İplik Gibi İnce / Erinç Büyükaşık

ÖYKÜ

İplik Gibi İnce / Erinç Büyükaşık
Yayınlanma: Güncelleme: 248 views

Ayakkabının içi sabahı sızdırıyor. Tarlabaşı’nın arka sokaklarından gelen o keskin, ıslak rutubet çıplak bileklerime değiyor. Topuktaki yanma, Kasımpaşa’nın yokuşunu tırmanırken, sırtımdaki o eski okul çantasıyla birlikte ağırlaşıyor. Gece, soba yanmadı. Kulaksız’daki evimizin incecik duvarlarından sızan soğuk, yorganın altına kadar giriyor. Ocağın kara deliğinde, annemin Tezgahçılar’dan getirdiği nemli odun parçaları, zayıf alevlerle cızırdıyor.

Ayakkabımın içine buruşuk bir CimBOM poşeti sıkıştırıyorum. İnce bir yalan bu; kalın bir gerçeği örtemiyor. Çamur içindeki kundura su alıyor. Hayat gibi; yamalı, eksik. Annem susuyor. Mutfaktaki eski radyodan yükselen hüzünlü türkü, yüzündeki çizgilerde yankılanıyor. Kelimeler zenginlerin çocukları için. Bizim içinse boğazda düğümlenen, yutulamayan bir ağırlık. İçimizde susturulamayan bir ağıt.

Babam, oturma odasıyla yatak odasını ayıran o soluk tül perdenin ardında bir siluet. Duvara yaslanmış. Gözleri, tavandaki çatlaklara ilişmiş. Nefesi duyulmuyor. Omuzları çökmüş. Haliç’in tüm kiri, pası onun sırtına yüklenmiş gibi. Yatağı duvar dibindeki o eski divan. Hastalık gibi bir zamana gömülmüş. Her dakika uzuyor, derinleşiyor, ağrıyor.

“Şantiye” dedikleri yer, İkitelli’nin ucunda. Gürültülü, tozlu bir cehennem. Makineler uğulduyor, gökyüzünü kurşun gibi duman örtüyor. Tozlu pantolonu, yırtık iş çizmesi hâlâ balkon demirinde. Rüzgârda savruluyor. Bizim yoksulluğumuzun, yarım kalmışlığımızın bayrağı gibi. O günden beri sessiz. Ruhu uzaklarda, geri gelmeyen bir seferde. Balkondaki çamaşır ipi gibi sarkmış. Üzerine asılan birkaç parça, Haliç’in bulanık suyuna yansıyan umut kırıntıları gibi. Duvar sarı. Takvim Temmuz’da. Zaman, Kapalıçarşı’nın çıkmaz sokakları gibi dolanıyor, çıkışsız.

Ben…Yusuf.  Çoğu kez yarım yamalak çıkıyor sesin adımı her sorduklarında. On iki yaşındayım ama yirmilik bir yorgunluğun içindeyim. Tarlabaşı’nın dar sokakları çocukluğu erken tüketiyor. Okul bahçesindeki top sesleri artık birer hatıra. Tahtadaki adım çoktan silindi. Merter’in tekstil atölyelerinde iplik tozu, kumaş kokusu ve tespih gibi dönen emirler aldı yerini. “Çırak” diyorlar bana. Oysa çoğu zaman yalnızca “çekil.” Omuzlarımda koca bir kent var. Ben, Beyoğlu’nun kalabalığında görünmeyen bir hiçim.

Cebimde annemin sardığı kuru ekmek. Margarin sürülmüş. Boğazımda yağlı bir tortu bırakıyor. Salça yok. Kasabın vitrinindeki o kırmızı et yalnızca burnuma çalınıyor. Ama annemin eli—sıcak, titrek bir dokunuş. Yerebatan Sarnıcı’nın serinliğini taşıyor sanki. Beni bütün gün, o ısı ayakta tutuyor.

Sokağa çıktım. Kasımpaşa’nın sabah sisi yüzüme çarpıyor. Gözlerim yanıyor. Mahalle uyanmamış gibi. Yamalanmış duvarlar, çatlamış kaldırımlar, yüzleri göçmüş evler. Çocuk sesleri yerini yaşlıların boğuk öksürüğüne bırakmış. Seyyar satıcılar kısık sesle bağırıyor. Bu sokakta bile sabah yaşlı. Minibüs param yok. Taksim’in ardından Unkapanı’na kadar yürüyorum. Oradan uzun yol başlıyor. Her sabah, bedenimi değil, hayallerimi sürüklüyorum o yolda. Duraklarda bekleyen yüzlere bakıyorum: hepsi ben. On yıl sonra. On yıl sonra bile ben.

Güngören’deki atölyenin kapısı, eski bir mezar taşı gibi ağır açılıyor. İçeriye adım attığım an, hava değişiyor. Yağ, kumaş ve ter kokusu birbirine karışmış. Burası Mısır Çarşısı değil. Baharat değil, boğulmuş hayallerin keskin kokusu sarmış duvarları. Pencere yok. Işık yok. Yedikule Zindanları gibi nemli ve sıkışık. Makineler, sokakların sabah sessizliğini deliyor. Her biri bir canavar. Dikiş makinesi kumaşı değil, içimi dikiyor. Her dikişte bir şey eksiliyor benden.

“Yusuf, hızlı ol!”

Patronun sesi bir taş gibi düşüyor içime. Karaköy’de kaybolmuş çocukluğumu çalan yankı bu. Emir değil artık. Boğaz’ın akıntısı gibi, kaçamayacağım bir zorunluluk. Burada çocuk sesi duyulmaz. Buhar, makine gürültüsü ve ter. Hepsi iç içe. Nefes aldığın her an, biraz daha yok oluyorsun.

Karşımda Hasan. On beş yaşında. Ama yüzü kırışmış. Haliç’in suları gibi bulanık ve yorgun. Ellerinde iğne izleri, nasırlar. Babamın elleri gibi.

Bugün kesim bölümüne geçiyorum. Sınır gibi bir çizgi çekiliyor yere. “Burayı geçme,” diyor ustabaşı. Ama biz çoktan geçtik. Oyunları, okul sıralarını, pazar gezmelerini. Artık sadece iz var. Sadece kumaş.

Kumaşı tutuyorum. Soğuk. Sentetik. Ucuz. Sabah otobüs koltukları gibi sert. Omuzlarımda bir baskı var. Eğiliyorum. Bıçak keskin. Metal soğuk. Makineler susuyor bir an. Sessizlik. Sanki ölüm bakıyor aralıktan.

“Yusuf, dikkatli ol.”

Bir ses. Hafif. Uzak. Rüzgâr gibi. Annemin sesi mi? İçimdeki çocuk, Gülhane Parkı’nda kuş seslerini hatırlıyor. O an kalıyor içimde.

Ayaklarım kayıyor. Zemin ıslak. Ben dengesizim. Dünya da öyle. Acımasız.

Bir ses. Yırtılan kumaş değil sadece. İçimdeki bir şey de parçalanıyor. Acı keskin. Sonra karanlık. Sonra hiçlik.

Ayağım kayınca yere düşüveriyorum. Galata Köprüsü’nden atlamak gibi. Ama bu yerçekimi değil. Hayatın ağırlığı. Her şey geride kalıyor. Çocukluğumun kenarından son bir bakış. Bir veda.

Artık burada değilim. Belki gölgeyim. Belki anı. Belki hiç. Bedenim yerde. Soğuk. Üzeri örtülmüş. Unutuluşun beyazı. Ama gözüm tavanda. Son ışıkta donmuş. Bir güzellik. Bir acı.

Annemin feryadı. O boş tabak şimdi gözyaşıyla doluyor mu? O sessiz çığlık… duyacak mı dünya?

Babam kıpırdamıyor. Yüzü taş. Belki pişman. Ama artık geç.

Ben zaten çocuk değildim. Hiç olamadım. Hayat beni erken aldı. Erken unuttu.

Ayakkabım hâlâ balkonda.
Kuruyor.
Koşamayacak artık.
Mahalledeki takımın toz toprakta usta kalecisi olmayacak.
Hiç gol yemedi o maçlarda.
Belki bir gün amatörlerden biri fark ederdi. Kim bilir?
Şimdi yalnızca rüzgâr fark ediyor.
Bir de balkondaki o yıpranmış ayakkabı.

Erinç Büyükaşık

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

YORUMLAR (2)

  1. Nilgün Aras 20 Nisan 2025, 22:38

    Türkiye’nin ya da dünyanın tüm geri kalmış ülkelerinin belki de en çok göz ardı edilen yarasıdır çocuk işçiliği.
    Bu bağlamda öyküyü çok değerli bulduğumu söylemeliyim.
    Buna karşın öykünün anlatımında beni inceden rahatsız eden bir yan var ki onu da söylemeliyim. 12 yaşında bir çocuk kendi öyküsünü bu cümlelerle anlatamaz diye düşünüyorum.
    Öykü ben diliyle, Yusuf’un ağzından anlatılacak idiyse, tüm anlatımın on iki yaş çocuğuna ait olduğuna dair bizde kuşku uyandırmayacak biçimde düzenlenmeli değil miydi?

YORUM YAZ

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.