ÖYKÜ
Telefonum çaldığında yarı uykulu hâlde kanepede uzanıyordum. Ağustos ayının kavurucu sıcakları şehrin üzerine çökmüştü. Televizyonlarda yine aynı haberler vardı. “Ülkenin dört bir yanındaki orman yangınları.” Alevler ve duman görüntüleri arasında ormandaki ağaçlarla birlikte içim yanıyordu. Bana göre burada bir suç olmalıydı. Mutlaka hain birilerinin parmağı vardı. Bu haberler sadece bir haber olamazdı; zihnimde yeni sorular, yeni ihtimaller uyandıran gizli kapıların arkasında kişiler olmalıydı.
Telefonum çaldığında önce duymazdan geldim. Çoğu zaman banka aramaları ya da yanlış numara olurdu. Bu yüzden isteksizce açtım. Bir kadın sesi… Sesinde bir telaş vardı. İçime tuhaf bir merak saldı.
“Murat Bey, İsmim Elif. Selin’den aldım numaranızı” dedi. “Sizinle görüşebilir miyim?”
Selin kız arkadaşımdı. Altı aydır beraberdik. Hayret ettim, hiç söz etmemişti Elif’ten. Görüşmeyi kabul ettim.
Birkaç saat sonra, anlaştığımız üzere, şehir merkezinde, K pasajının içindeki N kafede beklemeye başladım. Ahşap masaları, solgun ışıklarıyla zamanın unuttuğu bir yerdi burası. Çok bekletmedi beni. Kapıdan içeri girdi. Yirmi beş yaşlarında, ince yapılı, zarif bir kadındı. Siyah saçları omuzlarına dökülüyor, ela gözleri insanın içine işliyordu. Ama bakışlarında başka bir şey vardı. Huzursuzluk.
Oturduğunda uzun uzun nefes aldı, sonra söze başladı:
“Murat Bey, kusura bakmayın sizi meşgul ettiğim için. Ama başka çarem yoktu. Kocam Serkan günlerdir yok. Bir roman üzerinde çalışıyordu. ‘Sessiz bir yerde birkaç hafta çalışacağım’ dedi ve gitti. Ama bu güne kadar geri dönmedi. Telefonu kapalı, adres de vermedi. Ne olur yardım edin.”
Sonra konuşmasına devam etti. “Serkan’ın bir kitabı yayınlandı, edebiyat çevresinde iyi yazdığı söylense de kitabı çok satanlar listesine giremedi. Yani görünmez bir yazar işte.”
Sözleri kafamda yankılandı. Serkan… Hiçbir çağrışım olmadı…
“Bugün posta kutumda bir mektup buldum” dedi. “Serkan’dan gelmiş…”
Sözleri bulunduğumuz kafenin havasını değiştirdi. Yerini bir esrar duygusu aldı. Normalde böyle işlere karışmam. Birkaç gazete kupürüyle ilgilenmek, dedektifçilik oynamak başka bir şey gerçek bir kayıp vakasına dâhil olmak bambaşka bir şey. Ama Elif’in gözlerindeki çaresizliği görmezden gelemedim. İçimdeki merak da bu fırsatı geri çevirmeme izin vermedi.
Mektubu alıp okumaya başladım.
Elif’im,
Bu satırları yazarken içimde hem tarifsiz bir sevgi, hem de sana açıklayamayacağım bir ağırlık var. Biliyorum, senin gözlerinde kaygıyı görür gibiyim. Ama bazen insanın kendi yoluna tek başına yürümekten başka çaresi olmuyor.
Her zaman söylüyorum ya: sen olmasaydın bu dünyada yazacak tek satırım bile olmazdı. Sen benim ilhamım, tek dayanağımsın. Ne yazık ki kalemim bana bir yol çizdi ve o yolu yürümek zorundayım.
Romanımı bitirdim. Uzun süredir içimde büyüyen, beni geceler boyu uykusuz bırakan o roman tamamlandı. Yayınevine gönderdim. Son bölüm hariç ama. Bütün sırlar, son bölümde saklı. Yayınevi sahibi bu haliyle romanımı çok beğendiğini söyledi. Sana söz, bu kitapla hayatın değişecek.
Ve… Asıl söylemek istediğim şu: bu mektubun sonu, benim de sonum. Şaşırma, korkma… Çünkü bu mektupla kalemimin yazdığı Serkan’ın kaderinin izini süreceksin.
Ve şimdi son sözlerim: Romanımın son bölümü on sayfa. O on sayfa kâğıt yerine gerçeğin duvarlarında yaşıyor. Yeni dairemizde. Romanın son on sayfasını duvarlara yazdım. Ve ben… orada olacağım.
Unutma Elif, bu bir veda, sonsuz yolculuk.
Seni her zaman sevdim ve hep seveceğim. Bunu unutma.
Mektubu okurken şaşkındım. Dudaklarım titredi. Satırların arasında saklı olan karanlığı hissettim. Çünkü mektubun sonunda şifreli satırlar vardı.
Elif’in gözleri bana çevrilmişti; hem korku, hem umut vardı bakışlarında. Bu artık bir kayıp vakası değil, ipuçlarıyla örülmüş bir oyun gibiydi. Serkan, hayatını romanının içine gizlemiş, kendi kayboluşunu da satırlarına işlemişti.
x
Hiç düşünmeden arabama atladık. “Nereye gidiyoruz. Eviniz nerede?” dedim.
“Serkan yeni taşınacağımız daireden söz ediyor. Ben yolu tarif ederim.”
Elif yanımda sessizdi. Gözlerini dışarıya dikmiş, dudaklarını ısırıyordu. Onun o halini gördükçe içimde garip bir çelişki büyüyordu: bir yanım Elif’in çaresizliğine üzülüyor, bir yanım da Serkan’ın bıraktığı bu tuhaf oyunun ardındaki karanlığı çözmek için yanıp tutuşuyordum.
“Belki de sıradan bir ayrılık vakasıdır” diye düşündüm ama sonra mektuptaki satırlar aklıma geldi:
“Romanımın son on sayfası, duvarlarda yaşıyor.” Böyle bir şeyi sıradanlıkla açıklamak mümkün değildi.
Apartmana vardığımızda arabamı gölge bir yere park ettim. Binanın dışı boyasızdı, camları yerleştirilmemişti. Sadece ağustos sıcağı karşıladı bizi. Kapı açıktı. İçeri girdiğimizde bir inşaatın soğuk boşluğuyla baş başa kaldık.
Basamakları hızla çıktık. Ayağımın altındaki beton basamakları çıkarken kalbim sanki göğsümden çıkacak gibiydi. Elif benden önce davranıyor, sanki bir an önce eşine ulaşmak için merdivenleri koşar adım tırmanıyordu. Benim aklımda ise tek bir soru vardı: “Eğer Serkan’ın yazdığı roman gerçek olduysa… Biz bir kitabın sonunu yaşamaya mı gidiyorduk?”
10. kata vardığımızda Elif titreyen elleriyle daire kapısını açtı. İçeri adım attığımızda karşımıza çıkan manzara tüylerimi ürpertti.
Duvarlarda, gerçekten de romanın sayfaları kırmızı kalemle yazılmıştı.
“Katil, kanayan kolunu tutarak apartmanın karanlık merdivenlerinden koşuyordu. Polislerin ayak sesleri giderek yaklaşıyordu. Bir kapı aralığından içeri süzüldü. Gözleri karanlığa alıştığında duvarlarda kendi yazısını gördü…”
Boğazım kurudu. Elif duvardaki bütün yazılanları okumak ister gibi bakıyordu ama ben kolundan tuttum. “Hayır, şimdi değil” dedim. Çünkü hissediyordum: son odada bizi bambaşka bir şey bekliyordu.
Koridorun sonundaki odaya yürüdük. Kapıyı açtığımızda zaman bir anlığına durdu. Serkan, odanın tam ortasında bir sandalyede oturuyordu. Başı yana düşmüş, elinde hâlâ kalemi vardı. Yere düşmüş mürekkep lekeleri göze çarpıyordu. Masanın üzerinde ise kısa bir not…
Elif çığlık attı. Ben ise donakaldım. Kağıdı elime aldım. Titreyen parmaklarımla satırları okumaya başladım:
Elif’im,
Yaptığım şey sadece bir kaçış değil, aynı zamanda bir hesap. Biliyorsun, bu daireyi çok istedin. Senin hayalini gerçekleştirmek için her şeyi yaptım. Ama müteahhide olan borçlarımız belimi büktü. İki ay mühlet verdi bana. İki ay… Sonra elimizden her şey gidecekti.
Romanımı bitirdiğimde tek umudum, satırlardaki çığlığın bir gün duyulmasıydı. Ama iyi yazmak yetmiyor; bazen duyulmak için daha fazlası gerek. İşte o zaman aklıma geldi: Eğer bu romanın sonu benim sonumla aynı olursa, gazeteler, televizyonlar, bundan söz edecek. İnsanlar merak edecek, kitabı arayacak, satırlarımı okumak isteyecek. Ve satışlar artacak. Telif gelirleriyle borçlar kapanacak.
Evet, biliyorum, bu sana bırakılacak en ağır miras. Ama başka çarem yok, Elif. Benim kahramanım romanın sonunda ölüyor. Onu yaşatmak için ben de ölmeliyim. Çünkü yazar kahramanından ayrılamaz. Affet beni… Tek dileğim, bir gün bu kitapla birlikte adımın yükünü hafifletmen. Seni her şeyden çok sevdim.
Serkan.
Hasan Çelikkol
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…