ÖYKÜ
Cinnet bu, diye söylendi odada. Tüm dünya zıvanadan çıktı.Koltuğa özenle oturttuğu annesinin iniltileri kulağına çarptı. Ev toz içinde. Günlerdir açılmayan pencerelerden ağır bir koku çöktü. Perdeler yemek buharını tuttu; rutubetle birleşen koku duvara sindi. Mobilyaların üzerinde parmakla çizilecek kadar tabaka vardı. Bu saatte temizlikçi kadın bulmak mümkün değil. Akşamın alacasında anasını sırtına aldı, üç kat merdiveni kan ter içinde çıktı.
Kadın her gün ufaldı; etler çekildi, kemikler öne çıktı. Çocuk bedenine benzeyen bir kırılganlık kaldı. Yatalak bir çocuğa döndü. Her gün bir anı eksildi; gözlerin ardında boşluk büyüdü. Geçen akşam kaşığı uzattığında yabancı bir bakışla karşılaştı. Sittin senedir kızınım be anacığım, dedi içinden; yutkundu, ses çıkmadı.
“Beni tanımıyorsun. Hatırlamak istemiyorsun,” diye söylendi. “Oğullarını, torunlarını tanıyorsun; bana gelince perde iniyor.”Sırtlanmak, beslemek, altını temizlemek, uyutmak… Hepsi ona kaldı. Ceza bu. Evlenmedi ya… Melahat, anasının bekçisi. Bir gün açlığı da unutur, çiğnemeyi de, yutmayı da. O günü hayal etti: lokma dilde ezilir, suyla bile gitmez.
Televizyonu kapatmayı düşündü; vazgeçti. Evde ses olsun, duvarlar konuşsun. Haberde uzak sayılmayan bir ülke var. Roketler bir hastaneye indi. Kadınlar, çocuklar, ölüler. Büyük adamlar ekranda el sıkışır. Altta kayan yazı acele eder, siren sesi görüntünün arkasından sızar. Yıkıntıların arasında genç bir kadın belirdi; sırtında yaşlı biri. Bir adım attı, sonra bir adım daha. Omuzları sarsıldı. Melahat ekrana eğildi. Sırtındaki yükle merdiveni çıktığı ânı gördü.
Oğlanlar, Halit’le Ahmet, köyde ağzını açmadı. “Ne götürüyorsun kadını; biz bakarız,” demediler. Gelinler istemedi yaşlı kaynanayı. Bıraksaydı, bir tavan arasında Kafka’nın böceği gibi kurusun isterlerdi. Bahçe işi, bağmat, fındık; çocukluğundan beri hepsi onda. Oğlanlar bahane buldu, o biçti, o topladı, o yaktı. Dönüşte yine sustular. “Biraz daha kalın; fındık bitsin,” demekle yetindiler. Onlar için bahçe sepet kadar; onun için bütün ömür, bütün yorgunluk.
Akşamın alacasında apartmana girdi. Girişte lastiği çıkmış bir çocuk bisikleti durdu; zili pas tuttu, zemin kattaki halının kenarı kıvrıldı. Merdiven kovasında soğuk bir yemek kokusu asılı; kıymaya karışan soğan. Birinci katı rahat geçti; otomat söndü, ışık çekildi. Karanlık birden indi. Apartman sessiz; tek bir kapı aralanmadı. Kör, sağır, dilsiz komşular. İkinci katta nefesi kesildi. Her basamak bir taş daha koydu sırtına. Korkuluk soğuk; avuç içi metalin pasını aldı.
Üçüncü kata yaklaşınca kadın mırıldandı:— Ahmet, Halit… neredesiniz?Melahat dişlerini sıktı:— Buradayım işte.
Kapıyı güç bela açtı. Anahtar dönmedi, sürgü direndi. Kapı şişti; altındaki süpürgelik yerinden oynadı. İçerisi boğucu koktu. Saatlerdir araba kullandı; gözleri yandı. Hapşırığı tuttu. Televizyonu açtı. Tekli koltukta kadın tedirgin bakışla izledi.— Acıktın mı? dedi Melahat.— İstemem… sonra, dedi kadın, başını yana çevirerek.
Mutfağa geçti. Dolap kapısı gevşek; çekince tak tuk etti. Buzdolabında yumurta var, biraz da bayat ekmek. Çantada mısır ekmeği durur. Tereyağı tabağında tuzlu su birikti. Tavayı ocağa koydu, metal tabana tırnakla dokundu; soğuktu. Ocağı yaktı; çıtırtı çıktı. Yağ eridi, kokusu yükseldi. Yumurta kırdı; sarısı top gibi açıldı. Tuzu az koydu; anasının dili tuza dayanmaz.
Köyden getirdiği fındıkları hatırladı. Ceplerine doldurduğu günleri; kabuk kırarken çıkan çıtırtıyı, parmak aralarına sinen yağı. Anası ancak kırılmış kabuğu yer. Bazen Melahat dişle böldü; yarım lokma anneye, yarım lokma kendine. O an kadın gülümsedi:— Senin fındık kıranın da oldum ya…
Televizyonda sunucu aynı tonda konuştu. Düz, yorgun bir ton. Hastaneye düşen roket, kayıp listesi. Kayan yazı isimleri taşıdı; isimler ekrandan kaydı. Cinnet, dedi içinden. “Allah’ın gazabı” demek istedi; dil dönmedi. O Allah, Melahat’in derdine çare değil. Ekrandaki kız bir basamak indi, ikincisini zorladı. Sırtındaki kadının kolu boşlukta sallandı. Birileri bağırdı; siren sesi yaklaştı. Melahat avuçlarını ovuşturdu. Ekrandaki kol, kendi anasının koluna benzedi.
Cehennem başka yerde değil, dedi. Tam burada.Yola çıkalı on saat oldu; hâlâ direksiyonun hayaleti parmaklarında. Parmak boğumları ağrıdı; sağ bilekte sızı kaldı. Telefona baktı. Bildirim yok. Ne arama, ne mesaj. Aile grubunda en son fotoğraf: yeğenlerin salıncaktaki gülüşü. Altında bir kalp; o da gelinin kalbi. Ses yok. “Varabildiniz mi?” diye soran çıkmadı. Köyde tek dert pay. Fındık, ev, yayla odası. “Hakkımız,” derler. Hz. Yusuf’un kuyusu geldi aklına. Kardeşler kıskançlıkla birbirini satar; kuyu taş gibi soğuk. “Sübyanların geleceği,” diye sızlanır onlar. Melahat sustu; içindeki ses bağırdı.
Mutfakta tavanın dibi tutacak gibiydi; ateşi kıstı. Yumurtayı iki tabağa pay etti. Anasının önüne bıraktı. Kadın çatalı kavradı; titrek bir hareketle sarıya dokundu. “Sıcak,” dedi. Gözleri bir an ıslandı. Melahat su verdi; bardakta kireç halkası kaldı. Masanın üstünde ufak bir mendil, bir de ilaç kutusu. Kutunun kapağı gevşek; iki beyaz, bir mavi tablet görünüyordu.
Televizyonda görüntü değişti. Ekran gri bir tozla kaplandı. Kameraman koştu, görüntü sallandı. Bir sedye, iki insan, bir kırmızı battaniye. Bir kadın bağırdı; sesi camın teline takılıp odanın içine girdi. Anası ekrana bakıp fısıldadı:— Bizim köy gibi…Melahat kısık sesle:— Bizim köy de aynı, evet.
Sokak sessiz kaldı. Arada bir asansör uğultusu geldi; sonra kesildi. Üst kattaki çocuk odasının tavanında plastik yıldızlar var; gece parıldar. Melahat bazen onları hayal eder. O yıldızlar ışık verir; kokusu yok, sesi yok. İnsan yıldızı da kirletir mi, diye düşündü. İnsan her şeye elini sürer; iz kalır. Bu evde iz çok. Kapı kolunda sabun artığı, çekmecede eski naylon, pencerede bant izi. Banyoda kovalara sızan musluk; gece damlaları tek tek düşer. Her damla keskin bir sesle iner. Sabah olunca yerinde küçük bir halkacık kalır.
Telefonu tekrar açtı. Ekran parlaklığı gözünü yaktı. Kardeşlerin isimleri dizildi; sonra kayboldu. “Arasam?” diye düşündü. Ne fayda. “Gelinler açmaz,” dedi içinden. “Oğlanlar telefonu duymadı der.” Tekrar televizyona döndü. Kayan yazı yeni sayılar verdi. İsimler gitti; rakam kaldı. İzlemeye devam etti; çünkü bakmamak da kederi azaltmaz.
Anasının nefesi düzensizleşti. Melahat yaklaşınca odanın kokusu daha keskin geldi. Tereyağının kokusu tozla karıştı. Pencereye gitti. Camın dış yüzeyi kirli, iç yüzeyi buğulu. Parmağıyla halka çizdi; dışarıda lacivert gök, az sonra yağmur getirecek bulutlar. Karşı apartmanın balkonunda asılı bir halı dalgalandı. Balkon boştu. Kapı eşiğinde çamur izleri kurudu.
“Yarın bakkala uğrarım,” dedi kendi kendine. “Sabun, bez, peçete. Bir de pirinç.” İçinde liste oluştu. Eczane de lazım. İlaçlar azalır; reçete yenilenir. Anası bazen ilacı reddeder; ağzını kapatır. O zaman Melahat kaşığın ucuyla suyu damlatır; gün dayanır.
Televizyonda bir an sessizlik oldu. Sonra stüdyo döndü; sunucu başka bir başlığa geçti. Melahat kumandayı aldı, sesi kıstı. Odanın uğultusu ortaya çıktı. Buzdolabı motoru inledi; sustu. Dışarıda bir araba geçti; farlar duvara çizgi çizdi, kayboldu.Annesi koltuğa yığıldı. Omuzları düştü. Göz kapakları ağırlaştı. Melahat battaniye getirdi; dizlerine örttü. Parmaklarını battaniyenin iplerine dolaştırdı. Annesinin saçlarını eliyle düzeltti. Kadının yüzünde bir anlık huzur belirdi; sonra silindi.
Melahat sigarasını yaktı. Dumanı derin aldı; boğazı yandı. İçeride bir şey kıpırdadı; sigara ona eşlik etti. Pencerenin önünde durdu, sokağın boşluğuna baktı.“Başka cehenneme gerek yok,” dedi. “Cehennem burada.”Sokak sessiz kaldı; akşam karanlığında tek tük ayak sesi yankı yaptı. Uzakta bir kapı kapandı; sonra durgunluk. Bulut yüklü gök ağırlaştı. Yağmur indirecekse, indirsin artık.
Lavaboda su bıraktı; köpük dolaştı, gitti. Tabağı yıkadı. Yumurta sarısının halkası suya dağıldı. Tezgâhın köşesinde çatlak bardak durdu; camın kenarında ince bir kesik. Elini değdirince ürperdi. Bardağı çöpe attı. Çöp poşeti doldu; ağzını bağladı. Kapıya bıraktı.
Koltuk odasına döndü. Annesi uykuya kaydı. Nefes daha düzenli. Alnındaki ter parladı. Melahat mendil çıkardı; usulca sildi. Duvara asılı takvimde dünün yaprağı durdu. Yırtmadı. Günler aynı; çizik derinleşti.
İçinden bir ses: “Kız kurusu.” Sözcük acı bir tat bıraktı. “Ama taşıyan,” dedi. “Ama direnen.” Küçük, sade, sağlam bir cümle kurdu kendine.
Televizyonun ışığı kısıldı. Kumandayı kapattı. Odada yarı karanlık kaldı. Saat tik tak dedi; sustu. Dışarıdan ince bir yağmur sesi geldi. İlk damla camda iz bıraktı; ikincisi yanına düştü; üçüncüsü çizgiyi büyüttü.
Pandora’nın kutusu çoktan açıldı.Kapağını kapatacak el yok. Ama odada küçük bir sıcaklık kaldı: bir battaniye, bir nefes, bir tabak, bir mendil.
Erinç Büyükaşık
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Ayrintılar gerçekci, duyarlilik düşündürucu. Dil akıcı ve etkileyici.