Muzaffer Oruçoğlu’nun “Ermeni Edebiyatından Portreler” Kitabı Çıktı.

KİTAP

Muzaffer Oruçoğlu’nun “Ermeni Edebiyatından Portreler” Kitabı Çıktı.
Yayınlanma: Güncelleme: 361 views

“Tohum” ve “Grizu” gibi başyapıt kitaplarıyla tanıdığımız 68 Kuşağı önderlerinden yazar, şair, ve ressam Muzaffer Oruçoğlu’nun son kitabı “Ermeni Edebiyatından Portreler” Sancı Yayınları’ndan çıktı.

Şimdiye kadar toplam altı ülkede 40’tan fazla kişisel resim sergisi açan ve edebiyat dünyasına çok sayıda kitap kazandıran Muzaffer Oruçoğlu, “Ermeni Edebiyatından Portreler” kitabının önsözünde şu ifadeleri kullandı:

Ermeni Edebiyatından Portreler – ÖNSÖZ:

İçimde tepişen sahipsiz mağdur sesler uzun zamandan beridir böyle bir kitabı telkin edip duruyordu bana. Bu benim acıyla mayalanmış ruhsal biçimlenmem vegöçmen geçmişimle de ilgili bir sorundu sanırım. Çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim Zavot Köyünün büyükçoğunluğu, 1918’de başlayan ve 11. Kızıl Ordu’nun Transkafkasya’ya girmesiyle de sona eren, Türk ve Ermeni egemenleri arasındaki boğazlaşmalar döneminde, Borçalı’dan kaçıp gelen Terekemelerden oluşuyordu.

Ölüm ve Sürgün kitabının yazarı Justin McCarthy, 1922’ye kadar Transkafkasya’dan göçüp Osmanlı topraklarına sığınanMüslümanların 272.704 olduğunu söylüyor. Bunlardan boşalan yerlerin bir bölümüne Ermeni soykırımından kurtulanların yerleştirildiği belirtiliyor. Her neyse. Uzun hikâye. Gelelim, mensup olduğum Terekemelerin yerleşmelerine ve yeni yaşamlarına. Dillere, kültürlere, çatışma menkıbelerine dayanan zengin iç sesleri ve sürüleriyle birlikte gelip Zavot’a yerleşiyorlar. Zavot Ermenilerin terk ettikleri, Malakanların terk etmeye hazırlandıkları, Kürtlerin de boşalan yerleri kim kapacak diye meraklanıp durdukları bir köydü o zamanlar. Gelenler, ağalık deneyimlerini kullanarak arazileri paylaşıyor; kete, xaşıl, xengel, lavaş, pişi gibi un ve yağla yapılan yemekleri yiyor, semaverin çevresinde kıtlama çay içiyor, geldikleri bölgeye ilişkin yalanlarla süs-lenip güçlendirilmiş hikâyeler anlatıyor, hüzünleniyor, Bolşeviklere lanet okuyor, Nigalay (II. Nikola) rejiminin zenginliklerini övüyorlardı bol bol.

Çocukluğum bu hikâyelerin anlatıla anlatıla olgunlaştığı, boyut ve büyü kazandığı 1950’li yıllara denk gelir. O zamanlar önü fileli, büyük pilli radyoların Bakû, Erivan ve Kerkük kanallarını açıyor; Azeri, Kürt ve Ermeni müziklerini dinliyorduk. Böyle anlarda hüzün basıyor, müzikler bitince de 30 yıldır anlatılan hikâyeler yeniden anlatılmaya başlanıyordu. Hiç kimse de “ya biz bunları kaç kez dinledik, yeter,” demiyordu.

Bu hikâyeler benim için tabii ki yeniydi. Babam ve anam Kuzey Ermenistan’ın eskiden Borçalı’nın bir parçası olan, Gürcistan sınırına yakın, Lori eyaletine bağlı Soyuqbulaq (Soğukbulak) ve Armutlu köylerinden gelmişlerdi. Ermenistan daha sonra Soyuqbulaq’ın adını Paqaxbyur olarak değiştirdi. Babam bazen Soyuqbulaq, Cücekendi, İlmezdi, Celaloğlu, Allahverdi ve Vorontsovka’dan söz ediyordu. Anlatımında takıntı, acı ve neşe iç içeydi. Kaçarlarken evli olduğu Rus kadının kendisini değil, akrabalarını tercih edip orada kaldığına aklını takıyordu. Zavot’a geldiklerinde muallakta olduğunu, dedem Mustafa ile nenem Nazeni’nin hemen kendisini anamla evlendirip muallaklıktan kurtardıklarını anlatıp duruyordu. Anam da kendi köyü olan Armutlu ile yöresinin armutlarından, kayalara renk hevenkleri gibi konan kuş kafilelerinden, duru bulaklarından, Ermeni, Gürcü, Çerkez ve Çepni kızlarının güzelliklerinden sözediyordu. Anlatılar günlük yaşamın ve geçmişin kalbine dairdi. Bazen Kaçak Nebi, Hacer Hanım, Mehrali Beygibi simaların serüvenleri öne çıkıyor, bazen de bunun yerini Ermenilerle Türklerin birbirlerini boğazlayışları alıyordu. Sarsaklayıp kafaları sallanan ve kendi kendilerine mahnı ve mugam mırıldanan yaşlılar, Âşık Şenlik ile Âşuğ İzanı’nın atışmalarına ya da Âşık Elesker ile Âşık Şakir’in “Allah vergisi” ustalığına dair konuşmayı daha çok seviyorlardı. Abim İsmail’in sazla icra ettiği “Yanık Kerem”ini, kadınlı erkekli düzenlenen meyhane gecelerini, Kuşet Dayım gibilerinin de lezginka oyunlarını ek-lemem gerekiyor bunlara.

Konuşma dili Azerice olmasına rağmen Rusça, Ermenice, Gürcüce ve Kürtçe sözcüklerle dopdoluydu. Masaya iskam, pencereye akuşka, sandalyeye istol, sobaya peç, hasırotuna cil, kızağa senka, at arabasına brişka, tencereye kuruşka, koyun ağılına kom, saman deposuna merek, genç koyuna toğlu, barbunyaya loyva vb diyorduk. Tüm bu masalımsı anlatılar, söz ve renk karmaşası,Terekemelerin o döneme ve kaçışlarına ilişkin bir roman yazma fikrine götürdü beni. Bu fikir, 17 yaşına geldiğimde fingirdedi, değişime uğrayarak köyümdeki yaşamı anlatan bir roman kararına vardı.

1967-68’de İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulundayken, sevgili bulama-manın verdiği avantajı kullanarak yoğun bir çabaya girdim. Yüzümde sivilcelerin türemesine yol açan bu sıkıntılı çaba giderek “Arpa Tarlaları Üşüdü – ZAVOT” adlı, 400 sayfa civarında, elyazması bir romanı doğurdu. Okuldaki sağ-sol çatışmaları ânında kütüphanemdeki masanın üzerindeydi. Alamadım. Sağ görüşlü öğrenciler hâkim olmuştu okula. Bu romanı, Türkoloji bölümünde okuyan Necmettin Türinay masamın üzerinde görünce almış tam 50 yıl korumuş. 2021’de Aslan Kılıç’a bu defterin sahibine verilmesi görüşünü belirtmiş. Bunu ben iki yıl sonra bir başka arkadaştan öğrendim. Aslan’ı aradım, bilgi aldıktan sonra Türinay Hoca ile yazıştım. O da “ara-dım maalesef bulamadım,” dedi. Her neyse, durum öylece kaldı. Necmettin Türinay Hoca’nın, benim koruyama-dığım defteri 50 yıl koruması, onun gerçek bir edebiyatçı olduğunu gösteriyor. Kendisine buradan teşekkür ediyo-rum. Terekemelerin bana anlatıları öylece kaldı. Yıllarca düşündüm ama bir türlü yazmaya elim varmadı.

2015’te Azerbaycan ve Ermeni edebiyatları üzerine metinler okurken dikkatimi Tiflisli Ermeni yazarlar çekti. Haçatur Abovyan, Hovhannes Tumanyan ve Vahan Teryan’ın babamla anamın yaşadıkları Lori eyaletine yakın yerlerde doğup büyüdüklerini öğrenince ilgim arttı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan Ermeni yazarlarının yaşamlarını okumaya başladım ve notlar aldım. Daha sonra Zafer Yılmaz’ın benimle yaptığı, “Tarihte Sanat-Siyaset İlişkisi” konulu söyleşinin Ermeni edebiyatı bölümünde araştırmalarımı biraz daha derinleştirdim ve söyleşiden sonra bir yıl daha okumalar, not almalar sürecine girip ilerleme kaydettiğimde Ermeni edebiyatının dört yönden üzerime yürüyen bir ordu halini aldığını hissettim. Savunmamı nasıl, nerede kuracağımı düşünürken, cepheyi geniş değil, dar tutma kararına vardım. Kimi yazacaktım? Aradığım tipler eserlerine düşünceleri, artistik dehaları ve yaşamlarıyla kişilik, kalite ve kalıcılık kazandıran, el avuca sığmaz simalar, yaşadığı çevrenin ve dünyanın başına bela olan tipler olacaktı. Derken bu kitap ortaya çıktı.Kitabın beslendiği asıl kaynak yazılı kaynaktır. Dinlediklerim, sezgilerim ve çıkarsamalarım da asıl kaynağa destek olan çabalardır.

Bu kitabın esası kitap değerlendirmeleri değil, sanatçıların yaşam ve yaratım serüvenlerinin anlatımıdır. Bundan dolayı, anlatacağım yazarların daha iyi kavranması için onları ortaya çıkaran, besleyen sözlü ve yazılı edebiyat üzerinde de durdum biraz.

Ermeni edebiyatı, sözlü ve yazılı kaynakları ile en az 3.000 yıllık geçmişe sahip, güçlü bir edebiyattır. Halkların tarihinde bu devasa bir zaman dilimidir. Bu kitapta yer alan yazarlar, Ermeni edebiyatına mensup yazarların bir bölümüdür. Bunların tümünü kucaklamak, hakkınıvererek anlatmak ne bir ömrün ne de bir kitabın üstesinden gelebileceği bir şeydir. Ben, içseslerini duyar gibi olduğum, kendime yakın gördüğüm yazarları anlatmayı seven biriyim. Onun için bu kitabı bir heves olarak görmenizi, ailesi Soyuqbulaqlı olan bir Terekemenin Ermeniedebiyatına dıştan bakışı olarak görmenizi, hata ve eğriliklerime de bu anlayışla yaklaşmanızı rica ediyorum. Ben eğrisiz yapamam. Aklımın karşısında eğri bir duruşa sahip oldum genellikle. Bütün eserlerim de sanırım bu eğri duruşumdan türedi. Portreyi yazan kalem, anlattığı insanın görünmez dünyasında, işlenmemiş yeteneklerinde, can alıcı yaşam uğraklarında, bir sır gibi geziniyorsa, onu bilinenin ötesinde yıkıp yeniden yaratıyorsa işini yapıyor demektir. Gerçeğin edebî kaleme ısrarla söylediği de zaten şudur: “Ey kalem, kamuya mal olmuş beylik halimi bana anlatma yeniden. Beni tüm bağlantılarım, cevvaliyetim, cevherim, illetim, rezaletim içinde anlat; ben lal olmuş ketum bir dilden dinlemek istiyorum lal halimi.” Hal böyle olunca, portre yazma işi zor. Hakkını verdim diyemem.

Muzaffer Oruçoğlu

Muzaffer Oruçoğlu yazıları için tıklayınız…

YORUMLAR (1)

  1. Cihan Erdoğan 25 Ocak 2025, 17:03

    Çok İlginç Bir Terekeme Kürtlerin Edebiyat Portrelerini yazıyor, dönüp Ermenilerin Edebiyat portrelerini yazıyor. O Ülkenin zenginliklerini gün ışığına çıkarıyor. O Ülkenin aydınlarının çoğu ne yazık ki Oruçoğlu’nu hala tanımamızlıktan, görmezden geliyor. Yazarın bütün eserlerini okudum. Kürt Edebiyatında Portreleri 2 defa okudum. Tabi ki Ermeni Edebiyatıda Portreleri de okuyacağım. Oruçoğlu ve Beşinci Sanata çok teşekkürler.

YORUM YAZ

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.