Vurulan Kimdi? / Kübra Erbayrakçı

ÖYKÜ

Vurulan Kimdi? / Kübra Erbayrakçı
Yayınlanma: Güncelleme: 71 views

Sayardım ben her bir şeyi. Saymadan duramazdım.
Basamakları, günleri, ayları, yılları, paraları..
En çok da Kamil Ağabey’in dövdüğü adamları.

Silah sesi duyuldu bir yerden. Sesin geldiği noktaya kulaklarım odaklansa da, korkudan ne tarafa doğru gideceğimi bilemediğimden olduğum yerde duruyorum. Kamil Ağabey’in boğuk sesi işitiliyor. Yine ahkam kesiyor herkese. Yoksa, birini mi öldürmüştü? Eğer ya masum bir insanı öldürdüyse? O zaman ne olacaktı? Kamil Ağabey yapmazdı. Onun yüreği pamuk gibidir. Sevdiğini tam sever, kızdığına da tam kızan tiplerdendi. Mahallenin ağır ağabeylerinden biriydi işte. Geçenlerde sokak arasında görmüştüm onu. Yine siyah takım elbisesini giymiş, sol cebinde mendil, elinde Erzurum’dan getirdiği oltu taşından bir tespih ve kundura ayakkabılarıyla korku salıyordu etrafa. Ben hiç korkmazdım ondan. Farklı bir kişilikti ancak güleryüzlüydü. Sokakta çocuklarla top koşturur, kahvehanede pişpirik oynardı kanka dedikleriyle. Pazardan gelen yaşlı teyze gördü mü dayanamaz, ellerinden poşetleri alıp kahramanlık taslardı. Kahraman bir tip değildi aslında. Nedendir bilmem, yüzünde taşıdığı masum sıfatla gönülleri fethederdi. Kim bilir belki de benimde gönlümü fethetmiştir diye düşünmeden de edemiyorum. Ben hayallere dalıp gitmişken ikinci bir silah sesi daha duyuldu sokağın ta en başından.

Korktum. İçime bir ateş düştü sanki. Ya Kamil Ağabey vurulduysa? Vardır elbette anlaşamadığı insan. Kim severdi ki onu? Düşmanları çoktu. Geçenlerde siyah Mersedes arabadan inen mafya baba kılıklı bir adam tarafından tehdit edilmişti. Görmüştüm bu keskin gözlerimle. Dut yemiş bülbüle dönmüştü bizim Kamil Ağabey. ‘Ödeceğim baba, ödeceğim, valla borcumu ödeyeceğim’ deyip duruyordu. İlk defa onu böyle görmüştüm. Oysa hiç kimseye diz çökmezdi. Mahallenin efesi gibi bir şey iken koskoca adam ağlamaktan beter hale düşmüştü gözlerimin önünde. O zaman onun için çok üzülmüştüm. Sonra üzüntüm boşvermişliğe bırakmıştı kendini. Silah sesleri duyulmaya devam ediyordu.

Annemde arkadan bana bağrınıyormuş meğer. Duymadım onun sesini. Olduğum yerde nöbet tutarmış gibi bir halim vardı. Korkudan mıdır nedir, ne bir adım atmışım, ne de bir adım geri. Annem kolumdan tuttuğu gibi; ‘Ne işin var senin burada kız’ deyiverdi. Kamil Ağabey’i düşünüyordum diyemediğim için sesimi çıkarmadan eve doğru annemle birlikte yol aldım. Hızlıca babama selam vermeden odama doğru basamakları sayarak çıktım. Bu da benim normal hastalığımdı. Sayardım ben her bir şeyi. Saymadan duramazdım. Basamakları, günleri, ayları, yılları, paraları.. En çok da Kamil Ağabey’in dövdüğü adamları. İri yapılı adamdı, bir bağırdı mı, uçan kuş bile korkardı. Tabii bende korkardım. Ama bilirdim ki, onun karakter yapısı buydu. Babamın anneme bir şeyler mırıldandığını işitince hemen koşturuverdim kapıya. Onları dinlemeye koyuldu çınlayan kulaklarım. Babam anneme; ‘Kim kimi öldürmüş gene’ diye soruverdi. Annem cevap vermeyerek sessizliğini korusa da, dayanamayarak; ‘Bizim Kamil, yine yaptı yapacağını’ dediği anda yüreğim yerinden çıktı. Evliydi bizim ağır ağabey. Bir karısı vardı; sarışın, mavi gözlü, kısa boylu. Topuklu ayakkabıları ile meydanda dolandı mı, herkesler ona bakardı. Güzel kadındı. Gülüşü kıskanılacak kadar hoştu. Mahallede kimse ile konuşmaz, geceleri geç saate kadar dışarlarda dolanırdı. Eee bizim Kamil Ağabey, delikanlı adam, buna izin vermezdi. Yoksa dedim kendi kendime, karısını mı vurdu? Gazetelerde boy boy manşet okuruz artık. Hapishaneye de girer. Belki üç beş yıl yatar, sonra çıkar. Bir takım elbise ile ceza indirimi almasını iyi bilir bizim ağabeyimiz. Ağzı da iyi laf yapar. Bu yüzden sevmiştim onu zaten. Gönlü güzel adamdı. Bir de çirkindi. Olmayan saçlarıyla kendine yakışıklı imajı vermeye çabalardı. Annesi ve babası hiç olmamış. Çocuk esirgeme kurumunda büyümüş, oradan da kaçmış sokaklara. Sokaklar onu büyütmüş. Hep böyle anlatırdı. Bende dinlerdim onu üzüntüyle. Belki de acırdım. Anne babasız büyümek her çocuk için zordur. Ben bilmem tabii bu hissiyatı. Annemde vardı, babamda. Hatta bir oğlan kardeşim bile vardı. Kamil Ağabey’in yoktu. Ne annesi, ne babası, ne de bir oğlan kardeşi.

Ben bunları düşünürken babam aniden gürleyen sesiyle bağırdı; ‘Vay şerefsiz..’ Ne olmuştu da bu kelimeyi kullanmıştı babam. İyi duyamıyordum onları ve bu canımı sıkmaya başlamıştı. Arda hızlı adımlarla odama girdi aniden. ‘Ne oluyor be!’ diyemeden dalga geçer havasıyla; ‘Bizim Kamil ölmüş’ dedi. İnanmak istemedim o an. Dünya ve zaman durmuş olmalıydı. Yalan söylüyorsun da diyemedim esmer, uzun boylu, yakışıklı kardeşime. Sustum. Sustukça içimdeki nefes daha da büyümeye başladı. İnanmak istemedim. Kim neden öldürmüştü Kamil Ağabey’imi? O benim çocukluğumdu. Çocukken az şeker almamıştı bana bizim bakkal Nuri’den. Arkadaşlarım yok diye benim arkadaşım olmuştu bir bahar günü. Beni döven çocukları dövmüştü. Okuldan ağlayarak geldiğimde beni güldürmeye çalışmıştı. Ah be Kamil Ağabey.. ‘Kim öldürmüş onu?’ diye sorduğumda ise Arda, cevap vermedi. Şaka yaptığını belli eden yüz ifadesiyle gülümsedi. ‘Üzülme kız. Ölen Kamil değil, ufak kızı imiş’. O an bağırmak istedim. 3 yaşında kızı vardı. Adı da Ravza idi. Tatlı dilli bir şey, sokakta bıcır bıcır yürür, babasınında peşinden ayrılmazdı. Bizim Kamil Ağabey’in tek evlatlığı. Baba olduğu günü hatırlarım da, sokakta deli gibi bağırmıştı. Tatlıcı Hasan Usta’ya da baklava siparişi vererek bütün mahalleye baklava ikram etmişti. Sinirden ne yapacağımı bilemediğimden koşarak annemin yanına indim basamakları sayarak. Annem, olanları tek tek anlatıyordu babama. Bende oturdum merdivenin başına ve onları dinledim. Meğer bizim ağabey’in çok borcu varmış mafya babası Abdullah Bey’e. Ödeyememiş. Bunun bedelini de kızıyla ödemiş. Ne üzücü bir hikaye değil mi diye sordu bu hikayeyi baştan sona anlatan Meltem. Güzel uydurmuştu hikayeyi. Yetenekli kızdı. Öğretmen bir hikaye yazın ödevi verdiğinde baştan hiç hoşuma gitmemişti bu durum. Ama şimdi düşünüyorum da, hayallerimizi istediğimiz şekilde zorlamak bizim elimizdeydi. Meltem, masanın ucunda duran çayını bir yudumda içtikten sonra; ‘Sen nasıl bir hikaye yazacaksın?’ diye soruverdi. Cevap veremedim, sustum ve sustukça yazacağım hikayenin sahteliğini düşündüm. ‘Bilmem’ diyerek önümde duran kekleri bir güzel afiyetle yedim.

Kübra Erbayrakçı

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.