Öykü – Zıkkımın Kökü / Erinç Büyükaşık

“Zıkkımın kökünü ye! Bütün çullarını, eskilerini alıp yakacağım sonunda. Sürekli vır vır vır vır.” Dağılmış bohçaların, kilimlerin, sandığın ortasında oturacak bir minder zar zor bulabilmişti. Duvardaki, sehpadaki sararmış fotoğrafların çerçeve..

Öykü – Zıkkımın Kökü / Erinç Büyükaşık
316 views

“Zıkkımın kökünü ye! Bütün çullarını, eskilerini alıp yakacağım sonunda. Sürekli vır vır vır vır.”

Dağılmış bohçaların, kilimlerin, sandığın ortasında oturacak bir minder zar zor bulabilmişti. Duvardaki, sehpadaki sararmış fotoğrafların çerçeve sırtları bir parmak tozla kaplı. Halası Hatice, o her zamanki öfke krizlerinden birine girmiş, ninesiyle laf dalaşına girmişti.
“Bu evde her bir adımı izliyor sanki bu kocakarı. Öleceği falan da yok. Kök saldı gitgide. Seni de beni gömer bu. Soluğumu, adımlarımı, korkularımı, her bir haltımı izliyor sanki.” İç çekercesine soluk aldı bunu söylerken. Sert, kalın tırnaklı, boğumlu ve soğuktan morarmış elleriyle Ahmet’in yüzüne dokundu. Severdi zaten oldum olası yeğenini. Kucağımda büyüdün sayılır. Baksana şu fotoğraflara. Tozunu aldırmıyor odanın. Şurada işte, kucağımdasın. Bahçede koşturup duruyordun o gün. Gençlikten gelen ışıltıyı fotoğrafta aradı bir an. O da zamanla yitip gitmiş. Fotoğrafta bile yaşlanıyormuş insan diye hükmetti Zehra.

Gözleri yaşa kesen, halasının azarlarıyla içine dönen ninesi yatakta bir yastık gibi küçülüvermişti. On çocuk, Arif’in damızlığı olup çıkmıştı sanki. Hepsi de nefret ediyor ondan. Artık ölmesi gereken bir koca karı olup çıktı sonunda. Pencereden yarım yamalak giren gün ışığı ninesinin aklaşmış ve seyrelmiş saçlarını tutuşturmuştu sanki. Ölgün bir sarılık canlandı zihninde Zehra’yı görünce. Bu oğlanı yıkamıştım küvette Hatice hatırladın mı, nasıl da bas bas bağırmıştı başından aşağı kaynar sular akarken. Anası da yaktın oğlumu diye kıyametleri koparmıştı sonra. Anadan üryan bebekliği üzerine bu sorgusuz suâlsiz hikâye bir an canını sıktı Ahmet’in. Otuz beşinde birinin anadan üryân banyoda zoraki yıkandığını yeniden işitmek rahatsız ediciydi Ahmet için. Tasla döküyordu suyu Zehra. Keçe gibi koyuyorsun, bahçede it gibi koşturdunuz amca oğullarıyla değil mi? Saçını çekiştiriyordu sabunla yıkarken başını. Zar zor gözünün birini açabilmişti Ahmet. Kovada köpüklü, kirli bir beyazlık… Kulağını da sabunlayayım, bak içi nasıl da kirlenmiş. Anan olacak yıkamıyor mu seni evde. Güya kaloriferli evde yaşıyorsunuz. Oğlanın haline bak hele!

Bahçede sürekli koşturan, dır dır eden, Arapça sözcükleri vurgulayarak onu anlamayanın bile küfrettiğini kavrayabileceği sesle söylenen ninesi gitmiş, kalçaları yuvarlacık, büyük ve çirkin bacaklarından utanç duyan sessiz bir kambura dönüşmüştü son yıllarda. Hep bu siyatikten, hele de inme inince yatağa takılıp kaldım. Odanın tozunu almaya kalkma sakın, hele de o eski süpürgeyle. Gırr gırr bir ses geliyordu makineden. Gidici o da benim gibi. Zeytin yeşili gözlerle çipil çipil baktı bana o sırada. Gün ışığı toz bulutunun üstüne vurmaya başladı gün ilerledikçe.

Köye gelir gelmez Ali Usta’nın dükkanında tıraş olayım demişti Ahmet. Ali Usta kaç yıl oldu gelmeyeli, baban da ayda yılda bir gelir oldu, diye söylendi dükkanın berber koltuğuna yerleştiğinde. Kapıda onu karşıladığında da buradan gidenler uğramaz oluyor köye, ne halt varsa o koca şehirde; kıçınızı kaldırıp gelemiyorsunuz, diye takılmıştı. Dört yıl olmuştu gelmeyeli. Babası, ninenin son günleri, bir gör onu, diye ısrar edince işten bir fırsat bulup geldi buralara. Saçlarını düzeltti ilkin Ali Usta, ufak ufak fazlalıkları almaya başladı. Pek bir saç da kalmamış diye de geçti dalgasını bir an. Gömleğinin altında ince, mavi bir şeridin ucundaki kolyeyi çıkarıp boynunu sildi. Yorgunluktan tüm gövdesi uyuşmuştu neredeyse.

”Annen değil mi o? Ne üzülmüştüm öldüğünde. Şu senin ninen olacak koca karı az çektirmedi ona.” Ali Usta, sıcak suyla saçlarını yıkamaya giriştiğinde ninesinin tasla kafasından aşağı döktüğü kaynar su geldi aklına. Aynadaki çökmüş, göz altları şişmiş kirli sakallı suratından bir an nefret etti. Sakalları alayım mı diye sordu Ali Usta. Düzeltsen yeter, en azından favorileri; iyice papaza döndüm farkındayım, diye seslendi adama. Halası eve ulaştığında kırık bir gülümsemeyle karşılamıştı onu. Hayatım trajedi olamayacak kadar küçük ıstıraplardan müteşekkil. Ama ızdıraplar sürekli olunca da çekilmez oluyor bakışlarıydı bakışları. Uzak şehirde olanlara hep kıskanarak bakardı oldum olası köydekiler. Ali Usta da, nenesi de, halası da içten içe gidenlere kızgındı besbelli. Nenesi gevşek örgülü, yıpranmış hırkayı geçirmişti. Yeni uyanmış. Sayrılı bir uykuymuş onunkisi. Kızmış düşünde de herkese, sinkaflı laflar gezinmiş odada halasının anlattığı kadarıyla. Oda soğuk ve soluk. Halası, sobayı yakmalı diye yekinip oturduğu sedirden kalkmaya niyetlendi. Ninesi sevinmiş miydi geldiğine anlayamadı o sırada; söylenmeye, kızmaya ve anlamadığı Arapça sözcükler eşliğinde kavga çıkarmaya başlamıştı yine. Bir şeyler yedin mi? En azından çökelek, biberli ekmek getireyim sana, diye seslendi halası. Her gidene kızardı zaten ninesi. Annesine, babasına, amcalarına hep öfkeliydi. Dedem nerede diye sordu o sırada Ahmet. Diğer odadan yükselen Ümmü Gülsüm’ün sesiyle sorusunun yanıtını almıştı aslında. Beynindeki itişmeleri zapt etmezdi zaten Zehra. Tüm erkeklere hele de dedesine öfkesi hiç bitmemişti ki kadının. Ev ürkütücü bir mağara gibi geldi ilkin. Yine tütsü kokusu. Kötü ruhlar eve girmesin diye sabah akşam tütsülenirdi zaten bu ev.

Dedeme inat bu hastalığı da atlatırsa en büyük intikamını alacak herkesten, diye söylemişti babam telefonda. O da bir gün gelecekmiş köye. Dedem yine odasına sığınmış. Sigara üstüne sigara içiyor belli ki. Hasta bir ciğer gibi iniltili ve derin soluğu işitiliyor odadan. Öksürüyor durmadan. Ümmü Gülsüm söylüyor bir yandan. Kapatma pencereyi Ahmet, Salih Efendi yine tüttürüyor. Astımım olduğunu bilmiyor sanki. Havalansın oda. Halam itiraz etse de açık kalıyor pencere. Ninemin gözleri tütsülenmiş odada bir an kayboluyor. Ön dizlerini kırarak oturmuş, gözleri yarı kapalı halam öfkeyle izliyor annesini. Ninem de öfkeyi annesinden öğrenmiş babasının söylediğine göre zaten. Ailenin mirasıymış bu öfke.

Kasketini ensesine deviren ve dudağının kenarında sarma sigarası eksik olmayan dedesi çoktan bırakmıştı ipekçiliği. Odasına kapanıp inzivaya çekilmişti. Kimseye görünmüyor, kimseye ilişmiyordu üstelik. Zehra, söylendikçe, öfkesi evi kuşattıkça odadan hiç çıkmaz olmuş hatta. Halası, kapının eşiğinden seslendi, baba bir şey yiyecek misin, bir tabak hazırlayayım sana. Dedesi Salih’e göre ipek böceği yaşam döngüsüne benzerdi. Öyle tembih ederdi tüm torunlarına. Bir hikâye anlatıcısı gibi ballandıra ballandıra anlatırdı rakı bardağını yudumlayıp. Zıkkım iç dedikleri kocalardandı ninesi için dedesi. Yumurta, larva, sonra tırtıl, krizalit ve kelebek… Ardından kaynar sudaki koza, kozadan çekilen ipek…

Dedesi Salih yıllar önce dokumacılığı bırakınca iyice düşmüştü boğma rakı ve sigaraya. Çarpık, hüzünlü bir gülümsemeyle karşılardı torunlarını her yaz yine de. Sonra susuverdi bir anda. Hiçbir şey yemedi dünden beri, diye kızıyordu halası.

Köy çıkışında çeşme boyunca arapsaçına dönmüş, daracık yolun bir kenarında ağır adımlarda iki kadın eve doğru yürüyordu o sırada. Ölmeden önce Zehra’nın hâl hatırını sormakta fayda var diye düşünmüşlerdi ikisi de. Sonraki vazifeleri ağıtçı, yasçı kadın korosunun içinde olmaktı nihayetinde. Ninenin beddualarına, ilenmelerine alışık Nezahat’la Aliye bir tekerleme gibi kızlarına, oğullarına Zehra’nın söylediği bedduaları geçirdiler zihinlerinden.

“Aḷḷa iykassēr dayyētik/dayyētek! “*
“Aḷḷa iykassēr ǧrayke/ǧrōk !”**
“Aḷḷa yilǧimīk/ yilǧimēk”***

Kıkırdayarak, utangaç bir kahkaha eşliğinde sonuncusunu Salih’e söylediğini hatırladı ikisi de. Beddualarından korkarlardı oldum olası Zehra’nın, yine de severlerdi. Ağzı bozuk kocakarının Hatice’ye on küsur yıl önce kızcağız gebeyken söylediği bedduadan sonra, belki o beddua vesile olmuştu, kız düşük yapmıştı üstelik. Köy zaten oldum olası severdi kerametleri, meselleri, binbir evliya hikâyesini.

Daracık patikadan inerken bu yıl da yağmur yağmazsa yanlarındaki yarıktan akan suyun gözünün kör olacağından söz etmeye başladılar. Zehra kötülemiş, kadının ömrü oğullarıyla, kızlarıyla, Salih Efendi’yle didişerek geçti zahir. Şimdi Hatice’ye muhtaç. Altını bile kız temizliyor kocakarının.

Düzlüğe ulaşınca ev erik ağaçlarının ortasında çıkıverdi karşılarına. Güneşin belli belirsiz aydınlattığı odadan Zehra’nın iniltileri geldi. Sayrılı düşlerde yine bizimki deyiverdi Nezahat, Hatice zoraki bir sevecenlikle buyur etti kadınları içeri. Bisküvi, kekleri, demli çayı hazır etmeli. Bezgin ve yorgun bakışlarla Zehra’nın bir gece önce zar zor uyuduğunu anlattı. Ahmet kadınları izledi bir baş selamının ardından. Yatalak haliyle buyuruyor mu yine diye seslendi Nezahat, halasına. Toz içindeki odada ölmeye niyetli annem, temizletmiyor bile odayı; sonra astımından dert yanıyor, diye yanıtladı halası. Odadaki kırmızı, desenli kilime takıldı Ahmet’in gözleri. Nezahat, Hatice’ye çıkıştı bir an, oğlan yoldan gelmiş; bari bir yumurta kısaydın diye tersledi kadını.

-Aç değilim sahiden.

Gözleri açılmıştı ninesinin.

-Ne zamana kadar buradasın Ahmet?

Ne diyeceğini bilemedi. Cenazeni kaldırdıktan sonra dönerim demek acımasızca geldi. Nezahat, yataktaki arkadaşını son defa görmenin iç rahatlığıyla çayını yudumlamaya devam etti. Yan odadaki öksürükler sıklaştı yeniden.

Zehra’nın canı sıkıldı, aḷḷa yiʕme ʕiynayke/ʕiynōk,**** diye söylendi . Sözcükleri yardım yamalak çıkıyordu.

*Allah ellerini kırsın!
**Allah ayaklarını kırsın!
*** Allah seni dilsiz kılsın
**** Allah gözlerini kör etsin!

Erinç Büyükaşık 

YazarıYazarın diğer yazıları için tıklayınız…

 

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.