EDEBİYAT
“Bir hayli daha yol aldık. Nihayet Ayşe Hanım elini kaldırıp parmağını dikerek uzun bir düzlükten sonra kabarmış bir tepenin hafif bir duman içindeki yeşil ağaçlarını göstererek: “Geliyoruz. İşte orası. .. Yedi Çobanlar Çiftliği … ” dedi. O yana baktım. İnce sislere gömülmüş bir ağaçlık. Bu ormancığın koyu yeşil kümeleri arasından dağınık damlar, duvarlar, irili ufaklı binalar, pencereler, bacalar gördüm. Yine yüreğimi derin bir korku sardı. Yedi Çobanlar Çiftliği; bu, üzüntülü kalbim için korku dolu bir isimdi. Derhal gözlerimin önüne irikıyım, haydut bakışlı, silahlı, yedi tane çoban geldi. Ben bunların arasında o geceyi nasıl geçirecektim? Bunlar benden ne gibi hizmetler isteyeceklerdi? Yine gözlerim sulanarak dedim ki: “Ayşe Neneciğim, benim gibi çelimsiz bir kadın böyle yedi çobana birden nasıl hizmet edebilir? Yüz kuruşları da onların olsun, hepsi de … Ben şimdi geri dönmekten başka bir şey düşünmüyorum.” “Hay Allah’ ın budalası, bugün seninle hakikaten derde çattım. Ne laftan anlamaz kadınmışsın? Öyle yedi sekiz çoban filan yok. Çiftliğin kırk yıldan beri adı öyle … Oraya şimdi çiftlik demek de hata … Büyük, viran bir binanın etrafında ufak tefek yapılardan başka bir şey kalmamış. Sen orada kendin gibi, belki senden bin kat terbiyeli, nazik kadınlar bulacak, onlarla oturacaksın … Çobanın, bahçıvanın seninle ne münasebeti olabilir?” Yine sustum. Ayşe Hanım bu defa arabacıya döndü. “Haydi ağam sen de dehdehini biraz sür. Gelin mi götürüyorsun? Pek nazlı gidiyoruz,” dedi. Arabacı kırbacını hayvanın kıçına yavaşça dokundurarak: “Gelin mi götürüyoruz vallahi ben de bilmem. Bir günlük yol, bizim Pehlivan yoruldu. Baksana güvey gibi soluyor.” Ayşe Hanım, ”Ay bu perişan beygirin adı Pehlivan mı?” Arabacı, “Ya Pehlivan olmasa Yedi Çobanlar Çiftliği’ ne, öyle netameli yere nasıl gider?” Ayşe Hanım, “Nereden netameli oluyormuş?” Arabacı, “Orası cinlerin, perilerin kumkuma yeridir. Geçenlerde oraya giden Arabacı Veli’nin beygirini çarptılar, hayvanın beş dakikada soluğu kesildi, kurbağa gibi yamyassı oldu. Ezandan sonraya kalmaya gelmez … ” Ayşe Hanım, “Haydi zevzek, parayı çok alayım diye uyduruyorsun, köşkün içi adam dolu. Onlar nasıl oturuyorlar. “Nasıl oturduklarını Allah bilir. Oturup da rahat mı ediyorlar? Çiftlik sahibi hanımefendi perilere karıştı. İç bahçedeki havuzun kenarında her akşam cinler toplanırmış. Hanımefendi gidip onlarla oturur konuşurmuş. Hanımdan başka gece bahçeye çıkanları periler boğarlarmış. Oraya giden erkek, kadın hizmetçilerden hiçbiri sağ dönmez. Sular karardıktan sonra o civarda kimse dolaşmaz. Kurtları kuşları bile çarparlar.” “Artık uydur uydur da söyle bakalım. Allah kimseyi sizin dilinize düşürmesin. Siz arabacılar, bir yalana bin mübalağa katarsınız. Hanımefendi orada mı çıldırdı? O İstanbul’daki konağında aklını bozdu. Zengin kadın, tımarhaneye koymadılar, hava değişikliği olsun diye buraya çiftliğine getirip kapadılar.” Korkudan yüreğim hop hop atmaya başladı. Ayşe Hanım’dan sordum: “Ay beni hizmetçiliğine götürdüğün hanımefendi deli mi?” “Ya sabır! Öyle ona buna saldıran azgın deli değil … Biraz meraklı, şaşkınca bir kadın işte bu … ” Arabacı hayvanına bir kırbaç daha savurduktan sonra biraz başını bize çevirerek: “Ya çiftliğin eski mezarlığından çıkan gulyabani! Geçenlerde ay ışığında üç atlıyı kovalamış. Biçareler Bulgurlu’ya güç bela kaçıp baygın düşmüşler. İkisinin hayvanı çatlamış.” Ayşe Hanım, ”Artık sus, herif. Yanımdaki saf kadını korkutuyorsun. Baksana beti benzi attı.” Arabacı, “O gulyabaninin yemeği çiftliğin mutfağından verilirmiş … Bir gece verilmezse oraları allak bullak edermiş. Ne kümeste tavuk bırakırmış, ne ahırda hayvan, ne ağılda koyun … ”
***
Genel anlamda aydınlanma çağına bir tepki olarak zuhur etmiş gotik yazın, öznenin hayatla kurduğu mantıksal ilişkinin sarsılmasıyla ortaya çıkmıştır. İnsanın gözlerinin önünde olup bitenlere karşı mantıklı bir açıklama yapamaması ve bu durumun yol açtığı psikolojik sorunlar, korku yazınının üretilmesindeki en önemli kaynaklardır.
Aydınlanma devriminin amacı, söylenceleri sona erdirmek, hayatta her şeye yönelik akılcı açıklamalar yapmak ve mistik görüşleri çürütmekti. Kuruntuları ve korkuları pozitivizmin gücüyle yıkıp, mitsel ve bütünsel öğelere son vermekti. Ancak bu düşünce gerçek hayatta ne başarılı ne de uzun ömürlü olabildi. Sanayî devriminin getirmiş olduğu bireysel yalnızlık ve ötekileştirme, modernizmle birlikte toplumsal buhrana dönüşürken; mistisizm ve batıl inançlar, bunalımda olan toplumların kültürel altyapısının unsurları olarak tekrar ortaya çıktı. Bu nedenle modern ve çağdaş edebiyatın içinde gelişen gotik anlayış, burjuvazinin karşısında bir nevi toplumcu edebiyatın bir parçası olarak oluşmaya başladı.
Toplumsal geri kalmışlığa bir tepki olarak ” Gulyabani” romanını kaleme alan Hüseyin Rahmi Gürpınar, pozitivizmi edebiyat yoluyla halka benimsetmeye çalışmıştır. Bu konuda ne kadar başarılı olup olmadığı ayrı bir mevzu… Fakat kapitalizmle birlikte; modern zamanların belki de zirvesini yaşadığımız bu asırda, gotik türünden eserlerin hâlâ yazılması ve güncelliğini koruması, gotik edebiyatın ne olduğu konusunda bir kez daha kafa yormamızı zorunlu kılıyor. Bu konuyu kültürel bakımdan bize en yakın hâliyle, gotik edebiyatımızın bir başyapıtı niteliğinde olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” romanıyla anlamaya çalışmanın daha sağlıklı olacağı kanısındayım. Her büyük romancı gibi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’da yazın hayatında kazandığı başarısını önce hayat görüşüne daha sonra ise dil ve üslûbuna borçludur. Dil ve üslûba özgünlük kazandıran asıl etki dünyaya bakış açısıdır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yaşadığı dönemde, güçlü bir edebiyat akımı olan Servet-i Fünûn anlayışından bağımsız hareket etmesine neden olan etken, hayata ve edebiyata karşı tavır aldığı dünya görüşüdür. “Herkes düşünme yeteneğine göre anlar ve anladığı şeyi arar.” diyen Gürpınar, bu cümlesiyle edebiyatta kendi amacını ifade ederek; halkı tanımanın, tanıtmanın ve onu eğitmenin bir edebiyatçı için temel düstûr olduğunu ortaya koymuştur. Toplumda her sınıf için bir yazım biçiminin ve biçeminin olduğunu savunan yazarımız, azınlığın anladığı bir dil yerine, çoğunluğun (yığınların) anlayabildiği bir lisanla yazmayı tercih etmiştir. Gürpınar’ın bilhassa Servet-i Fünûn edebiyatçılarına karşı benimsemiş olduğu bu tutum, bir halk edebiyatçısı olmanın rastlantısal olmadığını ispatlamak içindir. Bilgisizliğin getirmiş olduğu zorlukları yaşamaya devam eden bir halk için; kendi sınıfsal konumuyla çelişmesine rağmen eserler üretmiş Gürpınar, halkın kendi düzeylerine gelmesini bekleyen elit kesim yazarlarının aksine, yüksek felsefi birikimiyle, aşağıdan yukarıya doğru bir eğitim anlayışını edebiyatta prensip edinmiştir. Bu ülkü doğrultusunda toplumu çözmeye ve bir gözlemci gibi; bilimsel sorgulamalarla, toplumu aydınlatmaya çalışmış edebiyatçımız; romanları, öyküleri, oyunları ve eleştiri yazılarıyla içinde bulunduğu topluma ışık tutmaya çalışmıştır.
Türk romanında korku türü eserleriyle, toplumun bilinçaltında yer edinmiş hurafeleri, görünmez varlıkları ele alarak, halkın ruhunu analiz eden HüseyinRahmi, gotik türü romanlarıyla, topluma bilimsel düşünmenin kapılarını, felsefi sorgulamalarla açmıştır. Bu alanda unutulmaz bir yapıt olan “Gulyabani” romanıyla, toplumda derin kökleri olan hurafeleşmiş inançları, roman sanatıyla ortaya koyan ve toplumsal sorunları kültürel, sınıfsal ve tarihsel boyutlarıyla sorgulayan Hüseyin Rahmi, tüm yapıtları gibi “Gulyabani” isimli eserinde de, toplumun çok köklü sorunları olan batıl inançları; mülkiyet problemini ve kültürel geri kalmışlığı irdelemiştir. Özellikle toplumsal belleğimizde hâlâ canlılığını koruyan ve sinemaya dahi konu olmuş “Gulyabani” romanı, doğaüstü gibi görünen bir olayı açıklığa kavuşturarak, yaşananların aldatmacadan başka bir şey olmadığını gözler önüne sermiştir. Halk nezdinde batıl inançlara daha çok inanıldığı yıllarda ” Gulyabani” romanını yazan Gürpınar, bu maksatla; Batı’nın pozitif düşüncesini ülkesine aktarmaya, birlikte yaşadığı toplumun gözünü açmaya; cinlere, perilere dair olan toplumsal inancı kırmaya ve Osmanlı’nın dinsel düşüncesinde yer alan hurafeleri çürütmeye çalışarak, Batı’nın maddeci ideolojisini topluma tanıtmak istemiştir. Gotik tarzında bir romanı edebiyatımıza kazandıran Gürpınar, bu romanıyla 1980 öncesinin erken gotik anlatıcılarındandır. Hüseyin Rahmi dönemi ve sonrası yıllara baktığımızda gotik türünde roman ya da öykü yazmış edebiyatçılara rastlamak yok denecek kadar azdır. Bu bakımdan ” Gulyabani” romanının yazarı, Türkiye’de gotik anlatımın öncüleri arasındadır. Türk klasiklerimiz arasında bulunan “Gulyabani” romanı hâlâ gelişmemiş olan gotik edebiyatımızın temsili olarak yerini korurken, bundan böyle sadece
Türkçe bilenlerin okuduğu bir roman olmayacak. Bundan sonra yalnızca İngilizce bilenlerde bu romanı okuyup anlayabilecek. Gotik edebiyatımız için bir başyapıt niteliği taşıyan ” Gulyabani” eseri, Hande Eagle imzasıyla İngilizceye çevrildi. Kitap Kanadalı yayınevi Translation Attached etiketiyle yayımlandı. Translation Attached sosyal medya üzerinden yaptığı duyuruda şu ifadelere yer verdi: “Türk yazar Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ilk defa 1913’te İstanbul’da basılan korku ve komedi romanı Ghoulyabânî’nin artık İngilizce olarak da satışa sunulduğunu duyurmanın heyecanını yaşıyoruz!” Türk edebiyatını korku türüyle; “Gulyabani” adlı romanıyla tanıştıran Gürpınar, bağımsız sanat ve edebiyat anlayışıyla, eserlerinde yalınlığa önem vererek, “Gulyabani”yi önce bizlere ve yıllar sonra ise dünya edebiyatına kazandırdı. Hüseyin Rahmi Gürpınar, natüralistlerden her ne kadar ayrı bilinse de, natüralizm ve bu akımın temel dayanağı olan materyalizmin etkisi altında eserler yazmıştır. Bu yönüyle Gürpınar hakkında dile getirilen ‘bağımsız’ nitelemesi tam olarak gerçeği ifade etmemektedir. Çünkü tarafsız olmak da, taraf olmaktır. “Gulyabani” ve diğer çalışmalarında birbirine zıt karakterleri karikatürize ederek, edebi yapıtlarında sosyal eleştiriler yapan yazarımız, mizahçı üslûbuyla pozitivist felsefenin edebiyattaki sözcülerindendir. Gotik edebiyat türünde “Gulyabani ve Cadı” romanlarını kaleme almış Gürpınar, her iki eserinin sonunda açıklanması mümkün görülmeyen korkutucu hadiseleri, mantık çerçevesinde izah edilebilir, toplumsal problemler olarak tespit etmiştir “Gulyabani” yapıtında hortlak ve benzeri olarak bildiğimiz demon bir varlığı, sözlü kültürden alıp, yazılı kültüre aktaran Hüseyin Rahmi, fantastik korku edebiyatıyla, Osmanlı halkının batıl inançlarının belli bir kesitini tüm gerçekliğiyle deşifre ederek, klasik Türk edebiyatında gulyabaniyi (Ahu Baba’yı) mazmun bir eser olarak ölümsüzleştirip, dünya edebiyatına kazandırmıştır. Eserlerinde İstanbul toplumunun sosyo- kültürel yapısını hicveden Gürpınar, doğal ve gerçekçi üslûbuyla, İstanbul insanlarının hayatlarından ve konuşmalarından kesitler sunarak, bir zamanların İstanbul’undaki katı gelenekçiliği “Gulyabani” romanıyla tenkit etmiştir. Okuyucularını bilinçlendirerek, boş inançlardan ve çağdışı görüşlerden uzaklaştırmak isteyen müellifimiz, halkın yozlaşmış olarak kabul ettiği değerlerini değiştirmek için edebî sanatı bu konuda bir araç olarak görmüştür. Fakat buna rağmen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yapıtlarında halkı dışladığına hiçbir zaman şahit olmuyoruz. Bilakis sanatı seçkin sınıfın arasından çıkarıp halka mâl eden Gürpınar, olağanüstü gözlemciliğiyle toplumu incelemiş ve halktan beslenerek sürdürmüş olduğu edebî yaşamını, eserleriyle yine halka mâl etmiştir. Düş gücünün ve akılla kavranılamayacak olayların konu edildiği “Gulyabani” romanı, Gürpınar tarafından akılcı klasik akımın tam zıddı bir şekilde, hayali bir şahıs olan Ahu Baba’yı konu edinerek, yazıldığı çağın toplumsal ruh hâlini tahlil etmek için telif edilmiştir. Gerçek yaşamda yeri olmayan bir varlığı konu edinen roman, korku dolu olay kurgusu ve atmosferiyle; insanın kendisine olan yabancılaşmasının sosyo-psikolojik analizini yapmaktadır.
Aydınlanma dönemine ve onun bir düşünsel akımı olan pozitivizme inanmış Gürpınar tarafından edebiyatımıza neşredilmiş bu eser, toplumsal ilerlemeye katkı sunmak amacıyla yazılsa da, geldiğimiz aşamada Gürpınar’ın yaşadığı hayal kırıklığının boşuna olmadığının farkına vararak, bilimselliğin güncel hayatta tam tutanamadığına tanık olmaktayız. Servet-i Fünûn edebî akımına itiraz eden ve halk edebiyatçılığını ilke edinerek, “Gulyabani” romanını yazan Gürpınar, dili ve üslûbuyla klasiklerimiz arasına girmiş bu eseriyle, içinde yaşadığı halkın tarihe uzanan manevi yapısının, bilimsel dünya görüşüyle çatışan bir faslını öyküleştirmiştir. “Gulyabani” romanıyla, gerçeği mistifiye ederek, müşahede edici yöntemle, yakın tarihimizdeki toplumsal yapımızı günümüze kadar aktaran ve bunu İngiliz okurlarla buluşturan Hüseyin Rahmi, gotik romana mahsus olan pâyidâr bir yapıtı insanlığa armağan etmiştir.
Heybet AKDOĞAN
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.