ÖYKÜ
Bazen bir veda, cevabını hiç bulamayacağımız sorular olarak karşımıza çıkar. Hasreti kendinden daha büyük bir yorgunluk olarak üstümüze çöker. Her veda, ya hiç söylenmemiş ya da tam olarak dile gelmemiş hikâyelere sahiptir. Dudaklardan dökülmemiş cümleler bazı vedaların en derinden yaşanılanıdır. Her vedadan sonra gidenin, geride bıraktıkları birer hatıraya dönüşür.
Her şey yerli yerindedir ama hiçbir şey eskisi gibi değildir. Hiçbir açıklama yapılmadan edilen vedalar, bir ömre iz bırakarak hatırasını sürdürebilir. Ve insan yıllara iz bırakan bir vedâ için ömrünü de tüketebilir. Belki de bazı insanlar sadece gitmek için bizimle olmuştur. Ve bazı hayatlar sadece gitmek için bizimle olmuş bir insanın, bırakıp giderken bir mektuba yazdığı o tek cümleyle başlayabilir ve sona erebilir. Yaşayan içinse gidenin ve bekleyenin hatıraları bir ömre mâl olabilir.
Devran daha küçük bir çocukken babası eve bir mektup bırakıp hem annesini hem kendisini terk etmişti. Mektupta neden gittiğini açıklamamıştı. Sadece “Gitmek istiyorum.” notunu bırakmıştı. Annesi öleceği güne kadar pencereden kocasının yolunu gözledi. Her sabah perdeyi aralayan annesi, hava sıcaksa pencereyi açar ve hafiften bir rüzgâr sanki bir haber verir gibi evin içine doğru eserdi. En çok da bu yüzden her sabah bir müjde alacakmış gibi erkenden uyanırdı. Pencerenin yanına oturup çayını yudumlar ve soğutmadan çayını bitirmeye dikkat ederdi. Devran’ın annesi, umudunu kaybetmek istemese de pencere yanında solan bir çiçeği andırıyordu. Devran, çoğu zaman buna şahit oluyordu. Çocuk olsa da annesinin, babasının yolunu gözlediğinin farkındaydı. Annesi, “Bir eksiğim mi vardı? Ben nerede yanlış yaptım? Neden Gitti?” sorularını kendisine sorardı. Lâkin, kocasının geri dönmesini umut etmiş annesi, bu bekleyişe daha fazla dayanamadı ve kalp krizinden öldü. Sorularına bir cevap bulamadan ve bir cevap alamadan gözleri açık bir şekilde genç yaşta vefat etti.
O pencere uzun bir zaman açılmadı. Güneş her sabah perdeye yansırken perdenin arkasında kimse yoktu. Vedâsız bir şekilde babasını kaybeden Devran, bu defa vedâsız bir ayrılıkla annesini ebedi olarak kaybetti. Annesinden kendisine kalanlar; annesinin pencerden dışarıya bakışları ve sormuş olduğu sorulardı. O sorular, bundan böyle Devran’ın hayatını yönlendirecek ve canlılığını koruyacak bir hafızaydı. Devran, henüz on bir yaşındayken annesiz de kalmıştı. Ona büyük amcası sahip çıkmıştı. Devran için büyümek bir lütuf değil, zorunluluktu. Yıllar sonra kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen Devran, yalnız yaşamaya başladı. Hayat ona, çocuk yaşta sorumluluk sahibi olmayı ve erken büyümeyi öğretmişti. Kendisini bildi bileli, yolda yürürken gözlerini yere indirir, kaldırımları çiğneyen ayak izlerini takip ederdi. Ne birine çarpacak kadar dikkatsiz, ne de birisiyle göz göze gelecek kadar cesurdu. Bilhassa son yıllarda hayatı, adını koyamadığı bir yorgunluğun içinden geçiyordu. Oysa, Devran küçükken, dünya sınırsız bir oyun alanıydı. Şimdi ise yaşadığı her gün, bir labirente dönüşmüştü.
Annesi, “Hayat yorar ama sen yorulma oğlum.” diye Devran’a nasihat ederdi. Annesi öldüğünde bu öğüt bir dilek olmaktan çıkıp bir uğursuzluk gibi Devran’ın üzerine yapışmıştı. Devran, ne zaman annesini düşünse bu söz kulaklarında yankılanırdı. Ne var ki, insan yoruluyordu! Yalnız kalmaktan, kalabalıkta kaybolmaktan, bir şeyleri sürekli telafi etmekten ve temkinli olmaktan dolayı insan bitkin düşüyordu. Gün boyu çalışırken de yorulmuştu. İşten dönerken metroya bindi. Rayların üzerine gerilmiş bir ipte yürüyor gibiydi. Metro, tünelde bir yılan gibi kıvrılıyordu. Yolcular, rayların seslerini dinliyordu. Devran, kıvrılarak ilerleyen metroyla birlikte yönünü daha çok kaybediyordu. Her durakta yolcular inip biniyordu. Hayatı, o vakit, istasyonlar arası yapılan bir alışverişe benzetti. Camdan yansıyan silüetine bir süre bakakaldı. Kalbinde büyük bir hasret vardı; gözleri vardı ama onu mutlu edecek şeyi göremiyordu. Dili vardı fakat konuşmak istemiyordu. Düşünmekten kaçtığı her şey yüzüne sinmişti. Aklından, “Ben her şeyi olduğu gibi bırakıyorum. Bir şeyleri değiştirmekten kaçınıyorum.” diye geçirdi. Metrodan indiğinde, “Belki de hiç inmemeliydim.” diye düşünüp pişman olmuştu. Bir akşam vakti yine metrodan indikten sonra çok yürümüştü. Ayaklarını hareket ettiren tek şey zihnindeki arayıştı.
Mutlu olacağını sandığı birçok şeyi kaybetmişti. Ne vakit bir şeyler yapmaya başlasa, bir şeyler de yıkılıyordu. Kaçıyordu her yerden. Lâkin her zaman dönüp dolaşıp kaçtığı her neyse ona dönüşüyordu. Bir köşebaşında durdu. Çevresine bakarak “Hayat bir serüven ve biz bu serüven içerisinde sersemleşiyoruz.” diye mırıldandı. İnsanlar, Devran’ın önünden geçip gidiyordu, yüzleri maskeliydi; yüzsüzdüler. Kahkahalar birer gürültüydü, gülüşlerin içi boştu. İnsanlar bir yerlere akın ediyordu ama hiç kimsenin elinde bir adres yoktu. Sanki birileri topluma, nereye gitmesi gerektiğini görünmez bir elle gösteriyor ve insanlar o yöne doğru tereddütsüzce gidiyorlardı. Devran, insanların kayboluşunu, her yolu gidilebilir bir yol olarak kabullenmelerinden anlıyordu. “Çünkü, kaybolmak her yere gidebilmekti onun için. Etrafına bakınca insanların birbirine değil, uzaklara baktığını görüyor ve bu bakışların her tarafı kaplamasından dolayı ruhu daralıyordu.
Yüzünü gökyüzüne çevirdi. Bir kuşun onu fark edip omuzlarına konmasını arzuladı. Ancak, üzerine düşen yalnızca ağaç yapraklarıydı ve mevsim sonbahardı. Aynı günün gecesi, kalemi eline aldı. Hayatının sayfalarından silinmiş satırları tekrar yazmaya karar verdi. Bu her şeye yeniden başlamak olmasa da durduğu yerden birçok şeyi yeniden anlamlandırmak olabilirdi. Hatalarını ve kaybettiklerini tekrar sorgulamak istiyordu. Çünkü, Devran’a göre, insana umut, umuda da insan lazımdı. Geçmişine dönüp baktığında bir hatıra albümünden çok, bir haber arşivine benzetiyordu yaşadıklarını. Mutluluğu yaşadıklarının yanına bir not olarak iliştirilebilirdi sadece. Düşleri ise bir alt yazı gibi gözlerinin önünden yalnızca geçip gidebilirdi. Üniversite yıllarını bu ruh hâliyle yaşamıştı. Bazen hırsları ve idealleri de olmuştu. Dünyayı değiştireceğine inandığı günleri de yaşamıştı. Heyhat, dünya ondan daha dirençli ve inatçıydı. Kendisini dünyaya daima borçluymuş gibi hissettiren sistemin ablukasından kurtaramamıştı. Her geçen gün, kalbindeki dünyaya biraz daha sığınarak sessizliğe gömülmüştü.
Toplumun kalıpları, başarının herkesçe yorumlanan farklı tanımları… Hepsi birbirine karışarak Devran’ın kimliğini görünmez kılan bir sis perdesine dönüşmüştü. Bir zamanlar çok değer verdiği bir arkadaşı vardı. Onunla bir gece uzun uzun konuşmuşlardı. Arkadaşı, “Hayatında başardıklarından ziyâde yenilgilerinle anılacaksın,” demişti. Belki de yalnızca o gece, hayatının en doğru cümlesini duymuştu. Fakat anlamak başka; yaşamak ise bambaşkaydı. Kıymet verdiği arkadaşını da yitirmişti. Onun için, kayıplar tesadüf sayılmazdı. Kaybettiklerinin kendisinden miras kaldığının bilincindeydi. Ertelediği konuşmalar, yüzleşemediği duygular, görmezden geldiği benliği…Tüm bunlar ruhunda birikmişti. Bir gün pencerden dışarı bakarken, sokakta yürüyen bir çocuğu gördü. Ufaklığın elinde bir uçurtma vardı. Hava biraz güneşli ve biraz da rüzgârlıydı. Çocuk uçurtmayı havalandırmaya çalışıyordu. O an anladı: Uçurtma yükselmezse, çocuk suçlanmaz. Ama biraz büyüyünce onun uçuramadığı uçurtmayı kendi yetersizliğine bağlarlar. Ufaklığın yanına gitti. Uçurtmanın ipleri birbirine dolanmıştı. Uçurtmanın daha yükseğe uçması için küçük dostuna yardımcı oldu. Çocuk, kendisine teşekkür etti ve adını sordu. Çocuğa, “Bana uygun bir adı henüz bulamadım?” dedi. Çocuk: “Ne yani… Annen ve baban sana bir isim vermediler mi? Neden adını söylemiyorsun?” Devran, gözleri dolarak: “Ben de senin gibiyken çok uçurtma uçurdum.” dedi ve hemen çocuğun yanından ayrıldı.
Ertesi gün erkenden uyandı. Alışkanlıkla değil, bir dürtüyle gözlerini açtı. Sokağa çıktı. İnsanların yüzüne baktı, göz göze geldiği her bakışta kendini gördü. İnsanlar yorgun ve dalgındı. Herkes bir şeylerin peşindeydi ama kimse neyin peşinde olduğunu tam olarak bilmiyordu. Sanki görünmeyen bir el, baktığı insanları aynı anda bir yerlere sürüklüyordu ama kimse bu sürüklenişin farkında dahi değildi. İnsanlar, akıntıya kapılmış giderken, onlar bulundukları yere mıhlanmışcasına göz göze geldiler. Sinemanın çıkış kapısının önünde bir yıldızın geceye düşüşü gibi karanlığa bir parıltı bıraktılar. Karşılıklı bakışan gözler, yaşanmamış bir hikâyeyi sessizce başlatıyordu. Film sona ermişti ama salonun loş karanlığı yeni bir öyküyle aydınlanacaktı. İkisi de, Sofia Coppala tarafından yazılan “Bir Konuşabilse” filmini izlemeye gelmişlerdi. Film bittiğinde, çıkış kapısının önünde çarpışmışlardı. Kızın elindeki not defteri yere düşerken onun dudaklarındaki cümle de aynı anda yere düşmüştü. Karşılıklı özürler arasında kurulan ilk cümle, henüz adı konmamış ama hissedilen bir dilin başlangıcıydı. Özlem, hayata doğrudan müdahele eden bir eylemci gibi yaşarken; Devran, hayata daha çok içe kapanarak direniyordu. Devran’ı etkileyen şey, Özlem’in kendisini ifade edişindeki tereddütsüzlüğüydü. Özlem’e göre hayat bir eylemdi. Devran’a göre ise yaşamak çelişkiler ve tepkiler zinciriydi. İlk zamanlar, birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını görmek onları büyülemişti; sahip oldukları zıtlıklar, eksik olan her şeylerini tamamlayacak gibi görünmüştü. Özlem için her sabah, hedeflerine kavuşmak için yeni bir başlangıçtı. Devran içinse her doğan gün yeni bir kaçıştı. Fakat Özlem, sadece sevmenin yetersiz olduğunu Devran’la birlikte yaşadıktan sonra anladı. Özlem, “Birlikte büyüyemiyorsak, bu sevgi çocuk kalır.” demişti. Devran buna sessiz kalmıştı. Çünkü, Devran’ın büyümeye cesareti yoktu. Devran büyüyemedi… Özlem ise gitti! Her tarafı kaplayan sessizliğin yerini büyüyemeyen çocuğun ağlayışları dolduruyordu.
Ne zaman camdan dışarı baksa anılar birer gölge gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Yine de değişemedi. Ama bir şeyleri anlamaya başlamıştı. Sevenler için hayatın sadece birlikte olmakla yeterli olmadığına; asıl önemli olanın aynı yolda yürümek olduğuna Devran artık kâni olmuştu. Onlar, birbirlerine farklı yönlerden yaklaşmışlardı. Acaba buna tesadüf mü denmeli?.. Devran, aylar sonra Özlem’le geçmişin tozlu perdesini aralayacak bir tiyatronun kapısında karşılaştı. Tıpkı, karanlığın içinde bir ışık hüzmesi gibi, Özlem çıkıvermişti karşısına. Göz göze geldiklerinde tiyatro, sanki perdelerini onların hikâyesi için açacaktı. Devran, Özlem’in bakışlarında, yıllar önce dudaklarından yere düşmüş o cümleyi okuyordu. Karşılıklı bakışmalar ve sessizlik, o cümleyle yüzleşmenin ikinci bir dönüm noktasıydı. Bir öykünün virgülle ayrılmış iki öznesi olan Devran ve Özlem, Eckhart Tolle’nin “Şimdinin Gücü” isimli kitabından ilham alınarak aynı isimle kurgulanmış tiyatro oyununu birbirlerinden habersizce seyretmeye gelmişlerdi. Selamlaşmadılar! Yan yana oturmadılar. Aralarında bir izleyici vardı. Devran,“İnsan hatalarını da sevebiliyormuş. Sen hataydın ve ben seni hâlâ unutamıyorum.” diye fısıldadı. Özlem ise aynı ses tonuyla, “Sen bana her zaman geçmişi yaşattın. Bugünü hiç yaşayamadık.” diye düşünceli bir hâlde mırıldandı.
Tiyatronun dekorunda bir evin pencereli bir duvarı ve pencerenin içinde solmuş bir gül vardı. Duvarın üzerinde ise durmuş bir saat asılıydı. Sahnede, Eckhart Tolle’nin “Şimdinin Gücü” kitabından esinlenerek dile getirilen, “Benim bugünüm ve geleceğim geçmişin bir kopyasıdır. Hayatımda yüzeysel değişiklikler olabiliyor ama gerçek anlamda değişmedim. Şimdinin gücüne erişmek için geçmişimden kopamadım.” sözleri tiyatro sahnesinde haykırılırken, Özlem yüzünü Devran’ın oturduğu tarafa çevirdi. Koltuk boştu.
Heybet AKDOĞAN
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.