İNCELEME
Bireyselleştikçe toplumsallaşan, metropolün birer çalışkan işçi arıları örneği, bizi kendi içimizdeki “yalnızlık” imgesinden bile yabancılaştırabilen bir o kadar travmatik olgudan söz açıyoruz elbette. Kentlerimizi, evlerimizi, sokaklarımızı sevmesek de yaşama yükünü bir borç bildiğimiz ve kendimizden bir hayli feragat ettiğimiz bu yabancılık hâli, Atay’daki kadar eylemsel ve düşünseldir. Çoğu defa, her birimiz kendi aforizmalarımızla yaşamayı öğreniriz. Kafka’nın hiç de sevemediği Prag kadar sevimsizdir şehirlerimiz. Dört duvarların ardına çekilen hayatların içinde kendimize bir aidiyet ararız. Başkalarının bize vadettiği cennetler adına dua eder, bize sunulan kimlikleri sorgusuzca sahiplenir, onları içselleştiririz. Yine Kafka gibi bir tapınma hâli olmalı yazmak. Neyi? Yaşamı. Bizi ören, örümcek ağlarının içinde hiçleştiren o girift, çok katmanlı, kalabalık yalnızlaşmayı. Belki nesnelerden uzaklaşmalı bunun için öncelikle. Her nesnenin içinde ölümün de saklı olduğunu bilmeli. Oysa tuttuğumuz, dokunduğumuz her şey o derece yaşamla içli dışlı ki.
“Ele geçirilen bir ülkeye sığınmak ve çok geçmeden onu işe yaramaz bulmak; çünkü sığınılacak bir yer yoktur.”
Gündelik mutlulukları sevmemeli o hâlde, o küçülten hazlardan, hayatla, anlarla küçük oynaşmalardan arınmalı. Bilgece sorularla başlamayı yeğliyor Kafka, Atay, Camus. Kafka gibi, hayata mikroskobik bakmak mı en doğrusu? Böcekleşmekse, mikroskobun içindeki böceğin hikâyesini anlatmalı öncelikle. Kısacık ömründeki hiçliğin erdemini kavramış milyonlarca böcek şehirlerimizde dolanıyor nasıl olsa. Belki bankacı, memur. Eve ekmek getiren kısa, derinliksiz öyküler hepsi de. Dava’daki gibi düşsel bir dünyayla anlatmalı bu ufalanmış, küçülmüş, ölümcül insanlığı. Bizi hiçleştiren davalarımız vardır mutlaka. Hani çevremizi kuşatan döngünün bizi yargılayacağı günü sorgusuzca beklediğimiz o sabırlı, tevekkül hâllerindeki günlerimizi anlatmalıyız. Açık mekanlar yorucuysa kapalı mekânları betimleyelim: Ev, koridor, oda, masa, büro.
Bir hayli Gregor Samsa, bir hayli Joseph K olarak anlatmalı boğucu atmosferleri, sıkıcı günlerin kapalı mekânlardan başka sığınacağı yer yok çünkü. Metaforlarla mı olmalı bu betimleme? Yoksa zaten ördüğümüz her duvarla kendi metaforumuzda yaşamayı öğrenmedik mi? Odalarımız küçüldü. Karanlık, kimi zaman gri tonlara terk ettiğimiz köşeleri var odalarımızın. Televizyon ekranından yayılan ışığın renkleri de yapay, kirli. Aydınlatmıyor karanlığımızı. Ah Kafka Usta, ne kadar ustaca oynuyor en sevdiğimiz Kafkaesk oyunumuzu! Kapılar, merdivenler, koridorlar ve ötekiler. Sahi, kendi içimizde zaten koca bir ötekiyiz değil mi? Diğer ötekilerle barışmayı öğrenemedik halbuki. Pisliklerimizi temizlemeyi unuttuk yine kapı eşiğinde. Bizler pis yaşamayı severiz, ayda bir yıkansak da olur. Şehirlerimizden daha kötü kokmuyor ya tenimiz? Ah karmaşa, kıvrımlar, dolambaçlar! Kafka Usta çağırdı bizi buraya. Her ölümlü kendi kıvrımında bir gün ölecektir, mi demişti ne?
Buyrun sorgu odalarımıza, mahkemelerimiz yan odada. Baş yargıç bu şehrin diğer ötekileri. Değer yargılarımız keskin, katı, acımasız. Özgürce ölebilirsiniz mahkemelerimizde. Sorgulandığınızda karanlıkta kimseyi göremezsiniz. Körleşmek yeğlenir bu durumlarda. Huzursuz olmayın bu dolambaçta dolanırken. Huzur bir yanılsama yalnızca. Değil mi ki büyüttüğünüz o koca şehirlerin her yapıtaşı, huzursuzluğunuzla inşa edildi. İster sembollerinizle yaşayın ister düz anlamlarınızla bu karanlık mekânlarda. En azından buna dair özgürlükler sunuyor şehirli hâlleriniz. Hayat dediğimiz bir kurmaca, aslında “tehlikeli bir oyun”. Sürekli savaşıyoruz kendimizle, benliğimizle, değerler denen o tutucu örüntüyle. Her başkaldırışımızda tiksiniyoruz kendimizden. Hikmet Benol, Selim Işık kadar intihara eğilimliyiz her birimiz. Yaşama bir iple tutunuyoruz. Hatta belki kuklalarımızla. Toplumsal bunalım sanırım. Kriz var, delirmeyelim, hayır özgürce delirebiliriz. Şehirlerimiz delilere de açıktır. Çok fazla belli etmeyin ancak. Oyunlar oynanmak içindir, oyunu aşikâr etmediğimiz sürece.
Öte/ki/lik…Başka şehirlerdeki ötekilerle temas edelim her gezgin hâlimizde. Elimizde fotoğraf makinesi. Şipşak çekelim ölü binaları, ölgün şehirlileri. Nasıl olsa “bu şehir arkandan gelecektir, sen yine aynı sokakta dolaşacaksın”.
Benlerimizden çıkıp topluma doğru yol alsın travmalarımız. Evren değişiyor nasıl olsa. Yeni kimlikler satın almalı önce. Koşullara uyum sağlamak için indirim var yan markette. Peşin fiyatına 9 taksit kimlikler. Sudan ucuz. Tak tak çıkar hepsini. Eskitilmiş kimliklerle işi olmamalı şehirlinin.
“Bizde bir ‘başkalık’ olduğunu söylüyor. Ben bu başkalıktan şüpheye düşüyorum? Çünkü yaşamın icabı, dinginlik içinde düşünmeye çalışıyorum: Ben mi şaşırdım, yoksa herkes birden garip bir cinnete doğru mu yol alıyor? Hikmet Benol’a göre ülkemizde herkes aklını oynatmış; memleketin tedavi için İngiltere’ye gönderilmesi icap ediyormuş.”
Tedavi için en uygun ülkeyi seçmeli Atay’la. Kafka Usta önermiyor Prag’ı. Boğucu, babaya kustuğu öfkeyle kirlenmiş sokak. Milena’ya travmatik aşkı da cabası. Mutlu olmak için yaşamamalı, mutlu olmayacağını bilerek yaşamalı insan. Bütün renkler kirleniyor nasıl olsa, toplum denen hayalet de yeterince pasaklı. O da yıkanmıyor yıllardır. Çöp arabaları her gün bu sokaklarda dolansa da boş. Koku sinmiş bir kere. Bir başkası olmanın en kolay yolu oynamak. Gel oynayalım Hikmet. Ben olalım beraber. Kalabalık ürküttüyse bizi, kendi dehlizlerimize gidelim, kendi dolambaçlarımıza.
“Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hâli vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (…) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.”
Camus, ölüm ve yaşamın saçmalığına inandı. Şehirliler de saçmalıklarına inanıyor ölüm ve yaşama taparak. Tapınma törenlerimiz çok cafcaflı. Ritüelleri severiz yüzyıllardır. Dev ibadethanelerimiz törenlerimiz için biçilmiş kaftan. Makineleşmiş dünyalarımızda zaten yaşayan ölüleriz. Bu arada dolambaçlarımızda nice odamız var size ayırdığımız. Ölüm hakkını da tanıyor şehirliler. Toplum veya bireyin intiharı, ne fark eder! Zaten ölmeye yatmış bir koca kalabalık içinde değil miyiz Bay Kafka,Bay Camus?
Bu arada bizden Atay’a da soralım: “Tutunamayan” olmak zaten tutunamayanların içinde tutunamamak değil mi aslında? Ah akıl, aslında yoksun olduğumuz, varolduğunu sanıp düşselliğine tapındığımız. Yazgılarımızla yaşıyoruz bu dehlizde aslında. Dehlizinizdeki yataklarınız rahat mı bu arada? Ölüme rahat gitmeli. Acısız, gelgitsiz. Samsa böcekleşirken vücudundaki değişimi “hafif bir sıkıntı” diye dillendirdi. Hafif bir sıkıntı aslında her birimizin ölmeye yatması. Pencerelerimiz kapalı bu arada. Şehrin ağır, boğucu kokusu sinmez odalarınıza. Biraz karanlık yalnızca, zihniniz gibi. Bu arada ey okur, beni yazmaya siz zorladınız. O kadar kötü oynuyorsunuz ki yaşam denen oyunu!
Atay, sen demiştin bir seferinde: “Fotoğraf çekilerken, nedense kendimizi gülümsemek zorunda hissediyoruz. Yani aslında ona bile mutluluk oyunu oynuyoruz.” Sahi gülmek zorunda mıyız şu anki oyunumuzda? Yalnızların oyunu olsun. Ona emek verenler de katılsın hatta. Ölümcül oyunlar oynayalım, indirimden aldığımız kimlikleri de takalım arada. Birdirbir. Biriz işte. Sadece bir. Körebe. Koca bir körlük değil mi yaşadığımız? Sen demiştin Atay Usta, “yalnızlığına iyi bak, sahip çık. Kaç kişinin emeği var onda kim bilir,” diye. Yıllardır el bebek gül bebek büyüttük onu. Dehlizlerimizde koşturdu, travmalarımızla kocadı hatta.
Ey okur, bunları yazmaya beni siz ittiniz. Hadi, mahkeme salonlarında davanız bekliyor sizi. Gerekçe mi, sormayın lütfen, zaten yazgılarınızla yaşamayı öğrenmediniz mi? Yargılanma nedenini bilmeseniz de olur. Ama öncesinde oynayalım bu avluda.
Atay’ın metinlerine sinen ötekileşmeyi de tercih edebilirsiniz. Şu kutunun içinde Atay, diğerinde Camus var. Camus biraz daha yabanıldır.Ürkütebilir sizi. Atay daha bizden, yabancılığın yerli hâli.
Erinç Büyükaşık
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.