Marquez’i Okumak/Düşün Gerçekle İmtihanı – Erinç Büyükaşık

Marquez okumaları yaparken bir coğrafyanın izinde düşün gerçekle imtihanı sokaklarda gezen, evlerin içine dalıveren ve rüya halindeki yoksul Latin Amerika’nın zihninde gezinen bir gezginin ruh halini kuşanıverirsiniz. Kırmızı Pazartesi insanlığın..

Marquez’i Okumak/Düşün Gerçekle İmtihanı – Erinç Büyükaşık
319 views

Marquez okumaları yaparken bir coğrafyanın izinde düşün gerçekle imtihanı sokaklarda gezen, evlerin içine dalıveren ve rüya halindeki yoksul Latin Amerika’nın zihninde gezinen bir gezginin ruh halini kuşanıverirsiniz.

Kırmızı Pazartesi insanlığın travmaları ve zihninde Kolombiya’nın kasaba ve köylerinin peşi sıra politik hezeyanların fotoğrafını çekerken, Mavi Köpeğin Gözleri, Marquez’in gençlik yıllarına denk düşen ve bir çeşit bilmece izlenimi uyandıran bağımsız kısa öyküler olarak okurun karşısına çıkar. Aracata’da anneannesi ve dedesinin anlattığı masalsı öykülerle başlayan bu yazarlığa adım atma serüvenini coğrafyanın içinden çıkan bir yaratıcı akıl olarak Marquez’den dinlersek bu yazma sürecinin düşle politik olanın kesişmelerini daha iyi kavrarız:

“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.”

 

Zorlu bir okuma sürecini okuyucuya dayatan bu metinler ışığında yazımızın büyülü gerçekçilik boyutunu ele almaya başladığımızda ölüm izleğinin yazarın tüm metinlerine sinmiş örtük diğer metaforlarla beraber yer ettiğini kolaylıkla görmemiz mümkündür. İktidar aygıtı, taşra, ölümün kasvetli halleri, din ve kilisenin kurumsal varoluşunun Latin Amerika’daki reddedilemez hegemonyası üzerinden yorumlara açık bir dizi okuma ışığında bu metinler bize yazarın düşselliğinin aslında gerçeklikle güçlü bağlar kurduğunu da göstermektedir.
Bütün metinler birer görsel imgedir Marquez’e için. Yazarın yaşam öyküsü bağlamından baktığımızda doğduğu köy Aracataca, Karayip coğrafyası, Güney Amerika’nın siyasal ve toplumsal haritası tüm metinlere gölgesini düşürerek akıp gider metinlerde. Aracataca’da mezarlığına giden yolda simsiyah giyinmiş ve siyah şemsiyeli bir kadın ve bir genç kızı güneşin altında yürürken gördüğümüz öyküsünden (Yaprak Fırtınası), Baranquilla’da bir pazarın açılışını sessizce bekleyen bir adamın hikayesine kadar her ayrıntı yazarın bu görsel imgeleri tamamlayan bulmaca parçaları olagelmiştir sanki(Albaya Mektup Yok).

Büyülü dünyanın büyülü kasabası “Makondo”yla başlayan tüm hikayeler yazarın bir atmosfer olarak belirlediği ve belki de tüm yazma aşamasında karşısına çıkardığı “metaforik göndermeler”e de zemin hazırlamıştır üstelik. Güney Amerika’nın tozlu ve boğucu kasabalarının izinden ilerleyen kahramanların taşrayı kavrama halleri tüm bu belirlemelerle birlikte coğrafyayı anlama niyetiyle paralellik gösterir. Yazarın sekiz yaşına kadar büyükannesi ve büyükbabasıyla yaşadığı Aracataca ve yazarın yaşamını besleyen kasabalar Hanım Ananın Cenaze Töreni, Albaya Mektup Yok, Kırmızı Pazartesi, Benim Hüzünlü Oruspularım gibi eserlerinde de belirgin dekorlar olarak karşımıza çıkar. Hayatın içinden gelen ama hayatın dışında kendi düşselliğinde yürüyen bu gösterme hali coğrafyanın her ne kadar belirleyen olduğunu itiraf etse de coğrafyanın yazgısını metnin bağlamında değiştirme çabasına da bir karşılık gibidir. Kurgu ve yaşanmışlıkların kesiştiği ve çarpıştığı bir mecradır bu aslında. Geleneksel sözlü anlatıyla başlayan bir anlatma geleneğidir sözünü ettiğimiz. Kurgu-dil-dış dünyayla kesişen, çatışan ve yer yer uzlaşmayı da kabullenen bu yazma sürecini irdelediğimizde yirmi hanelik kerpiç köyü olan Macardo’nun simgesel bir kasabadan öte tüm Güney Amerika’nın benzer politik yazgılarını barındıran “evrensel bir kasaba” formuna dönüşmesi de kaçınılmaz olmuştur.

Marquez metinlerinde boğarcasına, yorarcasına yağan yağmurlar, muz bahçeleri, kasabaların birbirini yineleyen sabahları dış gerçekliğin hayatın içinden beslendiğinin de göstergeleri gibidir. Geleneksel, kültürel yapının içinden çıkıveren ama yazarın kurguladığı, dış gerçekliğin masalsı bir atmosferle sunulduğu bir anlatma evrenidir sözünü ettiğimiz. Anlatmak için yaşamak diyebileceğimiz bu yazma evresi coğrafyanın çelişkileriyle at başı ilerler Marquez’de. Tek insanın trajedisinden yola çıkan insanlık trajedileri, coğrafyanın modernleşme serüveninde insan hikayelerindeki birçok yıkıma işaret etmesi onun metinlerinin ortak paydası olarak da ele alınabilir. Latin edebiyatının büyücülüğü görevini üstelenen bir yazar olarak büyükannesinin en olmadık masalları gerçekmiş gibi anlatmasına benzer bir yaklaşımla bir düşü gerçekmiş gibi aktarma çabası ve gerçeği düşselleştirme derdi karşımıza çıkar. Sıkıntılı rüyalardan uyanan kahramanlar, taşra politikacıları, mutsuzlukları birer yazgıya dönmüş kasabalılar, aslında yeni olmayan birçok hikayenin bir hikaye anlatıcısı tadında süslenmesiyle başkalaşır. Büyülü gerçekçiliğin yapı taşlarıdır sözünü ettiğimiz. İmgesellikle harmanlanan bu anlatma sürecinde korku, yalnızlık, kasvetli atmosferler ve tekinsizlik coğrafyanın gerçekliğinde çok daha sahicileşir çoğu kez.

“Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım.”

Düşsel kasaba Macondo’nun toplumun birçok katmanını barındırması, fantastik kurgunun yerel gerçeklikle kurduğu güçlü temaslar belki de söz konusu anlatma eyleminin daha da yoğun eleştirel, politik bir dil taşımasını zorunlu kılar Marquez’de. Hüzün, öfke ve trajedinin tüm kahramanların yalnızlığıyla yollarını örtüştürdüğü Marquez metinleri şiddetin gerçekliğine, politik travmalar içindeki toplumsal yapılara da atıf da bulunur bir anlamda. Onun metinlerini şekillendiren yerelliği evrensellik ve düşsellikle beraber irdelediğimizde temelde metinlerin harcında sahici bir çok kültürlülüğü de tespit edebilmek mümkündür elbette. İşleneceği belli olan bir cinayetin öyküsü Kafka’nın Gregor Samsa’sının dönüşümünü anımsatırcasına karanlık bir imge evreninde yolunu bulur hatta bu doğrultuda. Kaçınılmaz olan bir türlü değişmez iki metinde de üstelik. Trajedi farklı coğrafyalarda aynı sulardan beslenir üstelik. Başkan Babamızın Sonbaharı’nda korku içinde yaşamak zorunda olan bir diktatörün hikayesi de aynı çerçevede korku-iktidar-yalnızlık üçgeninde okura sarsıcı bir okuma deneyimi sunar bu noktada. Yaşadıklarından öte hatırladıklarını anlatmanın hayatın ta kendisi olduğunu söyleyen Marquez, masalları ve rüyaları gerçeğin katılığıyla birleştirerek anlatmayı yeğler bu bağlamda. Bir masal anlatıcılığı gibidir bu. Gerçek hikaye süslenip sihirlenir okura ulaşana kadar. Nefretin, hoşgörüsüzlüğün, iktidar baskısının, faşizmin gölgesinde anlatılan masallar elbette gerçeğin katılığından da beslenir bu noktada. Marquez’i politik kılan tam da “coğrafyanın kaderi” olmuştur buna bağlı olarak. Kahramanını inşa etme süreci de tüm bu gerçekliği değiştirme evresinde şekillenir. Düşte ete kemiğe bürünen kahraman hayatın bir kesitinden çıkagelmiştir aslında. Başkan Babamızın Sonbaharı’nın kahramanının ortaya çıkışını da Marquez şöyle anlatır:

“Bir gün Roma sokaklarında çaresizlik içinde dolaşıyordum. Girdiğim kitapçıda bulduğum fotoğraf albümünü karıştırırken birden o yüzü gördüm”

Çok lüks bir malikânenin salonunda tek başına oturan bitik, zalim, yaşlı bir adamın çehresi canlanmıştır yazarın gözünde. Hemen oteline dönüp Karayip Adaları’nın birinde yaşamış bu diktatörün ölümünü yazmaya koyulur Marquez ardından. 1975’te yayımlanan kitabın bu kahramanı yaşamındaki bir kesitin, gözlemin içinden çıkıverir, dönüşür ve düşsel bir figür olarak okura ulaşır sonunda.

 

Marquez, Latin Amerika’ya damgasını vuran diktatörlükleri bir üst çerçevede ele alan tüm metinlerinde insanlar arasındaki iktidar ilişkileri, Musssoloni’den Peron’a tüm diktatörlerin ortak yazgıları ve baskı aygıtlarını söz konusu büyülü gerçekçi atmoferin içinde ele almıştır. Tutku, şehvet, iktidar erki, baskı gücünün yarattığı bireysel mağlubiyetler ve toplumsal travmalar onun metinlerinin içinde özgürce gezinirken gerçeklik düşle kavuşmasını çatışmadan öte bir uzlaşıyla yaşar sanki. Gerçek bir cinayetin kurgusal öyküsü bu bağlamda yazarın dile bakışını özgünleştirir, gerçeği dönüştürerek masala yakın kılan anlatım olanaklarından beslenir yazar bu noktada. Tüm bu belirlemeler ışığında belki okurun dikkatli bir gözle okuması ve içselleştirirken yargılaması, tartışması gereken metinlerdir Marquez metinleri. Bunu yaparken de coğrafyanın yarattığı tüm siyasal, toplumsal ve kişisel travmalar ve trajedilerin de okunması gerekecektir. Kendi yazma sürecini aktardığı bir röportajda Marquez’in aktardığı gibi yazmak gerçeğe ihanetten öte okura gerçeğin farklı şekillerini sunmak olarak çıkar. Düş aslında gerçeğin tümüyle içine sinmiştir sonuçta.

“Kafka’yı okuduğumda, birdenbire, edebiyatta, lise kitaplarında rastladığım rasyonel ve son derece akademik örneklerin dışında farklı olasılıklar olduğunu anladım. Sanki bekâret kuşağını koparıp atıyordum. Fakat yıllar geçtikçe istediğin her şeyi icat ya da hayal edemeyeceğini fark ettim. Çünkü böyle yaparak edebiyatta gerçek hayattan daha ciddi olan gerçekleri ve yalanları söylememeyi göze alıyordun. En keyfi gözüken yaratmada bile belli kurallar vardır. Eğer tam bir kaosa ve irrasyonelliğe düşmezsen rasyonellik kılıfını elden çıkarabilirsin.”

Erinç Büyükaşık

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.