Her yer bembeyaz. Eğri’de dört ay kar kalkmaz derler. Eksilere o kadar derin düşer ki hava, bir iki saniyede ölü gibi soğur insanın nefesi. Gözlerine hiç kitap değmemiş kızların gözyaşları..
Her yer bembeyaz. Eğri’de dört ay kar kalkmaz derler. Eksilere o kadar derin düşer ki hava, bir iki saniyede ölü gibi soğur insanın nefesi. Gözlerine hiç kitap değmemiş kızların gözyaşları akamaz bile soğuktan. Yine öyle bir günün güneşsiz öğlen vaktiydi. Karlar sesi bile yutmuş olmalı diye düşünerek yorgun düşmüş adımlarıyla yürümeye çabalıyordu Eşe. Daha hızlı yürüyebilmek için adımlarına dua dua yalvarıyordu. Beyazlığın yansımasından mı yoksa az önce duyduklarından mı buz mavi gözlerini kısmıştı, bilemiyordu. Annesine olanları anlatabilmek için var gücüyle ilerliyordu, kalp kapısının aralığından kan kaçıran birinin ağır aksak hayatı nasılsa öyle.
“Ana,” diye yakardı içinden hayalleri yolunmuşçasına. Eline alamayacağı kitapları düşündü. Kendi dünyasını yazmaktansa birinin hayatında yazılacak olmaktan üzüldü. Annesi o sırada gri kapıda göründü. Yılların keşkeleri kadının yüzünde belirgin yollardı. Gözlerinde çaresizlik denizinin dalgalanmaları titrekçe parlardı. “Ana, beni everecek mi babam?” diye bağırdı acıyla. Annesinin kuytu koynuna sımsıkı sarıldı. Annesi “Ah gızım, mavi düşüm. Eksiklenme ben gibi,” diye fısıldarca konuştu. Ağlamaklı bir hâli vardı. Sonra devam etti gerçekliğe damlayınca donuveren sözlerine. “Ben ister miyim, bu fidan yaşta seni başkasına vermeyi? Senden azalmayı, kendimden kaybetmeyi. Baban kararını vermemiştir belki. Şimdi ne desem boş. Beni pek dinlemez ki.” Bunu duyan Eşe annesine daha sıkı sarılarak “Anam, koruyucum, kış ayındaki yazım, gelin sandığında gize dönmesin dertlerim. Beni kurtar. Ben okumak, yazmak, hayatı bilmek istiyorum. Başarılı olup senin yüzünde yaprak yaprak gülümseyişler açtırmak… Yardım et anam!” Sesleri duyan nenesi içeriden çıktı tek dostu kalan bastonuyla. “Eşe tomurcuk gülüm, gençliğimin yansısı, nerelere kaçasın? Buraların töresi bellidir. Eğer uymazsan çevre evler dellenir,” diye ağır ağır konuştu Eslem ana. Amacı kabullendirmekten ziyade süresi dolmuş gerçekleri hatırlatmaktı. O da benzer karabasanlarla karşılaşmıştı. Daha fazla ayakta duramadığından hayıflanarak içeriye döndü.
Uzaktan babasının siyah silüeti beyazların üzerine belirgin bir gölge gibi düşmüştü. Bir eli arkada, bir eli tesbih çevirir hâlde bodur adam eve doğru ilerliyordu. “Babam geliyor. Ne yapacağım ben, ana, yardım et bana,” diyerek korkuyla baktı annesine. Cevap veremedi kadın. Kızının kuş kıpırtısından yüreğine ne söyleyeceğini bilemiyordu. Daver Bey yanlarına geldi. “Ne oluyor gızım neden ağlıyorsun?” diye sordu Eşe’ye. O sırada Gülfem Hanım vazgeçmemiş bir hisle kızının saçlarını hafifçe okşayarak ona ve geçmişinde solmamış tüm çiçeklerin kokusundan kendi gücünü toplayıp kocasına baktı. “İstemiyor. Evlenmek istemiyor. Duymuş seni. Daha 16 yaşında. Ben de istemiyorum. Okusun, başarsın istemez misin sen de?” diye kararlı bir şekilde konuştu. Daver Bey, asık suradı anda donmuş bir şekilde karlara dikti gözlerini, sonra da karların ötesine, boşluğa… Ardından yarım yamalak birkaç sözcük geveledi. “Hanım, sen beni tanımamışsın. Tek kızımı verir miyim bu yaşta? Hem suçtur hem günahtır yahu!” diyerek anlatmaya çalıştı gerçek düşüncesini. Anlaşılamamıştı bugüne dek. Erkekler burada duygularını pek gösteremezdi. Tuhaf bir şekilde ayıp sayılırdı. Ne annesine ne eşine ne de kızına sevgisini gösterebilmişti. Onun içinde sakladığı acı da buydu. Yaşadığı köyün kurallarına göre yaşamak zorunluluğu yıllardır yormuştu onu. Sonunda bugün yeter demiş ve kızıyla evlenmek isteyen orta yaşlı adama olmaz diyebilmişti. Eşe, iki adam arasında geçen konuşmanın “Zamanı var, sonra belki…” gibi kısımlarını daha duymadan uzaklaşıvermişti oradan. Daver Bey geçiştirmek için öyle söylemişti. Hiçbir şekilde kızını vermeye niyeti yoktu. O da Eşe’nin köyden gitmesini, okumasını ve ailesinde tamamlanamamış hayalleri gerçeğe dönüştürmesini istiyordu. Eşe mutlulukla bezenerek babasına sarıldı. “Babam!” derken tüm hayalleri yeniden filizlenmişti. Her şeyi yanlış anlayıp annesine duygularını abartarak aktarmıştı. Babası sonunda gerçek kendini tam bu anda açabildiği için huzurla dolmuştu. Evin etrafındaki tüm karlar erimişti sanki. Kış mevsimi bu sevgi ışını karşısında gücünü yitirip boyun eğerek baharı selamlamış olmalıydı. Zor geçen doğadaki mevsim değil, içimizdeki mevsimdir diye düşündü Eşe. İnsanlar birbirleri için güneş olmalı, karanlığı eritmeliydi. Daver Bey bunun bilincindeydi. Yıllar boyunca anası ve eşi gibi nice kadının hayallerinden kopmuş bir şekilde yaşadığını, sindirildiğini ve sessizce yitip gittiğini, üzüntüsünü saklayarak, izlemişti.
Eve huzur gülümsemelerini taşıyarak girdiler. Eslem Ana divanda uyukluyordu. Taze mutluluk seslerini duyunca gözlerini açtı. Kendi gençliğinde bulamadığı huzuru şu anda görüyor olmak ona yetti. “Canparelerim, sizi böyle görebilmek tek duamdı.” dedi, hayaline kavuşmuş birinin oh çekmesi gibi gelmişti cümlesi. Eşe koşup nenesine sarıldı ve öpücükler kondurdu tombul yanaklarına. “Yanlış duymuşum, babam beni evermiyor nene,” diyerek içindeki bebek kelebeklerin renklerini yansıttı. Annesi kızının saf huzurundan nefeslendi. Babasının annesinin elini tutunca birbirlerine yeni doğmuş bir umutla gençleşmişler gibi baktıklarını ve babasının annesine gözleriyle şiir okuduğunu gördü. Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı. Evin içinde bahar başlamış ve duvarlarından çiçekler açmaya başlamıştı. Yıllar sonra Eşe, kitaplığının önündeki ışıkta dağılan kahve kokusunu yudumlarken bu anı hatırlayacaktı.
“Yeni romanınızın adı nedir?” diye merakla sordu telefondaki ses. “Daha ismini koymadım, içimde demleniyor sözcükler, bir araya gelip oluştuklarında isim bana gösterecektir kendini,” dedi mütevazılıkla. “Çok hoş bir röportaj oldu, teşekkürler. Yeni kitabınız hakkında okuyucularınız sabırsızlık içinde. Yakın zamanda ona kavuşmayı bekliyorlar. Görüşmek üzere Eşe Hanım.”
Eşe, aile fotoğrafının önünden geçerek kapıya yöneldi. Dışarı çıkıp parkta dolaşacaktı biraz. Ağaçlar arasında yürürken dallardan birinde bir kelebek gördü, soluk alıp verir gibiydi turkuaz kanatları. O anda kendinden yarım kalmış kadınları düşündü, umutlarını. Yeni doğan kızların yaşayacaklarını, geleceklerini… “Bu dünya kadınlar için yüksek basamaklar üretir.” diye geçirdi içinden bir ses. Parkta kız çocukları oyun oynuyordu. O esnada kulağa ilginç gelen sözcükler sıralanıyordu:
“Dön dur deli dünya
Seni üttüm bu garip oyunda
Üleştim gücümü kızlarla
Bir daha bana çelme takma”
Çocukların eğlencesini geçtikten sonra bankta bir çiftin barıştığına tanık oldu. Hemen ileride yaşlı bir adam eşinin elinden su içiyordu. Genç bir kız yeşillikler arasında müzik dinlerken bir yandan defterine bir şeyler yazıyordu. Bir başkası kitap okuyordu.
Eve girecekken biri ona “Hanımefendi,” diye seslendi. Arkasını dönüp baktığında mavi şalının yere düşmüş olduğunu fark etti. Onun yaşlarında bir erkek eğilip şalı eline aldı ve gülümseyerek uzattı, nazikçe “Düşürdünüz,” diyerek. Dalgınlığına gelmiş olmalıydı. Çünkü yeni kitabının isminin ne olabileceğini düşünüyordu.
“Teşekkürler,” derken göz göze geldiler. Kalbindeki bahçenin içinden ılık bir esinti geçti. Anlaşılan artık hazırdı. Bahçenin girişinde asılı kristaller ezgi ezgi şıngırdadı. Tam o anda yeni kitabının ismi kendini gösteriverdi: “Tümlenmiş”.
Uğur Ünen
[button url=”https://www.besincisanat.com/category/ugur-unen/” target=”true” text=”Yazarın diğer yazıları için tıklayınız… ” class=”mavi” size=”small”]
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.