ANLATI
Bazen bir kitaptaki tek bir cümleye, bir tablodaki fırça darbesine, bir şarkının sözlerine takılıp kaldığımızda içimize anlatamadığımız bir sıcaklık dolar ya, bize tanıdık gelen bir şey vardır orada. Kendimizden bir şey bulduğumuz, ya da kendimizi bulduğumuz…
“Ne kadar ben!” diye geçiririz aklımızdan. Geçmişte kalmış bazı anıların su yüzüne çıkmasıyla farkında olmadan içimize doğru bir yolculuğa çıkarız. Tıpkı Sait Faik’in Haliç semtleriyle ilgili öykülerinin beni alıp bazen çocukluğuma, bazen de ilk gençlik yıllarıma götürmesi gibi.
Sait Faik’in Semaver adlı öyküsünü okuduğumda, Fatih’in Haliç’e bakan mahallelerinden birine, Haydar’a düştü yolum. Aradan kırk yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen her şey sanki dün gibi. Ahşap evlerin cumbalarının neredeyse birbirine değdiği dar, yoksul sokaklar, zaman tünelinin bir yerinde takılıp kalmış. Öyle yaşlılar ki, çoğu ağaçlar gibi ayakta ölmüş bile.
Semaver’i içim burkularak okumamın nedeni sadece Haliç’te yoksul bir evde yaşanmış olması değildi elbet. İçimde katılaşıp kalan duygularımın semaverin sıcak buğusunda eriyip adeta yeniden hayat bulmasıydı. Halıcıoğlu’nda bir fabrikada elektrik işçisi olarak çalışan Ali’yle ortak ne çok paydamız varmış meğer… Sabahları dar, çamurlu, kaldırımsız sokaklardan Haliç kıyılarına inerek sise karışan fabrika dumanlarını solumuşuz yıllarca birbirimizden haberimiz olmadan. O, karşıya Halıcıoğlu’na geçerken, ben, Eminönü’ne doğru yol almışım. Onun hayalleri fabrikaların ince, tiz düdükleri arasında kaybolup giderken, benimkiler tuzlu, serin bir rüzgarla birlikte vapur bacalarının isli dumanlarına karışarak yitip gitmişti.
Fatih, Zeyrek, Vefa, Şehzadebaşı onun olduğu kadar, benim de yaşadığım semtlerdi. “Zeyrek’teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa, Atatürk Bulvarı’nda cinler top oynuyor. Rüzgar bir kaleden bir kaleye bulut atıyor.” * Ah, sevgili Sait Faik; bulvarın bugünkü halini görsen, inanamazsın. Unkapanı’ndan Saraçhane’ye bir saatte çıktığımız oluyor…
Aynı öykünün içinde -Alemdağ’da Var Bir Yılan- yağmurlu bir günde Atikali’den Fatih’e doğru yürüyoruz. Onun cebinde Hidayet, benim cebimde üşüyen ellerim. Sait Faik, Panço’ya Fatih Parkının demirlerine dayanıp uyuyan adamı anlatırken, ben üzerimdeki beyaz elbiseyle parkın yeşil demirleri üzerine oturduğum gün annemden işittiğim azarı hatırlıyorum.
Şimdi Bozdoğan Kemerlerine çıkan dar arnavut kaldırımlarından yürüyoruz. İlk gençlik yıllarımın geçtiği kaldırımlar… Cibali Kız Ortaokulu, Fatih Kız Lisesi yılları. Tüm evreni içine sığdırdığımız bir yürekle “Yaşamayı delicesine sevdiğimiz” yıllar…masum, mutlu, kaygısız.
Yalnız biz değildik mutlu olan, çevremizdeki herkes mutluydu. Sevgi doluydu. Şimdilerde insanların yüzü ne kadar asık ve mutsuz görünüyorsa, o yıllardaki insanlar acılarını bile hüzünle perdeledikleri bir tebessümün ardında saklarlardı.
Biz ne zaman ve neden mutsuz insanlar haline geldik?
Kim çaldı dudaklarımızdan tebessümü?
Sorun bizde mi, koşullarda mıydı?
Mutsuzluğun sevgisizlikten kaynaklandığını çoğu kişi bilmez. Oysa Freud’un dediği gibi, “Depresif, ya da melankolik saplantılar öncelikle sevme yeteneğinin kaybolmasıyla ortaya çıkıyor. Sonrasında ise, kendi kabuğu içinde yaşamaktan asosyal, öfkeli, güvensiz, hoşgörüsüz bireylerden oluşan toplum, ister istemez sevgisiz bir topluma dönüşüyor”du.
Sanal alemin bize sunduğu sonsuz olanaklar elimizin altındayken, insani ilişkilere de gerek olmadığını düşünüyor ve her gün biraz daha yalnızlaşıyoruz. Tıpkı Sait Faik’in yazdığı gibi, “Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.”** Ve bazen, “Her şey bir insanı sevmekle bitiyor…”***
* Alemdağ’da Var Bir Yılan s.15
** age.s.31
***age s.32
Melek Koç
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Bazen dern bir ic cekip “ahh eski zamanlar” deriz ya.Eski zamanlar mi iyiydi, yoksa biz mi, bir turlu karar veremeyiz. Yokluk icinde yasarken, sevgiye doygunlugumuzun farkina bile varmayiz. Yillar yillari kovaladikca anlariz ki, cocuklugunda sevgisiz buyuyenler, buyuduklerinde sevgi de veremiyorlar.Yaldizli karyolalarda cift yatarken, en buyuk yanlizligi yasiyorlar. Cocuklugunda kendi elleriyle yaptigi telden arabalarin, misketlerin, celik comak, körebe gibi oyuncaklarin ve oyunlarin yerini, modern dunyanin pc leri, tabletleri, akilli telefonlari aliyor. Sanal alem denilen yeni bir dunya ile tanisip, bu yeni dunyaya adepte olabilme sancilari cekerken, sanal asklar, sanal dostluklar, sanal sevismeler ile tanisiyor. Denize dusenin yilana sarilmasi gibi, hic bir zaman yanyana gelemiyecegi insanlara ” en uzaktaki en yakinim” cumleleri kurmaya basliyor. Ve, Ziya Pasa’nin “insanoglu bir tuhaftir, her sözu kaldirmaz…” sözunu hatirlayip, derindenden bir ic cekerek “nerede benim gazete kagitlarindan yaptigimiz ucurtmalarin kuyrugunda sallanan mutlulugum. Nerede benim cocukluk gunlerim” diyerek, hic yokmus, hic yasamamis gibi,kendi sectigi yanlizliginin huzur ve mutlulugunda kayboluyor.
Öyle güzel yazmışsınız ki, mumkun olsa kendi yazdıklarımı silip,sizin yorumunuzu yayınlatabilsem… Teşekkürler.