ANLATI
Sadakatsizliği sessizce kabullenerek kendi yalnızlığı içinde iç bükey bir yaşama razı olmak çoğu kişinin yazgısıdır. Oysa, yasalar, gelenekler, töreler sadakati gerekli kılar ve değer yükler. Günümüzde sadakatin nerede bittiği, ihanetin nerede başladığına dair kesin bir çizgi kalmamıştır. Yaşadığımız dijital ortamda doğrular da yanlışlar kadar görecelidir artık.
Sadakat toplum tarafından yüceltilirken, edebiyatın sadakatsizliği adeta kutsallaştırması ilginçtir. Öyle ki çoğu kez ihanete uğrayanlar umurumuzda bile olmaz. Bihter’in, Lara’nın, Anna’nın mutluluklarına ortak olurken, Adnan Bey, Tonya, Kont Karenin bizi hiç ilgilendirmez… Onları kendi acılarıyla baş başa bırakırken genel ahlak kurallarını da görmezden geliriz. Kısaca, Adem’den bu yana yasak olan her şeye ilgi duyarız.
İhanetin en zarif şekilde işlendiği Dr. Jivago romanında Pasternak kendi yaşamının gerçeklerini yazar aslında. Pasternak, hayatımı ona borçluyum dediği karısıyla ve onsuz bir hayat düşünemiyorum dediği Olga’yla arasında sancılı bir birliktelik yaşamasaydı, ihaneti böylesine incelikli anlatabilir miydi dersiniz?
Sadakatsizlikle beslenen aşklar sadece romanlarda olmuyor elbet. Edebiyat dünyasının en mutlu çiftlerinde görülen sadakatsizlikler romanlarda yazılanları pek de aratmıyor. Gotik romanın 20. yüzyıldaki en büyük yazarlarından İris Murdoch, çoğu romanlarında kendi hayatından yola çıkarak yerleşik ahlak kurallarını sorgulamış, ruhun ve bedenin sadakatinin farklı olduğu düşüncesini kabul etmiştir.
Ona göre bir insana sahip olmak onun ruhuna dokunabilmekle olur. Ruhuna sahip olduğunuz bir kişiye başkalarıyla bedensel paylaşımlar yaparak ihanet etmeniz söz konusu olamaz. Yaşanan bu tür paylaşımlar aşk değil, bedensel bir arzunun tatmini olduğundan sıradan ve olağan bir ilişkidir.
Bu düşünceyi kocası da kabul etmiş olmalı ki, onu “arkadaşım” dediği erkeklerle yakalasa da sevmeye devam etti. Her şeye rağmen Iris onun tanrıçasıydı ve özgür yaşamasına asla engel olmadı. Alzheimer hastalığına yakalandığında ona bir bebeğe bakar gibi baktı. Öldüğünde “Iris’e Ağıt” adlı kitabında onu anlattı, ama sevdiği kadını olduğu gibi kabul etmenin sancısı vardı yazdıklarında.
Murdoch’un sözleri ondan yaklaşık yüzyıl önce yaşamış ünlü yazar Victor Hugo’yu anımsatıyor bize. Hugo, çocukluk aşkı ve beş çocuğunun annesi Adele’e asla sadık kalmadı. Günlük kaçamaklarının yanı sıra Juliette Drouet’le tam 50 yıllık bir beraberlik yaşadı. Juliette, Paris’in isim yapmış en pahalı, en güzel hayat kadını ve aynı zamanda yetenekli bir oyuncuydu. Birbirlerine aşık oldular ama Hugo onu da aldattı. Hayatında her zaman başka kadınlar oldu. Hugo, bu aldatmalarını sevdiği kadına şöyle açıklıyordu: “Fiilen olmasa da ruhen sana sadık kalacağım.”
Buradan bakıldığında, bir ihanetin öyküsünü anlattığı Mandarinler romanını sevgilisi Nelson Algren’e ithaf eden S. Beauvoir’ın aşkı da böyle bir şey olmalı diye düşünüyorum. Algren’e rağmen Sartre’la 30 yıl edebiyat dünyasının en büyük aşklarından birini yaşadı. “Hayatımdaki tartışmasız en büyük başarı Sartre olan ilişkimdir” diyen Beauvoir, ona hiç yalan söylemedi, ikisi de ilişkilerinde özgürdü ve belki de zamanının en açık ilişkisiydi bu. Onlar aşkı varoluşçu bir yaklaşımla yaşadılar. Yüzyılın son filozofu olan Sartre ve Beauvoir genel ahlak felsefesine kulak asmadı. Kilisenin kitaplarını yasakladığı, kendisini de aforoz ettiğinde Sartre, iki yüzlü evlilikleri ve din anlayışını anlatmaya devam etti.
Sadakatsiz yaşanan büyük aşklardan söz ederken Elsa ve Aragon’u atlamak olmaz elbet! Tam 42 yıl süren mutlu bir aşk onlarınki. Aragon dünyaca okunan aşk şiirlerini Elsa için yazarken, Elsa’nın onu aldattığını, hem de uzun bir liste oluşturacak kadar çok erkekle aldattığını bilmiyordu tabii… Öğrendiğinde “Mutlu Aşk Yoktur!” diyecekti.
Melek Koç
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.