriye girmek istiyorum; ama hazır hissetmiyorum kendimi.
“Baba, orada bir adam var, buraya doğru bakıyor!”
Küçük bir çocuğun varlığımdan rahatsız olması, beni, kapının ziline basmaya zorluyor. Beni kötü niyetli biri sanmalarından korkuyorum. Bazen öyle durumlar gelişiyordu ki, kendini hazır hissetmen olanaksızlaşıyor. İç kapıyı açtıklarında, sanki az önce çekip giden ben değilmişim gibi bir tavır takınma gereği hissediyorum. Salonun ortasına geldiğimde, tüm sesler bıçak gibi kesiliyor. Üzerine bastığım halıda, bir iki çerez kabuğu gözüme ilişiyor. ‘Bir’ rakamına benziyor. Sigara dumanından kaynaklı bir iki öksürük, sessizliği ara ara bölüyor ve nedense herkes konuşmamı bekliyormuş gibi bakıyor. Ne diyeceğimi bilemiyor, bakışlarımı çerez kabuklarından kaldırıp odadaki tüm yüzlerde tek tek gezdiriyorum. Yerde duran çerez kabuklarından daha da anlamsızlar benim için. O an, aklıma gelen ilk şeyi söylemeye karar veriyorum:
“Niçin sessizsiniz? Rahatsızlık verdiysem, gidebilirim.”
Sanki sözleşmişler gibi, herkes aynı anda;
“Rahatsız olan yok dostum, keyfine bak,” diyor ve benim varlığım, o andan sonra yok oluyor. Herkes kaldığı yerden, ikili üçlü olarak sohbetlerine devam ediyor, ben yokmuşum gibi davranıyor. Niye tekrar buraya geldiğimi bilmiyorum. Pişmanlık duygusu, vızıldayan sineğin kanatlarıyla birlikte omzuma konuyor; tepemde yanan ışık, sanki beynimi kavuruyor.
Saat epey geç oluyor; herkes yavaş yavaş gitmek için ayrılırken, geriye sadece ben ve ev sahibi kalıyoruz. Bana, istersem burada kalabileceğimi söylüyor. Teşekkür edip ayrılıyorum. Yol boyunca otobüste uyumuş, hatta bir iki durak kaçırmışım. Eve girdiğimde, ışıkları yakmadan yatağa uzanıyor ve öylece uykuya dalmak için bekliyorum. Tıpkı babamın gelmesini beklediğim gibi. Uykum göz kapaklarımda varlığını hissettirmeye başlıyor ama babam hâlâ gelmiyor. Belki rüyama gelir, diye umut ediyorum ve kollarımı uçak misali kanat yapıp iki yana açıyorum. Sabahın ilk ışıklarına doğru yolculuğa başlıyorum.
Enver Karahan
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.