Şiyar’ın Şiarı / Heybet Akdoğan

ÖYKÜ

Şiyar’ın Şiarı / Heybet Akdoğan
Yayınlanma: Güncelleme: 214 views

“Duymuştum oğlum. Dewrêş Ağa, Şırnak’ın en önemli ağalarından birisiymiş. Nâmı bizim oralara kadar yayılmıştı. Köyünde çok saygı duyulan bir insanmış. Kendi köyü ile civar köylerdeki fakir insanlara yardım edermiş. Kimin tarlası susuz kalmış, kimin hayvanı telef olmuş, kimin ocağı sönmüş…

Hepsini bilirmiş. Müşkülü olan insanların sorunlarını çözen bir ağaymış. Aşiretler arasında büyük sorunlar çıktığında, o problemleri kan dökülmeden hâlletmek için elinden geleni yaparmış. Kimsenin hakkını yemezmiş. Eli açık, gönlü tok bir ağaymış. Demek ki, senin patronun rahmetli Dewrêş Ağa’nın oğluymuş. Şanslısın oğlum. Adaletli bir babanın yanında yetişmiş bir evlâdın iş yerinde çalışıyorsun.” Sabah kahvaltılarını yaptılar. Baba, anne ve oğul işe gitmek için evden ayrıldılar. Şiyar’ın babası atık kâğıtları toplar, çekçekçilik yapardı. Annesi evlere temizliğe giderdi. Şiyar ise, yeni girdiği bir tekstil atölyesinde işe başlamıştı. Hakkarili bir aileydiler. Köyleri güvenlik gerekçesiyle boşaltığı için aile, Şiyar küçükken gelip İstanbul’a yerleşmişti. Şiyar, iş yerinde patronunun başucunda asılı duran gür bıyıklı, şahin bakışlı, pehlivan gibi bir vücûdu olan adamın fotoğrafından çok etkilenmişti. Patronuna adamın kim olduğunu sorduğunda, patronu, Şiyar’a babasından bahsetmişti. Şiyar’ın babası bir ara Dewrêş Ağa’nın oğluyla tanışmak istediğini söylemişti. Lâkin, Dewrêş Ağa muhabbetinin yapıldığı kahvaltı, Şiyar’ın babasıyla yaptığı son kahvaltıydı.

Baba Abdullah, çekçekçilik yaparken, kamuoyunda çok tanınan bir tarikata ait çakarlı bir otomobilin hızla çarpması sonucu hayatını kaybetmişti. Şiyar bundan böyle yaşam mücadelesini annesiyle sürdürecekti. Şiyar’ın hafta içi her günü, bir aşağıya bir yukarıya inip çıkan iğnelerin tıkırtılarıyla geçiyordu. Şiyar’a göre bu atölye, bir düzen içinde zamanı yoğuruyordu. Keskin kumaş kokuları; pamuk, yün, sentetik karışımları, gün boyu Şiyar’ın üstüne sinen yoğun kokulardı. Atölyede floresan lambalar gri duvarlara solgun ışıklar saçıyordu. Pencerelere yığılmış kumaş ruloları, iplikler, dışarıdan gelecek güneş ışığına karşı bariyer olmuşlardı. Duvarlara yaslanmış iplik makaraları, çalışanların yorgunluğunu sırtlanmış gibiydi. Bazı işçilerin boynunda asılı duran metreler, uzayıp giden yıllara meydan okurcasına birer madalyon gibi sallanıyordu. Masaların üstünde duran makasların her biri yaşamdan bir kesiti biçmeye hazır vaziyette bekliyordu.

Herkes çok hızlıydı ve tekrar eden hareketler sergileniyordu. İşçilerden bazıları ölçü alıyor, kimisi kesim yapıyor, birçoğu ise makine başında durmaksızın dikiş dikiyordu. Bir işçi, baş parmağını yara bandıyla sarmış, alnından damlayacak terin, keseceği kumaşa damlaması için sürekli alnını siliyordu. Dikiş makinelerinin sesini unutturan Müslüm Gürses’in, “Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar” şarkısı, işçilerin öfkesine öfke katıyordu. Şarkının her nakaratında dikiş makinelerine yüklenen işçiler, patronlarına daha çok kâr sağlıyorlar; dünyayı yakacaklarına kendi geleceklerini yakıyorlardı. Müslüm Baba seslendirdiği şarkıyla; merdiven altı işçiler sömürülen emekleriyle, patron ise büyüyen sermayesiyle kendinden geçiyordu. Şarkı bitince patron hariç herkes dünyayı yakmaya bu defa atölyenin çıplak sesiyle devam ediyordu. Duvarlara asılmış kalıp şemaları ve iş programları doğal olan tüm davranış ve tutumlara ayrıca yön veriyordu. Dış görünüş bakımından her biri birbirine benzeyen sırtı kamburlaşmış işçiler, sıra sıra oturarak gözlerini dikiş makinelerinden ayırmadan çalışıyorlardı. İçeride ne bir isim yankılanıyordu ne de insanca bir söz duyuluyordu. Her makinenin işçisi kendi adıyla değil, makine numarasının adıyla çağrılıyordu. Ustabaşı, “Dört numara bugün yavaş çalışıyorsun. On bir numara bırak sağına soluna bakınmayı, işine bak…” şeklinde işçilere adıyla değil, makinelerden ayırt edilmeyen kimlikleriyle hitap ediyordu. İş yerinde işçilerin hiç hazzetmediği kişi patronun oğluydu. İşçiler, Diyar’la göz göze gelmemek için yüzlerini başka yöne çevirirlerdi. Şiyar, patronun oğlu Diyar’ı gördüğünde babasının sesini duyar gibi oluyordu. Şiyar’ın babası, terk etmek zorunda kaldığı memleketi için, dizelerinde “diyar” sözcüğü geçen Kürtçe ağıtlar söylerdi. Diyar’ın adından öte, Şiyar’ın bu hatırasıyla bir bağı olmasa da Şiyar, isminden dolayı Diyar’a kin tutamıyordu. Atölyede, patronun oğlu Diyar ile işçi olan Erkan’ın kahkahaları, kadın işçilere yapılan tacizin kanıksanmış hâliydi. Diyar ile Erkan aynı yaş ve karaktere sahip olmanın verdiği samimiyetten dolayı genelde birlikte takılıyorlardı. Erkan iş yerinde pek çalışmazdı; mesâi saatini Diyar’a bazen yaverlik bazen de çöpçatanlık yaparak dolduruyordu. Diyar, bir gün elinde pet şişe kolasıyla: “Oğlum, Erkan ben yirmi iki numaraya kafayı taktım. Mutlaka götüreceğim.” Erkan: “Kolay, olmazsa Ayla’ya söyleriz yardımcı olur. Aynı sokakta oturuyorlar.”Diyar: “O zaman, kantinde Ayla ile konuşalım. Şu işi halledelim.”Erkan: “Eh! Beni de görürsün artık. Hep senin fantezilerinin peşinden koşuyorum.”Diyar: “Sayemde burada elini kolunu sallayarak geziyorsun. Ben olmasam senin de sırtın çoktan kamburlaşmıştı. Buna rağmen hâlâ dırdır ediyorsun. Yetmiyor mu?  Neyse…Merak etme. Seni yine de memnun edeceğim.”

Şiyar, dikiş makinesinin ritmine kapılarak çalışıyordu. İşinden başka bir şeyle meşgûl olmayan Şiyar’ın varlığından çoğu zaman arkadaşları bile haberdar olmuyordu. Aslında Şiyar bu hâlinden memnundu. Çünkü, yapılan dedikodulardan, edilen müstehcen sözlerden iğreniyordu. İçeride birkaç arkadaşı dışında kimseyle muhabbet etmiyordu. Bazı erkek arkadaşlarının, özellikle patronla oğlunun kadınları aşağılayan ve onları taciz eden konuşmalarından uzak durmak için vaktinin her ânını çalışarak geçiriyordu. Hatta, müsaade edilse kulaklık takıp müzik dinleyerek günde on saat çalışmak ona daha fazla huzur veriyordu. Birkaç defa bayan arkadaşlarının taciz edildiğini görmüş ama buna sessizce boyun eğmek zorunda kalmıştı. Atölyede çalışan işçilerin her biri uzayan mesâilerin, geciken maaşların ve yıllardır saat ücretlerine yapılmayan artışların sırrını birbirlerinden saklayarak çalışıyorlardı. Bu konu hakkında ilk konuşan suçlu oluyordu. Hakkını arayan biri, elini ateşe atmaktan çekinenler için maşaydı. İşçilerin hayalleri ve umutları, bodrum katında bulunan atölye gibi karanlığa gömülmüştü. Patron, “Bugün fazla mesaiye kalacaksınız.” dediği zaman, öfke ve sevinç iç içe geçiyor fakat ödenecek kredi borçları, ev kirası ve yaşamak için zorunlu olan giderler en sonunda bedeli hissedilmeyen fazla mesaiyi mutluluğa çeviriyordu. Hatta, aylık veya haftalık ücret almak ve sigortalı çalışmak işçiler için dezavantajlıydı. Günlük yevmiye alarak çalışmak ve sigorta ücretinin direkt kendilerine ödenmesi biraz nefes alabilmek için bir seçenek olmuştu. Zaten iş yerinde sigortası olanlar patron, patronun eşi, patronun oğlu ve ustabaşıydı. Koskoca atölyede sigorta kaydı olan sadece dört kişiydi. Atölye de iletişimi sağlayan, “Ellerim uyuştu yine…Belim ağrıyor.” “Elbette ellerin uyuşup, belin ağrıyacak. Parayı çöpten toplamıyoruz. Hep birlikte çalışıp kazanmak zorundayız.” “Usta, makine yine bozuldu, dikiş atlıyor.” “Bozulması normal çünkü makine sizden daha çok çalışıyor.” bu türden konuşmalardı.

İçerisi gün ışığı bile görmüyordu. Bodrum katında bulunan tekstil atölyesi sanki bilinçli olarak yer altına kurulmuştu. Zira, işçilerin gün ışığını görmesi onları tembelliğe sevk edebilir, konsantrasyonlarını bozabilirdi. İşçiler gün yüzü görmemek için âdeta karanlığı elleriyle dikiyorlardı. Onlarca kot pantolon üst üste yığılı bir şekilde, kesim makinelerinin kenarlarından taşarak zemine kadar sarkıyordu. Overlok makinesinin başındaki 28 numaralı işçi, kot pantolonların kokusunun ciğerlerini yakmasından dolayı iç organları dışarı çıkacakmış gibi şiddetli ve kısa aralıklarla öksürüyordu. Öksürüğü nerdeyse makinenin hızıyla yarışacak kadar aralıksızdı. Sıhhatlı nefes alıp vermek tekstil atölyesinde lüks bir ihtiyaçtı. Kesilen kumaşlardan havaya karışan boyalı tozlar ise maskesiz çalışmak zorunda bırakılanların nefes alıp vermelerini zorlaştırıyordu.

Şiyar, uzun zamandır patronundan hakkını ödemesini istiyordu. Yaşamak her geçen gün zorlaşırken, Şiyar ve annesi için hayat daha çok acımasızlaşıyordu. Annesinin her gün çalışması Şiyar’ı kahrediyordu! Aylık ücretine zam yapılsa annesinin çalışması sona ermeyecekti ama az da olsa annesinin yükünü hafifletecekti. Yine bir paydos vaktiydi. Şiyar, patronunun odasına kapıyı çalarak girdi ve konuşmak istediğini söyledi. Patronu, “Yine para istemeyi mi geldin?” diye sordu. Şiyar, elinde olmadan gözlerini odadaki fotoğrafa kaydırarak, “Hayır, sadaka dilenmeye değil, hakkımı istemeye geldim. Sadaka ister gibi soru sorma.” diye tepki gösterdi. Patron, “Ben ne sorduğumun farkındayım. Bak yine para istiyorsun.” Patronu kelimeleri porselen dişlerinin arasında öğüterek yavaşça ve sinsice konuşuyordu. Şiyar’ı kafaya almak için biraz samimi olmaya başladı: “Efendi bir gençsin Şiyar. Severim seni!.. Benim insanımsın, toprağımsın! Seni üzmek istemiyorum. Fakat ben de yeterince para kazanamıyorum. Ödemelerim çok, borçlarım var. Eğer sen çok çalışırsan ben de fazla para kazanırım. O zaman sana hakkını ödeyebilirim. Dikkat edersen yanımda onlarca yabancı çalışıyor. Ama kimse senin kadar beni sıkıştırmıyor. Diğer işçiler beni anlıyor fakat sen beni anlamıyorsun.” Patron bunları konuşurken başucunda asılı olan babasının fotoğrafı Şiyar’a, sözlerin ardındaki gizli tehdidi ve sahteliği daha net gösteriyordu. Şiyar’ın artık ne sabredecek vakti ne de ekonomik olarak dayanacak gücü kalmıştı. Şiyar, “Yahu yeter artık yeter!.. Sen de hiç mi utanma yok. Sen de hiç mi vicdan kalmamış… Öğlen yemeğini bile bize çok görüyorsun. Kendine gelince her gün lokantadan yemekler sipariş ediyorsun. Nasıl boğazından geçiyor?.. Madem borçların var madem ödemelerin var o hâlde her gün nasıl türlü türlü kebaplar yiyebiliyorsun haa!.. Oğlun pahalı bir arabaya nasıl biniyor? Sen üzerindeki bu en şık takım elbiseyi kimin emeğiyle giyiniyorsun. Üstelik ben senden fazla para istemiyorum. Hakkımı istiyorum. Fazla mesai yapmama rağmen ek ücretimi keyfin isteyince; onu da yine hakkıyla ödemiyorsun. Akşam olup paydos etmek istediğimizde, ‘Gidemezsiniz. Fazla mesai yapmalısınız.’ diyorsun. Fakat fazla mesainin ücretini hangimize doğru dürüst ve hakkıyla ödüyorsun?.. Neden daha fazla çalışayım ki?.. Bana, benim insanımsın bunu yapma diyorsun. Emeğimin karşılığını istemek için Türk veya Kürt olmama gerek var mı? Ben bundan sonra seninle mahkemede hesaplaşacağım. Bu iş yerinde hakkını çaldığın bütün arkadaşlarım adına hâkim karşısında konuşacağım. Senin ve oğlunun, bayan işçilere sarkıntılık ettiğini mahkemede bir bir anlatacağım.” Patronun gözlerinden âdeta ateş çıkıyordu. “Sen haddini fazlasıyla aştın Şiyar. Eğer beni mahkemeye verirsen bunun acısını senden çıkartırım.” “Elinden geleni ardına koyma. Ben seninle mahkemede görüşeceğim.”

Şiyar bunları söyledikten sonra arkadaşlarıyla vedalaşmadan iş yerinden ayrıldı. Artık işsizdi. Şimdiye kadar geçinemese de eline birkaç kuruş geçiyordu. Ancak, yeni bir iş bulamazsa o birkaç kuruş da elinde tükenecekti. Annesinden mi para isteyecekti?..Oysa en çok annesine yardımcı olmak için patronuyla tartışmıştı. “Kaş yapayım derken, göz mü çıkarmıştı?” Durumu tam anlamıyla, “Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal”dı. Bundan böyle apartmandaki ve mahalledeki komşuların çenelerini kapamaları da imkânsızdı. “Acaba Şiyar, iş yerinde hırsızlık mı yaptı? Yoksa tembel miydi?..” Peki, ya annesi…Annesi bundan sonra daha çok çalışmak zorunda kalacaktı.

Gün doğudan batıya doğru yöneliyordu. Karanlık çökmek üzereydi. Eşyanın rengi ağır ağır kabuk değiştiriyordu. Şiyar, annesine söyleyip sahil kenarında yürümek için bedeniyle ve aklıyla evden sıyrılarak çıktı. Bir saatten fazla yürüdü. Yorulduğu için sahildeki yosun tutmuş büyük kaya parçalarından birinin üzerine oturdu. Göğsünde biriken isyanı derin soluklarla çıkarıyor güneşin batışını ve denizi izliyordu. Önünde uzanan engin deniz, hüzünlü bir sessizlik içinde dalgalarını kıyıya usulca vuruyordu. Ufuktaki güneş nerdeyse batmıştı; denizle gökyüzü arasında kızıl bir çizgi vardı. Deniz, göğün altında sınırsız bir ufuk gibiydi. Etraf çok sakindi. Şehir sanki Şiyar’ın bu ânına saygı duruşunda bulunuyordu. Uzakta ilerleyen birkaç geminin ışıkları titrek yıldızlar gibi yanıp sönüyordu. Hafiften deniz kokulu bâkir bir esinti, Şiyar’ın saçlarını okşuyordu. Denizdeki gemilerden ve sahilin az ötesinde geçip giden arabalardan başka bir şey yoktu.

Bir elin omuzuna dokunduğunu fark etti. Arkasına dönüp baktığında eski patronunun oğlu Diyar’ı, Erkan’ı ve tanımadığı birisini daha gördü. “Hayırdır?..” diye sormasıyla üç kişi üzerine çullandı. Kaçmaya çalıştı ama nâfile… Diyar, iki arkadaşıyla birlikte Şiyar’ı tekmeleyip yumruklarken, “Bana bak oğlum. Bize Şırnak’lı derler. Bize kafa tutanın gerekirse canını alırız. Hem sen kim oluyorsun ki, benim babama kafa tutuyorsun? Şimdilik bu sana yeter. Eğer avukata gidersen bu defa senin canını alırım.” Diyar, tekme ve yumruklarını kesmesine rağmen Erkan ve yanındaki diğer kişi tekmelemeye devam ediyordu. Erkan, “Sen patronu tanıyamamışsın. Ona saygısızlık etmeseydin, sabırlı olsaydın, patronum sana merhamet edip yardımcı olurdu. Fakat sen haddini aştın. Bu da sana ders olsun.” dedi. Ardından spor otomobile binen üç arkadaş, olay yerinden uzaklaştı.

Şiyar’ın, yediği darbelerden dolayı sağ elinin baş ve işaret parmakları kırılmıştı. Bir süre acıdan dolayı düştüğü yerde hareketsiz kaldı. Burnu kanıyordu. Neyse ki duyabiliyordu ve bilincini kaybetmemişti. Denizden kıyıya vuran dalgaların sesi acısını hafifletiyordu. Martı sesleri ona ayağa kalkma gücü veriyordu. Yerdeki taşların yüzüne battığını hissedebiliyordu. Sağ eline basmadan ayağa kalktı. Üzerindeki tişörtü sol eliyle çekip yırtarak burnunu tıkadı. Acı dolu bakışlarla çevresine bakındı. Her şey bulanıktı. İki gün hastanede kaldı. Parmakları alçıya alınmıştı. Sağlık sigortası olmadığı için annesi evlilik yüzüğünü satarak hastane giderlerini karşılamıştı. Bir süre evde dinlenmesi gerekiyordu. Annesinin defalarca yalvarışı yüzünden eski patronundan alması gereken hakkından vazgeçti. Çalışmak için parmaklarının alçıdan çıkarılmasını bekliyordu. Hemen iş bulmalıydı. Beş parasızdı. Parasızlık, Şiyar’ı yalnızca maddi olarak değil, varoluşsal olarak da etkiliyordu. Annesine yük olmaya gururu ve vicdanı müsâde etmiyordu. Çalışmamak ve bundan dolayı kendini yetersiz hissetmek gururuna dokunuyordu. İşsiz kaldığı günden bu yana güneş hâlâ bir yerlerde doğuyordu ama Şiyar’ın penceresinden içeri süzülen sadece gölgelerdi.

Yaşadığı ev bir sığınağa dönüşmüştü. Evde bulunan her eşya ona bir şeyler söylüyordu. Geçim derdini unutmak için televizyonu her açtığında haberler, yarışma programları ve reklamlar ona çalışması gerektiğini telkin ediyordu. Elbise çekmecesini açıp kapadığında ahşabın yıllanmış gıcırtısını, “ev kirasını ödemelisin” diye algılıyordu. Duvarlar suskun ama yargılayıcıydı. Pencereden dışarı baktığında herkes bir yerlere gidiyordu. Şiyar ise hiçbir yere ait olmayan bir durakta yönünü bilmediği bir bekleyişin içinde duruyordu. Eski patronunu mahkemeye vermesi gerekirken artık her gece kafasının içinde kurduğu mahkemede yeni başlayacak günü ve geleceğini yargılıyordu. Her gün akşama doğru, gün batımı odasına ilk başta turuncu renk olarak yansıyor sonrasında mora dönüşüyordu. Parmakları nihayet iyileşiyordu. Alçı içindeki iki parmağı kaşınmaya başlamıştı. Annesi, “Parmaklarına can geldi oğlum bu yüzden kaşınıyor. Artık parmakların iyileşiyor.” Annesinden bu sözleri duyar duymaz, yarın iş ilanları olan gazeteleri almayı planladı. Bir de ara sıra dertleştiği arkadaşı Burak’la görüşecekti. Burak’ın başka tekstil atölyelerinde çalışan tanıdıkları vardı. Erkenden iş bulmasına vesile olabilirdi. Gerçi parmaklarındaki alçıların çıkarılmasına henüz üç hafta vardı. “Olsun, üç hafta içerisinde en azından iş bulma süresini kısaltmış olurum.” diye düşündü. Sabah uyandığında, kahvaltısını hazırladı ve pencere kenarında çayını yudumladı. Karşıdaki apartmanın balkonunda birisinin çamaşır asışını izledi. Sokakta, kamyonetinin kasasında yıpranmış sandalyeler, eski lambalar, radyo vb. ev eşyalarının yığılı olduğu bir eskicinin, mikrofondan, “Eskiciii…Eskiler alırım. Eski eşyalarınızı alırım…” diyen tiz sesine kulak verdi. Kahvaltısını yaptıktan sonra arkadaşı Burak’ı aradı ve yakın bir zamanda çalışabileceğini söyledi. Burak, “Tamam. Rahat ol. Sana bir iş bulacağız inşallah!” dedi. Yerinde duramıyordu.

Günler artık çabuk geçiyordu. Parmakları alçıdan çıkarılmıştı. Burak’ın iş müjdesi ise fazla gecikmemişti. Sigortasız ve düşük ücretli çalışmayı kabul edince iş bulmak zaten zor olmuyordu. Burak’ın anlattığına göre bu defa birlikte çalışacağı patronu İstanbulun yerlisi olan kentsoylu bir iş adamıymış. Kibar ve iyi huylu bir patronmuş. Burak, sevindirici haberi Şiyar’ı telefonla arayarak verdi: “Şiyar, sana iş buldum. Yine tekstil atölyesinde çalışacaksın. Fakat alacağın ücret az olacak ve sigortasız çalışacaksın. Şiyar, tuttuğu telefonu heyecandan eline sığdıramıyordu. “Olsun, olsun Burak! Ücreti az, sigortası olmasa da çalışmalıyım, çok çalışıp fazla kazanmalıyım.” dedi. O gece erkenden uyudu. Uyandığında güne ilk uyananlardan biri olduğunu düşünüyordu. Kahvaltı yapmadı. Hemen elbiselerini giyindi ve yeni bir tekstil atölyesinde çalışmak için yola koyuldu. Attığı her adım devamı gelecek ezilişini ilmek ilmek dikiyor, onu mahkûm olduğu hayatın kumaşına işliyordu.

Heybet AKDOĞAN

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.