Bir İntihar Mahkûmunun Son Günü

İlelebet sürecek zannettiği sessizlik, sağır edecek kadar derin ve vurucuydu. Odada, yıllara meydan okuyan, kaplamaları dökülmeye yüz tutmuş küçük çalışma masası, küf ve rutubet kokusunu odaya doldurmuştu. Koku, ona anne..

Bir İntihar Mahkûmunun Son Günü
Yayınlanma: Güncelleme: 790 views

İlelebet sürecek zannettiği sessizlik, sağır edecek kadar derin ve vurucuydu. Odada, yıllara meydan okuyan, kaplamaları dökülmeye yüz tutmuş küçük çalışma masası, küf ve rutubet kokusunu odaya doldurmuştu. Koku, ona anne şeftakini ve baba güvenini hissettiriyordu.
Her daim gıcırdayan kapı: ”Ben buradayım” dercesine boş kalbini titretiyordu.

Küçük pencere dibindeki yatağın, yıllarca şiddetli nöbetler geçiren, ölümün solgun ama kuvvetli elinden tutmaya hazırlanan bir adamı son yolculuğuna uğurlamış gibi bir
havası vardı. Dağınık ve asiydi. Ortasında oluşan çukur, insanı yutup, içine çekecek gibi onu çağırıyordu.

Arkadaş olduğu oda artık bir düşman gibi onu sıkıyor ve aklı ile oynuyordu. Oda pusluydu, ağır kokusuyla birlikte başka birilerinin yaşamayı bırakın, havasını teneffüs etmek istemeyeceği ölüme en yakın yer gibiydi.

Eski ve mavi renkte, tel sinekliklere benzeyen delikli bir kapağı olan küçük bir dolap, yılların verdiği eğreti hayatta son demlerini yaşıyor gibi boynunu bükmüş, adama veda
ediyordu. Duvara asılı olan tel dolabın altında duran tüpte çaydanlık kaynıyordu.

-Ehh! Çay oldu galiba Franz, diye masaya seslendi.
-İçmek istemez misin? Mektup yazarken iyi gider. Duygularına dahiyane şeyler eklemek için
birebirdir.

Kendine bir bardak çay doldurdu. Ağır adımlarla ilerledi, hiç acelesi yok gibiydi. Niye acele etsin ki… Okyanus renkli pijamaları üstündeydi. Bu rengi severdi. Hiç okyanus
görmemişti. Bırakın okyanusu ne bir deniz ne de bir göl. Asla olduğu köyden çıkmamıştı. Çıkmak için bir sebebi de yoktu. Okyanustan hep bir korku duymuştu. Boğulmaktan kokardı. İnsan görmediği bir şeyden nasıl korkar ki. O korkuyordu. Okyanusta seyahat eden eski bir dostunun anlattıkları kadar biliyordu okyanusu. Anlatılanlar yüzünden akla sığmayacak hayallerle, korku dolu rüyalar
arasında boğuluyordu. Düşünürken bile okyanus serinliğiyle bir üşüme ve ürperti girerdi içine.
Hep metrelerce yüksekliteki dalgaların arasında, tek başına bir sandal ile kaldığını düşünürdü.

Çayını pencerenin çıkıntısına koydu. Kül tablası zaten her daim oradaydı. Son bir sigarası kalmıştı. Çelimsiz bacakları, yere sağlam basıyordu. Yatağının hemen yanı başında durdu. Pencereden hafif yağmurun, alt taraftaki üzüm bağına hayat suyu verişini seyretmeye başladı.

Kalın kaşları aniden çatıldı. Yakınlardan gelen hoş melodiye kulak kesildi. Daha iyi duymak için çayını karıştırmayı bıraktı ve başını parmaklıklara yasladı. Duymakta zorlanırken, ”Keşke biraz daha sesi olsaydı” diye söylendi. Bir kaç saniye sonra dikkat kesilmeyi
bıraktı ve çayından bir yudum aldı.

Melodi artık hiç gelmiyordu. Duyduğu şeyi anlama isteği onu yiyip bitiriyordu. Hayatı boyunca her şeyi böyle sorun etmişti. Pencereyi kapattı ve eskiden yaptığı ve asla dönüşü olmayacak olan hatalarıyla yüzleşti.

Bir an sigarası aklına geldi. Hızlıca sigarasını yaktı. Boş paketi ise karşıda duran masaya fırlattı. ”Üzgünüm Franz! Zarar görmedin umarım” diye seslendi masaya. Franz
Kafka’nın o meşhur Milena’sına yazdığı mektupları anlatan kitabı duvara dayamıştı.

Sonra uzun ve vurucu bir sessizlik odayı doldurdu. Yıkılmaya yüz tutmuş yatağına oturdu. Yıkıcı, sağır edici ve kendini esir alan sessizlik çıldırmasına neden olacak kadar muazzamdı. Sessizliği, bir yudum çayın boğazından geçerken çıkardığı ses bozdu. Ardından bir nefes sigara ciğerlerine yayıldı.

Kendini, çivilediği yatağından zor da olsa söküp aldı. Pencereyi açtı. Melodi artık net duyuluyordu. Yüzünü masaya döndü. Sırtını dönmüş bayan umursamıyordu onu. O kadın Milena’ydı. Hani o Kafka’nın aşkı. Bir kitaba kapak olan kadın. Bir an yüzünü yağmura çevirdi.
Hayata, hayat katıyordu yağmur. Son kez Franz ve beyazlı kadına baktı, gülümsedi. Artık sırtı dönük beyazlı kadın yüzünü ona dönmüştü.

Gülümsemesi ile tavandaki çıkıntı demire baktı. Onu hayata bağlayacak, sıkıca tuttuğu ip o demir çıkıntısına takılmıştı. Son çekiştirmeleri de yapmıştı ve artık hayata
söyleyecek sözü kalmamıştı. Elinden kayıp giden ip boğazına geçmek üzereydi.

Cem Karaca, Çok Yorgunum diyordu gelen melodide. Oda karardı. Tablada sigara, son bir yudum için bekleyen çay, masada onu izleyen yüzü dönük kadın ve Kafka…

Ender Karakaş

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.