ÖYKÜ
Son gelen yolcuyla kapanan kapı –gitme vakti- düşüncesinin zihinlere yerleşme anı. Koltuk rahat mı, oturuyorum işte, rahat olmasa ne yapacağım? Şikâyetinle ne değişecek? Sadece aklından geçenleri hiçbir zaman öğrenemeyeceğin bir çift göz durup bakacak karşında. Sanırım rahat koltuklar. Bir çift göz kalsın yerinde. İkram ne zaman acaba? Aceleci görüyorum kendimi. Mavi perdeleri katlı büyük camın ardından izlediğim anlık değişen görüntüler. Evet, koltuklar rahat, ben de rahatım. Şimdilik. Uyku mu? Belki sonra. Koridorda gezinen parlak saçlı bir genç. Hiç oturmaz mı acaba?
İsim kontrolü mü? Evet, o benim. Herkesin ismini bilen tek kişi o. Benim bildiğim ise sadece yanımdakinin ismi. “Rıfat,” diyor parlak saçlı genç. Konuşmayı sevmez bir hali var Rıfat’ın. Bir baş hareketiyle onaylıyor. Kepsiz verilen asker selamı gibi. Başında kep varmış zannedip de verilen kepli selam, komutanın sinir hücrelerini harekete geçirmişti ve sadece gözleriyle yeterince şey anlatmıştı. Yolculukları sever miyim, hâlâ bilmiyorum. Hangi araçla gittiğimin bir önemi var mı? Çoğu kişiye göre var. Bana göre var mı, bilmiyorum. Arka tarafta mırıldanmalar.
Rıfat, sanırım rahatsız oluyor. “Biraz sessiz olun lütfen!” Rıfat, bulmacasına kaldığı yerden devam ediyor. Soldan sağa altı harfli, Ortadoğu’da bir ülke. Son harfi “e” mi onun?
“Suriye,” diyorum, ödül kazanmış yarışmacı tavrıyla. Rıfat, yuvarlak camlı, kemik çerçeveli gözlüğünün arkasından bir bakış yolluyor. Anlıyorum. Mavi perdeleri katlı o büyük camdan bakıyorum. Akıp giden ağaçlar, evler… Akıp giden biziz, onlar duruyor yerinde. Yolculukları sever miyim, hâlâ bilmiyorum. Peki ya, yaya olarak yolculuk etmek? Ama çok çabuk yorulurum. Yorulmayı sevmem. Sevmediğim o kadar çok şey var ki. Yorulmak dışında, aklıma şu anda bir şey gelmiyor. Aklıma bir şeyin gelmiyor olması, aklıma, bir şeyleri çok çabuk unutuyor olmamı sevmediğimi getiriyor.
Sarsıntılar… Yollar çok mu kötü? Hareket eden başlar ne kadar da senkronize. Ben de dâhilim buna. Yolculuk boyunca aklıma gelir belki bu sevmediklerim. Rıfat’a sorsam neyi sevip sevmediğini? Belki aklıma gelir bir şeyler. Yukarıdan aşağıya üç harfli, titreşim. “Ses” değil mi o? Sessizce bir “Ses,” diyorum. Anlıyorum ki Rıfat, işine karışılmasını sevmiyor. Ben de mi sevmiyorum acaba? Belki. Başka? Yolculuk boyunca aklıma gelecektir mutlaka. Peki, ya uyku? Uykudan vakit kalır mı düşünmeye? Annemin söylediği ninniler gibi değil belki; ama yol boyunca geçirdiğim sarsıntılar ve motorun uğultusu, beni uyutur hep; ya da bu rahatsız edicilikten kurtulmak için uyumaya zorlarım kendimi. Koltuklar rahat; ama bir yastık alsa mıydım yanıma?
Rıfat, bulmaca sayfasını katlayıp cebine koyuyor. Uyusam mı acaba? Hava da aydınlık… Mavi perdeleri çeksem, Rıfat’ın seyrini engellemiş olurum. Peki, ya tüm perdeleri çeksem, nasıl bir tepkiyle karşılaşırım? Uyusam, birkaç rüya görürüm elbet. Araya mutlaka kâbuslar ya da anlamsız kişilerin anlamsız halleriyle süslü ve hiçbir mana içermeyen önemsiz rüyalar. Bilinçaltına atılmış yüzlerce kişi veya nesne. Çöplük. Ben istemediğim halde, beynimde yer kaplıyorlar ve ben istemediğim halde rüya ya da dil sürçmesi olarak bulundukları yerden bir şekilde çıkıyorlar. Temizlemek mi? Belki mümkündür. Rüyalar… Hepsini unutmak uzun sürmüyor. Ya unutamadıklarımı bir türlü unutamıyor olmam? Bir anlamı mı var yoksa her birinin.
Mavi perdeleri katlı büyük camın ardında, geometrik biçimde sürülmüş tarlalarda çalışanların, pırıl pırıl parıldayan terlerinin kutsallığı dolduruyor gözlerimi. Rıfat da bakıyor, mavi perdeleri katlı o büyük camdan dışarı. Peki, onun gözlerini dolduran ne? Bir anlamı var belki de o rüyaların. İçimde bir yerlerde gizli; ya da gizliymiş gibi zannediyorum. Sadece fark edemiyor da olabilirim.
Parlak saçlı genç geziniyor. “Ne alırsınız?” Rıfat su istiyor, bense çay. Rıfat suyu içiyor, bense çayın soğumasını bekliyorum.
Mavi perdeleri katlı o büyük camdan bakıyorum. Neyi görüyorum ben? Ayna karşısında kendimi görüyor olmamdır belki de gerçekten gördüğüm. Ya benim dışımda gördüklerim, kaçı gerçek? Objektiften büyük bir dikkatle ve titizlikle bakıp çektiğim fotoğrafların içinde gördüğüm aslında neydi? Arkadakiler uyukluyor. Rıfat, elindeki boş plastik bardağı buruşturup rahatsız edici bir ses çıkartıyor. Bense mavi perdeleri katlı o büyük camın ardından, alçak uçuş yapan bir kuşun süzülüşüne hayranlıkla bakıyorum. Kuş uçuyor. Kuş, gözden kayboluyor. Herkes farklı görüyor bir şeyleri. Ben de öyle. Hangimizin gördüğü aslında gerçek?
Yolculukları sever miyim, hâlâ emin değilim. Yanımda nasıl biri oturacak acaba düşüncesinin, herkes gibi benim de aklımı bir süre oyaladığı olmuştur. Ne saçma bir oyalanma. Hayattaki birçok saçmalık gibi. Ne fark eder ki, sonuçta benim gibi bir insan değil mi? Evet, insan ama benim gibi değil; ya da ben onun gibi değilim. Aslında merak ettiğimiz sadece görünüşü mü, yoksa karakteri mi? Bir bakış yeter görünüşünü anlamaya. Ya karakterini anlamak için bir kelam yeterli olur mu? Her insan koyar mı karakterini sahneye? Hayır. Bir değil de, bin kelam edilse ne olur? Bin kere hayır olur dersem, bu durumu anlatmak için hangi kelime yerinde olur? Rıfat bilir mi? Ben bilmiyorum. Yolculuğu sevip sevmediğimi bilmediğim gibi.
Uyumuş muyum? Boynumda bir ağrı. Sarsıntılardı benim gözlerimi aralayan. Saate bakıyorum. 14:00. Çok mu havasız? Boynumda şiddetli bir ağrı. Yastık alsaydım ne iyi olurdu. Rıfat uyumuş muydu acaba? Parlak saçlı genç, yine koridoru turluyor. Su ve çay. Rıfat içiyor, ben soğumasını bekliyorum. Bakıyorum, mavi perdeleri katlı o büyük camdan. Baktığım her neyse onu görüyorum. O, ilk ve son gördüğüm oluyor. Aynı yere bir daha baksam, aynı şeyi bir daha görmüyor olacağım. Kiminde ufak, kiminde büyük dokunuşlar olacak. Hayatın dokunuşları. Ve gözden kaçan da bu. Sarsıntılar, senkronize başlar, horlayanlar, havasızlık, hafiften bir koku… Ve var olduğumu anımsatan binlerce şeyin kuşatılmışlığı. Çok sayıda varoluşun içinde, varoluşsal sancıları yaşayanlar. Bilerek; ya da bilmeyerek. Saat 14:30. Motorun uğultulu sesi. Kepsiz verilen selamın pişmanlığı.
Rıfat, bir başka cebinden bir başka bulmaca çıkarıyor. Her görüntünün başka bir hali. Herkesin gördüğü hâl başka. Yanımda sessizliğe gömülü, yuvarlak cam ve kemik çerçeve gözlüklü Rıfat da mavi perdeleri katlı, o büyük camdan bakıyor. Ama ne o benim gördüğümü görüyor, ne de ben onun gördüğünü görüyorum. Aynı açıdan mı bakıyoruz? Hayır. Aynı açıdan bakmanın imkânsızlığıyla, aynı şeyi görmüyoruz.
Göz kapaklarıma çöken ağırlıkla, bulmacaya son bir göz gezdiriyorum. Soldan sağa beş harfli, muharebe. “Savaş,” diye mırıldanıyorum. Yıkılmak üzere olan başımı Rıfat’a çevirdiğimde, beyaz kirli sakal ve pos bıyıklarının arasından, içten bir gülümseme yolluyor varlığıma. Yolculukları sever miyim, hâlâ bilmiyorum. Ama uykuyu severim. Koltuklar rahat ama bir yastık olsaydı hiç fena olmazdı.
Enver Karahan
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.