Heybet Akdoğan yazdı: Okuma Günlüğü / Ölümün Ağzı

KİTAP İNCELEMESİ

Heybet Akdoğan yazdı: Okuma Günlüğü / Ölümün Ağzı
Yayınlanma: Güncelleme: 1.269 views

“lşıl ışıl, kapkara otomobilinden inen paşanın,elini, üç adam öptü sırayla. Paşa, elini öpenlerebakmadı bile. Baksa, saygınlığından, onurundan bir şeyler yitirecekti sanki. Gözleri bir noktadaydı hep. Uzaklarda, belli belirsiz bir yerlere bakıyordu. Çıt yoktu ortalıkta. Hava, acı acı kömür ve zûlüm kokuyordu. Paşa, karşısında kemik gibi duran adama:
-Bunlar mı? dedi.
-Bunlar, Paşam!
Oldum olası ordu birliklerini denetlemeye alışık paşa, düzlüğün dört bir çevresinde dizi diziduran işçilere, pantolonuna sıçramış camurlara bakar gibi bakıyordu küçücük gözleriyle. Bakarken kişiliğinden bir şeyler yitiriyordu sanki o an. Ürperdi.

Otomobilini durdurmamalıydı burda. Dosdoğru ocağa girmeli, içeriye şöyle bir göz atıp, çıkmalıydı sonra. Ama olan olmuştu artık. Ok yaydan fırlamıştı. Bu özveriye katlanacaktı. İşçiler yırtık pırtık giysileriiçinde, gökten yeni inmiş bir Tanrıya bakar gibi bakıyorlardı paşaya. Ne inanılmaz, ne büyük olaydı bu böyle! Herkese nasip olamazdı bu kadarı! Paşayı görüyorlardı. Paşayı görmek, yıllar yıla unutulmayacak bir şeydi.

Onu gören işçilerden her biri, her gördüğünde, paşayı gördüm ben diyerek böbürlenebilecekti. Paşa yürüdü. Arkasındakiler de yürüdü. Paşa, ayakları çıplak bir işçinin önünde durdu. Oğlunun yüzüne benziyordu işçinin yüzü.

Benzemek bu kadar olurdu hakçası. Tıpkısıydı. işçi tir tir titriyordu. Paşa, üç şeye bayılırdı hayatta: Kendi çocuklarına, satrança, halkçı görünmeye … o an, daha da halkçı kesildi nedense. İşçinin kömür tozundan kararmış, ince, titrek yüzünü eliyle okşadı. Kesmek için beslediği bir kuzuyu seviyordu sanki. Masallardaki prensler kadar güzel, bir akrep kadar çirkindi paşa. İşçi bayıldı. Bayılmakta haklıydı tabi. Böyle bir şey kimin başına gelse, yüreği dayanmaz, bayılırdı. Paşanın ışıl ışıl parlayan çizmesi, gözlerini yeşil bir şimşekle doldurmuştu işçinin. Paşanın elindeki gümüş asa yüreğinin içinde bir burgu gibi dönmüştü. Birden gözleri kararan işçi, Paşanın üstüne yıkılmıştı ağaç gibi. (Ne büyük küstahlıktı ama bu!) Paşa yana kaçmasaydı, işçiyle birlikte yuvarlanabilirdi yere. Ölü gibi gülümseyen bir adam, bayılmış işçinin yüzüne ardarda iki tokat aşkettikten sonra:- Bir şey oldu mu, sayın paşam? diye sordu.Paşanın arkasında, diklemesine konmuş tabutlar gibi duran adamlar telaşlanmış, ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemez olmuşlardı. Felaketierin en büyüğüydü bu. Bir işçi bayılıyor, üstelik paşanın üstüne yıkılıyordu. Akıl havsala alacak şey değildl doğrusu. İşçi yere düşerken, paşanın yakasına yapışmıştı içgüdüsel bir davranışla. Paşaya, “Bir şey oldu mu, sayın paşam?” diye soran adam, tabancasını çekip vurabilirdi bu işçiyi o an. Lamı cimi yok, vurabilirdi. Paşa, koskoca bir tarihten yığın yığın madalya ve mal mülkle geliyordu. Salma salma zaferler kazanmıştı. Satranca olan sevgisi, savaşa olan sevgisindendi zati. Tek başına destanlar yazmıştı düşman karşısında. Şehit düşmüş yüzbinlerce askerin kanı, onundamarlarından akmıştı toprağa. Şehit düşmüş yüzbinlerce askerin yüreği onun yüreğinde durmuştu tıp diye. Paşanın yüreği bu yüzden nasırlaşmıştı işte biraz.
– Saralı mı bu «amele»? dedi.
– Saralı, Paşam!- Saralı da olsa çalışacak.
– Elbette, paşam. Sağol paşam. Bir yerinize birşey olmadı ya? Paşa, tarihten geliyordu uygun adım. Yerde çırpınan saralı işçi gibi, hayvanların da yattığı yoksul bir köy evinden çıkmamıştı. Yüzbinlerce insan, düşman karşısında ölmüş, zaferi kazanan paşa olmuştu tek başına. İşin püf noktası burdaydı.

Tarih, paşayı tanıyor, ona kredi açıyordu yalnız. Savaşta ölenlerin adları, yaşları, yüzleri, geçmişleri, hiç bir şeyleri, yoktu. Yokluk ve hiçlik olmuşlardı baştan aşağı. Onlar bir sinema bileti gibi zımbalanmış, sonra da fırlatılıp atılmışlardı. Geride bıraktıkları, aç açık kalacaktı tabi. Yurdu kurtarmak kolay değildi öyle! Acılarasıkıntılara katlanmadan, yurt dediğin nasıl kurtulurdu düşman elinden? Yüzbinler ölecek, sonra üç beş kişi, bu yüz binlerce ölünün oluşturduğu ölü dağının doruğuna tırmanacak, şanlı şerefli bir bayrak dikecekti oraya alkışlanmak için. Oyunun kuralı buydu. Hep buydu kural.

Paşa, tarihten geliyordu gıcırdayan çizmeleriyle. Tarih onu çok seviyor, o da tarihi çok seviyordu. Kumrular gibi sevişiyorlardı yani. Tarih, yerde çırpınan saralı işçiyi yazmayacaktı hiç bir zaman. Ama paşanın kömür ocaklarını denetlemeye geldiğini yazacaktı. Günü gününe hem. Şu tarih dedikleri, çok şeydi doğrusu! Tarih, gerçekten çok şeydi. Tarih, paşanın kömür ocaklarına geldiğini elbet yazacaktı günü gününe, başka şeyleri de yazacaktı. Bu başka şeyler nelerdi? Neler olabilirdi? Paşa bunları hiç düşünmek istemiyor, düşündükçe içi titriyordu.

Paşa, tarihten geliyordu bıyıklarını burarak. Açkalmadan, horlanmadan, saraya tutulmadan, yere düşmeden …paşa büyüktü. Paşa görkemliydi. Paşa, tarihi o kadar seviyordu ki, tarihin her türlü ıvır zıvırla uğraşıp, kendini boşu boşuna tüketmesine üzülüyordu. Yurt toprakları düşman elinden alınmış, düşman bit kırılır gibi kırılmış, yok edilmişti. Elbet yazmalıydı bunları tarih. Uzun uzun yazmalıydı hemde. Amadaha sonra olan başka şeyleri yazmamalıydı. Gerek yoktu hiç birine. Ufak, incir çekirdeğini doldurmayan şeyIerdi bunlar. Sözgelimi, düşmandan arınmış, yurt topraklarını yangından mal kaçırır gibi kapışıyordu bazıları. Cumhuriyetçilik, halkçılık gereği, kapanın elindekalıyordu her şey. Oğullarını düşman önüne tavuklara yem atar gibi atmış olanlar, yine  cumhuriyetçilik, halkçılık gereği aç ve topraksızdılar. İşte bunları yazmamalıydı tarih. Çünkü hep böyle olmuş, hep böyle olacaktı paşaya göre. Ne vardı yadırganacak bunda?Paşa, tarihi azarladı bir gün. “Sakın, ha” dedi, “sakın, ha, yazma bunları.” Cok kızarım yoksa! Tarih yazmadı ve bir şey demedi, ama sinsi sinsi gülümsedi. Paşa arkasındaki adama:”  Kaldırt bu ameleyi burdan!” dedi.
– Emret, Paşam!
Paşa yalnızca satrancı, kendi çocuklarını, halkçı görünmeyi değil, cins köpekleri de çok severdi.

İşçi, ıslannmış bir çimento torbası gibi kaskatı kesilmişti. Ağzının üstü köpük köpüktü. İnliyor, yürek ürpertici sesler çıkarıyordu durmadan. İşemişti. Sabahleyin içtiği yağsız mısır unu çorbasının rengini almıştı yüzü. Ama ne olursa olsun, mutlu olmak zorundaydı yine de. Övünmeliydi hatta. Durumundan hiç yakınmamalı, şükretmeliydi hep. Ne de olsa, cumhuriyetle yönetilen bir ülkede yaşıyordu. Az şey miydi bu? Küçümsenebilir miydi?İşçi, küçük çocuklar gibi işemişti. Sara işetirdiçünkü. Korkunç bir hastalıktı. Paşadan da korkunçtu. Hastalanacağını önceden anlayıp, çırpınmamak için gafil avlanmıştı bu kez. Anlayamamıştı hastalanacağını nedense. ilk oluyordu böylesi. Paşanın midesini bulandırmamak için, ötelerde bir çalılığın dibine attılar onu. Uçmasını öğrenememiş küçük bir kuş gibi, çırpındı durdu. Paşa o kadar insancıl, o kadar demokrat bir insandı ki, düşerken can havliyle yakasına yapışan işçiye kızmamıştı bile. Saralı işçiyi tokatlıyan adama şöyle yan yan bakmış, neden tokatladın der gibi bir tavır takınmıştı üstelik. Hava soğuktu.

Paşanın kurşun işlemez gibi görünen kara, kalın paltosu işçilerin yarı çıplaklığıyla alay ediyordu basbayağı; işçilerden bazıları, yalınayak oluşlarından, yırtık pırtık giysilerinden utanıyor gibiydiler. Ama paşa bir onların, bir kendinin üstündekilere bakıp, utanmıyordu hiç. Utanmasını bilmezdi çünkü. Alışmamıştı. Bir gün olsun bile utanmamaştı ömründe. Utanmak, güçsüzlük demekti ne deolsa. Saralı işçi, başını kaldırıp, göğe baktı. Bulutları yemek, yutmak istedi. Karnı çok açtı. Eline geçen her şeyi yiyebilirdi o an.”

2. Dünya Savaşı’nın yol açtığı ekonomik sıkıntıların önüne geçilmesi için çıkarılan mükellefiyet kanunu kapsamında, Zonguldak ve çevresindeki işçiler, zorunlu olarak maden ocaklarında çalıştırılıyordu. Köylerde devletin muhtarları görevlendirmesiyle, erkekler mükellef memurlarına bildirilip, maden ocaklarında çalıştırılmak için çoğu zaman askerler tarafından tutuklanıp, madenlere götürülüyorlardı. Mükellefiyetten kaçanlar, Tahkimat Komutanlığı Askerlerince yakalanıp kömür ocaklarında karın tokluğuna, insanlık dışı koşullar içinde maden çıkartıyorlardı. 1940 yılında Ereğli Kömür İşletmeleri’nin kurulmasıyla ve mükellefiyet kanunun yürürlüğe girmesiyle artan maden işçileri sayısı; genç ve yaşlı farketmeksizin binlerce insanın sakat kalmasına ve ölmelerine neden oldu. 1921 yılında Büyük Millet  Meclis’inde Amele Kanunu çıkarılsa da, gerçekte işçilerin haklarını koruyacak kanun hiçbir zaman fiiliyata geçmedi. Cezalar, ucuz işçi çalıştırmalar, keyfi olarak işçilerin ücretlerinden kesinti yapmalar ve uzun saatleri bulan çalışma süreleri, Türk burjuvazisinin uyguladığı en acımasız uygulamalardı. Türk burjuvazisi için kömür demek, insan emeğinin sömürülmesi için en büyük fırsat demekti. O zamanlar işçiler vergi borcu ya da aşar mültezimine borçları nedeniyle zorla maden ocaklarında çalışmak zorunda kalıyorlardı. Her gün güçlenen Türk burjuvazisine karşı borçlarını ödemek için kömür madenlerinde çalışan işçiler, aynı maden ocağının işlettiği dükkânlarada borçlandıklarından dolayı, ocak işletmecisinede borç ödemek için madenlerde daha çok sömürülüyorlardı. Almanya ve Polonya Savaşı’ndan ötürü, dış politikanın getirmiş olduğu koşullardan etkilenen Türkiye, kömür işçilerine en acımasız zûlmü yaşatmıştı. İsmet İnönü dönemine denk gelen bu zaman aralığı; İsmet Paşa’nın, ezilen işçiler için ne kadar duyarsız olduğunu da gösteriyordu.

Yukarıda, İrfan Yalçın’ın ” Ölümün Ağzı” romanından paylaşmış olduğum alıntı bu gerçeği çok iyi özetliyor. “Ölümün Ağzı” romanı, Zonguldak’ta Türk burjuva devletinin yoksul köylüleri, jandarma dipçiğiyle maden ocaklarına nasıl soktuğunu anlatıyor.

Romanda maden ocaklarında can veren, sakat kalan ve madende çalışmamak için gerekirse parmaklarını kesen köylü işçilerin dramı anlatılıyor. 1940’lı yıllarda, devletin savaşı neden göstererek çalışmaya mahkûm ettiği işçileri kaleme alan İrfan Yalçın, savaş bittikten sonra da mükellefiyetin devam ettirildiğine eserinde dikkat çekiyor. Yalçın’ın dediği gibi; ” Türk köylüsünün sınıf bilincinden yoksun oluşu ve bundan dolayı örgütsüz oluşları” köylü işçilerin 1940 ve 1947 tarihlerinde daha fazla sömürülmelerine yol açmıştır. “Alman kapıda” denilerek, madenlere (çalışma kamplarına) sürülen bıyığı terlememiş çocuklardan, kamburu çıkmış yaşlılara kadar çalıştırılan işçiler, Zonguldak doğumlu olan İrfan Yalçın tarafından “Ölümün Ağzı” eseriyle, okuyucularını o yıllara götürecek kadar ustaca yazılmış. Özellikle romanın bölge halkının dilini kullanarak yazılması, eserdeki yaşanmışlık duygusunu bizlere derinden hissettiriyor.

İrfan Yalçın’ın toplumsal sorunları sınıf çatışmalarıyla birlikte aktardığı bu yapıtı, Maden Havzası dışındaki olaylarıda ele alarak, okura olumsuz sorunların kaynağı hakkında daha geniş kaynaklar sunuyor. Romanda bahsi geçen maden ocağı hem bir geçim kaynağı hemde insanların karanlığa sürüklendiği kara delik olarak tasvir ediliyor. Maden ocağına inmek yerine bedenine zarar vermeyi ya da ölmeyi isteyen işçilerin ruh halleri, bu gerçeği çok açık bir şekilde ifade ediyor. Okuma- yazma bilmeyen köylü işçilerin almaları gereken ücretten dahi haberlerinin olmaması ve işçilere dönüşümlü olarak ücret dağıtılması; maden işçilerinin yaşamlarının yalnızca kömür çıkarmakla mümkün olabileceğini ortaya koyuyor.

İrfan Yalçın bunun yanında maden işçilerin kaldıkları barınaklarıda şöyle betimliyor: “Rüzgâr tahta duvarların deliklerinden girerken, ıslık gibi bir ses çıkarıyor, köşelerde yanan gaz kandillerinin ışığını pır pır ettiriyordu. Gıcırtılı kapıdan giren gireneydi. Köylerden gelenler, arkadaşlarını görünce tokalaşmadan edemiyorlar, birbirlerinin kollarını uzun uzun,  koparırcasına sallıyorlardı. Bir ara, yirmi otuz kişilik bir topluluk girdi içeri. Elleri birbirlerine iplerle bağlanmış, üstleri başları perişandı. Yalınayaktı çoğu.

Yorgunluktan yürüyecek, ayakta duracak halleri yok gibiydi. Üçü beşi, barınağın kapısından girer girmez, kendini atıvermişti yere. Kimi inliyor, kimi sayıklar gibi konuşuyordu. Jandarmalar yere yatanları ayaklarıyla dürtükleyip, basbas bağırıyorlardı.” Maden işçilerinin yaşadıkları zorlukları, içinde bulundukları mekânın sefaletiyle dile getiren İrfan Yalçın, bu sefaletin karşısında patronların ve Türk burjuvazisinin yaşadığı komforlu yaşamada değiniyor. Bu konuda İsmet Paşa’nın maden ziyareti sırasında giydiği kıyafete vurgu yapan yazar, yöneten ve yönetilen arasındaki sosyal koşullara bu yönden bir atıf yapıyor.

Romanın içeriğinde yer alanlar kadar yapıtın ismi de dikkat çekici. ” Ölümün Ağzı ” yani madenlerin girişi, romanda ölümün başladığı yer olarak tanımlanıyor. Çünkü madenlerden içeri girenlerin sağ olarak dışarı çıkmaları büyük bir şans olarak görülüyor. Roman, tiyatro, hikâye, şiir, deneme ve eleştiri türünde eserler yazmış olan ve buna mukabil, Fransızcadan yaptığı çevirilerle tanınan İrfan Yalçın, 1970 sonrasında yazmış olduğu romanlarla, bilhassa ” Ölümün Ağzı ” romanıyla edebiyat dünyamızda kalıcı bir yer edinmiş toplumsal gerçekçi yazarımızdır. Yazmayı doğal bir gerçeğin duyusal yansısı olarak görmüş İrfan Yalçın, yazmanın özünü insan olarak biliyordu. İnsanı anlatırken, toplumu ve toplumun siyasal yapısını eserlerinde işledi. Romanlarında her ne kadar şiirsel bir dil kullandığını söyleyenler olsa da, İrfan Yalçın, yazılarında kullandığı dili yazınsal dil olarak yorumluyordu. Onun için yazınsal dil, anlam  katmanlarını yaratan dil demekti. Yaşamayı bitmeyen sonsuz bir güç olarak biliyordu. Bu niyetle yazmak, onun için bu sonsuz gücün pratiğe dökülmesiydi. Edebiyat, İrfan Yalçın için dil ile başlayan bir sanattı. Ve usta edebiyatçımız bu dili, toplum için kullandı. Toplumsal koşullarda insanı aydın duyarlılığıyla anlatmaya çalıştı. Sosyalist dünya görüşüne sahip olan edebiyatçımız, özel mülkiyetin doğurduğu sorunları ve kapitalist sistemin yozlaştırdığı insanı, her yönüyle ele alarak öyküleştirmeye gayret gösterdi. Yalçın’ın, edebiyatta en büyük hedefi yazınsal bir dile ulaşmaktı. Bu bakımdan romanlarında özverili bir dil işçiliği vardır. Güçlü kurgu kabiliyetiyle modern dünyanın ve insanının açmazlarını konu edinen Yalçın, açmazlarla dolu olan hayatımızı anlamlandırabilmek için yapıtlar üretti. Yapıtları aslında bir belgesel gibidir. Gerçeklik anlatımlarından yola çıkarak bireyin sorunlarını, toplumsal yapı içerisinde arayan İrfan Yalçın, bireyden yola çıkarak ” büyük resmi” yani toplumu bizlere göstermeye çalıştı. Sevgi duygusunu derinlikli bir şekilde eserlerinde anlatan yazarımız, yaşama katlanmanın kaynağını sevgi olarak gösterdi.

“Ölümün Ağzı” isimli romanını yazarken, romanda gerçek sevginin özünü ortaya koymaya çalışan sanatçımız, sevgisiz bir yaşamın insanları nasıl çürüttüğünü göstermeye çalıştı. Yalçın’ın romanları özünde insanı, toplumu anlamayı ve insan sevgisini yaşanılır kılmak için yazılmıştır. İrfan Yalçın yazdıklarıyla ve yazım tekniğiyle Türk edebiyatımızın mümtaz kalemlerinden birisidir.  Türk romanı için önemli dönüm noktalarından biri olan, 12 Mart 1971 sonrasının yazarı olan İrfan Yalçın; yabancılaşmanın, yoksulluğun ve sömürülen insanların tercümanıdır.

Cumhuriyet döneminin başlangıcıyla birlikte, Türkiye’de yaşanılan sınıfsal problemleri, yoğunluklu olarak romanlarında ve öykülerinde konu edinen marksist edebiyatçımız, burjuvazi nezdinde sıradan, cahil ve basit insanlar olarak tanımlanan halkımızın yaşamını yazmayı bir sorumluluk olarak üstlendi.

Edebiyatın diğer türlerinede eserler kazandıran İrfan Yalçın, şimdiye kadar daha çok romanlarıyla yazın dünyasında ustalığından söz ettirdi. 1980 yılında “Ölümün Ağzı ” romanıyla TDK Roman Ödülü’nü kazanan kıymetli yazarımızı, 90 yaşında; 24 Haziran 2024’te kaybettik!

Heybet AKDOĞAN  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.