İnsan Olmak / Heybet Akdoğan

ÖYKÜ

İnsan Olmak / Heybet Akdoğan
109 views

“Çocuklar, teneffüs zamanlarında okulun bahçesinin dışına çıkmak yok. Bahçede top oynamak yok. Bahçe dışındaki insanlarla iletişim kurmak yok…yok…yok..! Artık koskocaman gençler oldunuz. Her gün kulaklarınızı çekmek istemiyorum! Okul kıyafetleriniz kurallara uygun olacak; özellikle ceketlerinizin ve kravatlarınızın renkleri koyu lacivert olacak. Siz erkeklerin saçı en fazla üç numara uzunluğunda olacak. Siz kızların saçlarının uzunluğu omuz hizasını geçmeyecek. Her yerde birer öğrenci olduğunuzu insanlara göstereceksiniz. Çünkü sizler dışarıdaki insanlar gibi değilsiniz. Okuyup bu memlekete faydalı insanlar olacaksınız. Hepinize söylüyorum insan olacaksınız. Unutmayın sizler öğrencisiniz. Pek yakında okul bahçesinin korkuluklarını dışarıyı göstermeyecek bir şekilde kapattıracağım. Eğitime katkı parasını velilerinizden istemeyi unutmuyorsunuz. Her şeyi devletten beklemeyin. Gözüm hep üstünüzde. Şimdi sınıflarınıza geçebilirsiniz.”

Aylardan eylül olmasına rağmen hava çok sıcaktı. Yarım saatten fazla okul müdürünün tehditlerini dinledikten sonra nihayet sınıflarımıza geçtik. Lise son sınıftaydık. Pek yakında üniversiteli olmak için, üniversiteye giriş sorularıyla alâkası olmayan dersleri tekrar ediyorduk. Son sınıfta işlediğimiz derslerin birçoğunu, lise birinci sınıfta görmüştük. Geleceğe sağlam bir hazırlık için; ‘çift dikiş usûlü’ sürdürdüğümüz eğitim-öğretim hayatına devam ediyorduk. Sınıfımızın en yakışıklı öğrencisi, okul müdürümüzün oğluydu. Siyah renkli “ispanyol paça” pantolonu ve turkuaz renkli ceketiyle okula ayrı bir renk katardı. Dersleri fazla dinlemez, yeni aldığı cep telefonuyla gizliden vakit öldürürdü. Sosyoloji dersindeydik. Lise ikinci sınıftan itibaren sosyoloji ve psikoloji dersleri de öğretim alanımıza dahil olmuştu.

Sosyoloji öğretmenim Dersim’liydi. Elazığ’dan, Kovancılar ilçemize tayin edilmişti. İki meslektaşıyla birlikte ilçemizde bir ev kiralamışlardı. Teneffüs aralarında herkes bahçede volta atardı. Beni bahçede pek gören olmazdı. Okulda biri beni bulmak istese, sıramda oturmuş birkaç dakikalığına da olsa, kitap okuduğumu bilirlerdi. Ali Haydar öğretmenimin ilk bu şekilde dikkatini çekmiştim. Bir süre sadece öğretmen- öğrenci ilişkimiz vardı. Daha sonra sosyoloji dersi yazılı sınavlarında hocamın sormuş olduğu sorulara cevap olarak yazdıklarım, Ali Haydar hocamın benimle samimiyet kurmasına yol açmıştı. Hocam yapmış olduğu bir yazılı imtihanda, sadece soracağı bir soruyu cevaplandırmak için yorum yazısı yazmamızı istemişti. Soru: Toplum ve birey ilişkisi hakkındaydı. Bu soruyu sorduğunda çok etkisinde kaldığım bir olay gözümde canlandı: Yaz tatiliydi. Balkonda oturuyordum. Sokakta amcanın oğlu çocuklarla birlikte oyunlar oynuyordu. Birden amcaoğlunun ağlama sesini duydum. Eliyle başını tutmuş, ağlıyordu. Ağlama sesini duyam amcam evden dışarı çıktı. Oğluna neden ağladığını sordu. Oğlu, “Arkadaşının kafasına taş attığını” söyledi. Amcam, “O zaman sende onun kafasına taş atsaydın” dedi. Aradan yanılmıyorsam üç yıl geçmişti. Amcamın oğlu ortaokul da arkadaşlarıyla birlikte sokak kavgaları için kendi aralarında bir çete kurmuşlardı. ” Kendilerine yan bakanı” dövüyorlardı. Okuldan her gün uyarı için amcamı çağırıyorlardı. Yazılı sorusunu bu konuyu ele alarak yorumladım.

İki gün sonraydı. Ali Haydar hocam, bana okul çıkışında bir yerlerde çay içmeyi teklif etti. Karşılıklı çaylarımızı yudumlarken samimiyetimizin başlangıcında, ilk ve son defa beni uyardı. “Bana artık hoca deme. Hoca cami de! Bana öğretmenim söyleyerek de hitap etme; sadece ben sana öğretmiyorum. Öğrenme karşılıklıdır. Bu hayatta herkes birbirlerine bir şeyler öğretiyor. Yaşam kaynağının önemli bir parçası da budur.” ” Hocam teşekkür ederim, aklımda yeni bir ufuk açtınız. Fakat ben böyle gördüm. Anlattığınızı hemen uygulamak bana şimdilik tuhaf geliyor” dediğimde, gülüştük. ” Tamam. Zamana bırakalım” dedi. Çay içerken başlayan samimiyetimiz artık bir dostluğa dönüşmüştü. “Her Allah’ın günü beraberdik” desem abartmış olmam.

Hafta sonu için beni Elazığ’a çağırmıştı. Misafir etmek istemişti. Büyük bir sevinçle minibüse atlayıp gittim. Evinde biraz oturduktan sonra yürüyüşe çıktık. Hava çok güzeldi ve ılıktı. Yıldızbağları’ndan, Fevzi Çakmak Mahallesi’ne kadar sosyolojiden, felesefeden konuşa konuşa yürüdük. Her iki mahalle, Alevi insanlarımızın yaşadığı mahallelerdi. Susamıştık. “Az ilerde bir çeşme var” dedi hocam. Varınca elimizi yüzümüzü yıkar, suyumuzu içer, ferahlarız dedi. Çeşmeye vardığımızda susamışlığın etkisiyle ilk önce su içtim. Yüzümü yıkadıktan sonra çeşmenin üstüne oyulmuş bir yazı gördüm. Türkçe yazılan ifade aynı zamanda Arap harfleri ile de yazılmıştı. Çeşmenin adı, “Kardeşlik Çeşmesi”ymiş. Hocam bu çeşmeye neden “Kardeşlik Çeşmesi” adını yazmışlar diye sordum. Hocam ilk defa yüzünde gördüğüm bir anlamla; ” Bu çeşmenin adını Madımak Katliamı’na adı karışanlardan biri seçmiş” dedi. O gün, şahsın adını ve mesleğini hocam söylemişti ama unutmuşum! Doğal bir suymuş. Mahalledekiler çoğunlukla içme suyunu bu çeşmeden temin ediyorlarmış. Çeşmeden bidonlarına su dolduranlar vardı. Onlar için gördüğüm kadarıyla yazılar hiç de önemli değildi. Önemli olan evdeki musluktan akan kireçli suyu içmemekti. Herkesin elinde doğal suyu içmek için bidonlar vardı. Sıraya girmiş bekliyorlardı.

Şehrin merkezine doğru gitmek için minibüse bindik. “Hozat Garajı”nın karşısında indik. Polisler ve bağıran gençler vardı. Kulaklarıma ilk gelen ses: ” Biz bu zûlmü bindörtyüz senedir çekiyoruz. Yeter ulan yeter artık, insan olun” olmuştu. Öğretmenime neler oluyor diye sorduğumda: ” Ne olsun canım benim; ülkücüler yine bizim gençlere saldırmışlar, babamı da 12 Eylül’de bunlar bıçaklayarak öldürmüştü” dedi. Polisler olay yerini çembere almışlardı. Melodi Kafe adında, hocamın ve arkadaşlarının devamlı uğradığı bir mekân vardı. Oraya doğru gittik. Kafeden içeri girdiğimde bir an Elazığ’da olduğumu unuttum. Kafenin duvarlarında Yılmaz Güney’in, Musa Anter’in… Yaşar Kemal’in resimleri asılıydı. Ali Haydar öğretmenimin iki arkadaşıyla tanıştım. Muhabbetimiz çok güzeldi. O esnada kafede duyulan türkü seslerine hiç duymadığım bir ses eşlik etti. “Benim davam devam eder Maraş’ta, benim davam duman tüter Sivas’ta…” Ses ve türkü o kadar beni etkiledi ki, hocamın sözünü bölüp türküyü kimin okuduğunu sordum. ” Emre Saltık” söylüyormuş. Türkünün adı “Benim Davam”mış. Kafeden ayrıldıktan sonra ilk işim, eve gitmeden önce bir kasetçi bulmaktı. Emre Saltık’ın bu albümünü mutlaka almalıydım. İlk gördüğüm kasetçiye gittim. Sanatçının adını söylediğimde; “O türden türkücülerin kasetleri fazla satılmıyor, bu yüzden ben de yok. İstersen İbrahim Tatlıses’in son kasetini satayım sana! Çok güzel bir albüm üstelik de yok satıyor” dedi. Teşekkür edip başka kasetçi var mı diye aradım. Nihayet bir kasetçide aradığım albümü buldum. Kasetin fiyatı cebimdeki parayı aşıyordu. Öğrenciydim. Cebimdeki sadece harçlıktı. Bir de yol parası ödemem gerekiyordu. Kasetçiye paramın yetmeyeceğini söyleyince, “Sorun değil, kolayı var. Kopyasını çekeriz, daha ucuza gelir.” diyerek bir şekilde müşteriyi elinden kaçırmamayı istiyordu. Mecburdum. Emre Saltık’ın “Benim Davam” adlı türkünün içinde bulunduğu eserin kopyasını biraz bekledikten sonra aldım. Günlerdir bu albümü dinliyordum. Hatta bazen müziğin sesini yükselterek dinliyordum. Bir gün dedem, evimizin önünden geçerken dinlemekte olduğum kasetteki türküye kulak misafiri olmuştu. Adımı bağırarak çağıran bir ses duydum. Dedemdi! ” Yahu yavrum; sen Alevi misin, Ezidi misin, Ermeni misin bu türküleri neden dinliyorsun?” diye kızdı bana. ” Hayır dede, ben insanım” diye cevapladım dedemi. Dedem, “biliyorum insan olduğunu, hayvan olacak hâlin yok ya! Dinleme o türküleri, bunları kızılbaşlar, komünistler dinler. İnsan ol insan.” diyerek benim ilk söylediğimi, son sözüyle tekrarladı. O günden sonra daha çok bağlandım türkülere. Nesimi Çimen, Ruhi Su, Mahzuni Şerif ve daha pek çok değerlerimizin eserlerini alıp dinlemeye devam ettim.

Okulun bitmesine günler kalmıştı. Ali Haydar’la son günlerimizi yaşıyorduk. Halk müziğimizin sanatçıları adına kısa bir yazı yazmıştım. Bu yazımı Ali Haydar’a okutmak için evine gittim. Yazımı kendisine verince okumaya başladı: “Mahzuni Şerif, Muhlis Akarsu, Aşık Veysel, Hasret Gültekin ve daha isimlerini yazmakla çoğaltacağım birçok aşık ve ozanlarımızın ölümsüzlüklerini ancak onların eserlerine sahip çıkmakla yaşatabiliriz. Bizlerin özüne ve kültürüne damga vurmuş bu değerli halk sanatçıları birer efsanedirler. Ölmüş ama gönlümüzde yaşayan bu saygın sanatçılarımızın ebediyetlerini, gençlerimize ve çocuklarımıza dinleterek sonsuzlaştırabiliriz. Sanat, topluma ayna olmaktır. Toplumu tüm değerleriyle anlatmaktır. Sanatçılar, beraber yaşadıkları toplumu ve kültürünü evrensel değerlerle anlatan bütünleştiren ve ifade eden kişilerdir. Halkın sanatçıları, unutulmuş ve sömürülen halkların dilidir. Bizleri anlatan, bizler için eserler üreten sanatçılarımızı; bizden sonraki nesillere, sanatı bilimsel boyutuyla ve toplumsal değerlerin bilinci ve vicdanıyla anlatmalı ve onları bilgilendirmeliyiz. Emre Saltık’ı, diğer sanatçılarımızı ve eserlerini tanıdığımız tüm sanatçıları, yarınlarımızın birer “kültür mirası” olarak sahiplenmeliyiz. Sanatçılar, toplumların kültürlerinin yaşaması için gönüllü yetkililerdir. Toplumlar ancak sanat ile eşitlik ve bağımsızlık düşüncelerini kültür haline getirebilirler. Bireysel ve toplumsal kalkınmanın bilinçsel uyanışı sanat ile yaygınlaşabilir.” Yazımı okuduktan sonra beğendiğini söyleyip teşekkür etti. Eline bağlamasını aldı. “İnsan olmaya geldim” adlı türküyü çalıp söyledi. Liseyi bitirmiş ve “beyaz diplomamı” almıştım. Okul müdürümüzün oğlu, babasının torpiliyle devlet memuru olmak için askerliğini yapmış, memuriyet hayatına hazırlanıyordu. Amcaoğlu ise, lise arkadaşlarıyla birlikte okul müdürünün arabasının kaportasını çizerek, arabaya bayağı zarar vermişlerdi.

Ben henüz “bir baltaya sap” olamamıştım. Bütün büyüklerim okuyup; vatana, millete ve aileme iyi bir ‘insan olmamı’ nasihat ediyorlardı. Ben hâlâ insan olamamıştım! Birkaç yıl boyunca geleceğim olarak gördüğüm ve devamlı okuduğum sosyolojinin, Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan toplumsal karmaşıklığı, burjuvazi düzeninin istikrarının temini için ve toplumsal düzeni, toplum mühendisliğiyle inşa etmek için, Fransa’da kurulan sosyoloji kürsüsüyle başladığını öğrenmiştim. Artık, ömür boyu öğrenmekle bitmeyenin ne olduğunu fark etmiştim. Ali Haydar’la vedalaştığımız son güne kadar ona, ” İnsan olmaya geldim” türküsünü söylemesini rica ederdim.

Heybet AKDOĞAN

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.