Benim Dayım / Heybet Akdoğan

ÖYKÜ

Benim Dayım / Heybet Akdoğan
131 views

Yıllar sonra çocukluğumu yaşadığımı köye kavuşmanın heyecanı içindeydim. Köy annemin köyüydü. Çocukluğum en çok bu köyde geçmişti. İnsanın anavatanı çocukluğuymuş derler. Doğal olarak çocukluk anılarımın en çok yaşandığı yer de benim vatanım gibi olmuştu.

Ailemle birlikte yola koyulduk. Uzun bir araba seyahatinden sonra köy görünmeye başlamıştı. Bu köye vardığımızı köyün alt kısmından akan baraj suyundan anlardık. Çocukluğumda orası bir nehirdi. Tanrıça Anahit’in saçları gibi kıvrım kıvrım ve inceden akardı o nehir. Daha sonra baraj kuruldu. O nehirden eser kalmadı. Yine de bir su vardı karşıda. Köyün tepesine varınca baraj suyu belirirdi. Köyün girişinde bir ilk okul vardı. Okul 1990’lı yıllarda yaşanan PKK-asker çatışmasından sonra öğrencisiz kaldı. O günleri hiç unutmam. Yaz tatiliydi. Köydeydik. Bir sabah uyandığımızda köylüler okulun yakıldığını konuşuyorlardı. Okula doğru yürüdüm. Birkaç köylü, “Kesin gece vakti PKK yaktı bu okulu, yoğ yoğ lo kesin askerler yaktı. Olur mu lo! PKK neden yaksın? Onlar bizim kötülüğümüzü düşünmez. Olur mu yav, onlar çocukların Türkçe öğrenmesini istemiyorlar bu yüzden okulu yaktılar. Diğerleri yanlışınız var. Askerler yaktı ki; çocuklar köyde kalmasın, şehre gitsinler. Yoksa onlar da dağa çıkarlar.” diye aralarında yorumlar yapıyorlardı.

Yıllar sonra köyümüzdeki ilk okulunun neden yakıldığını ve okulu kimlerin yaktığı konusunda bir karara varamayan büyüklerimin ruh hâlini, Mithat dayımın yazılarından öğrenmiştim. Yakılan okul senelerdir kapısız bir hâlde; köyün tavuklarını içinde barındırırdı. Bir deprem faciasından sonra köydeki evler hasar görünce, bir köylümüz o okulu kendisine ev yapmıştı. Sonra devlet depremzedelere konutlar yapınca, bizim köyün ilk okulunu köylüler taziye evine çevirmişlerdi. Ölü olmadığı zamanlar köylüler orada okey oynuyorlarmış. ‘Yalan dünya diyenler için hayat, bir gün ağlanılır, bir gün eğlenilir, böylece zaman geçip gidermiş.’ Arabayı taziye evinin yan tarafına park ettikten sonra birçok tanıdığı, taziye evinin yanındaki çınar ağacının altında gölgelenirken gördüm. Mithat dayımı göreceğim hiç aklıma gelmezdi. Benim dayım, kimine göre düşünceleri tehlikeli bir akraba, kimilerine göre devletten maaş alıp yaşamını idame eden bir öğretmen, birçoğuna göre ise, içinde bulunduğumuz düzenin, çağın suçlusu bir insandı.

Yıllar sonra dayımla buluşmak kısmet olmuştu. Herkes beni soruyordu. Ben ise, etrafımdakilere köyümü çok özlediğimi anlatırken, Hasan amca “Burası senin köyün değil ki, babanın köyünü özlemen gerek” diye karşılık verdi. Daha sonra Mithat dayım, kısa bir hal hatırdan sonra sessizliğini korumaya devam etti. Köylüler bana soru sorarken o bir yerlere dalıp dalıp bakıyordu. Kısa bir ayaküstü konuşmasından sonra, Mithat dayımla dedemin evine varana kadar yürüdük. “Dayı buraları çok özledim” dedim. “İnsan özlemez mi yeğenim” dedi. “İnsan çocukluğunu, yaşadığı yerleri hep özler.” “Öyle de dayım..! Bende ki farklı bir duygu! Bu köyü özleyince özümü özlemiş gibiyim.” “Haklısın” dedi düşünceli bir şekilde: “Özünü özlemeyen bir insan sadece biyolojik bir varlıktır” dedi. Eve doğru yol alırken, annemin amcaoğlu Süleyman abimin evinin önünden geçecektik. Onu görmeden geçip gitmek olmazdı. Kapısını çaldık. Süleyman abi bahçede bizi misafir etti. Mithat dayım yine dalgın ve düşünceliydi. Süleyman abim ise, hiç değişmemişti! Yıllar önce anımsadığım gibi hemen politik konulara girdi. Mithat dayım sohbete eşlik ederken, Süleyman abi: “Seninle ne kadar aynı düşünceleri paylaşsak da, sen de biraz Kemalist damar var. Ne de olsa bu devlete yıllarca öğretmenlik yaptın. Sistemin bir parçası olmuşsun.” diyerek sohbetin gidişatına yön verdi. Mithat dayım neye uğradığını şaşırmıştı. “Yıllar sonra bunu mu duyacaktım” der gibi Süleyman’a baktı. Şaşırmak da ve yüreğinden sitem etmekte haklıydı! Çünkü dayım kendini bildi bileli; anadili olan Kürtçe için sözlü ve yazılı birçok çalışma yapmıştı. Yıllarını; kültürünü, geleneğini, özünü ve köyünün tarihini öğrenmekle, insanlara anlatmakla, özellikle gençlerle paylaşmakla geçirmişti. Hâlâ hayat onu yorsa da, başından talihsiz olaylar geçse de, yolundan dönmemişti.

Köklerine o kadar bağlıydı ki, yapmış olduğu çalışmalarını, fikirlerini kitaplaştırmıştı. ” Oxçiyan, Tanıkların Dilinden Pêri Vadisi ve Kılam’ların Kanatlarında Geçmişe Yolculuk” gibi kitaplarıyla, yaşadığı coğrafyanın gerçeklerini, hatıralarını ve devletin bu topraklar üzerindeki asimilasyon politikalarını… kaleme almıştı. Uzun bir süre önceydi. Dayımın kitapları belki kendisinde vardır diye bir yakınına sormuştum. Cevap olarak: “He he ben de bir tane kitabı var. Bizim Mithat yazmış dediler! Dernekte görmüştüm. Aldım. Dolaba koymuştum. Epeydir dolapta duruyor.” dedi. Okudun mu diye sordum. ” Valla okumadım. Ayıp olmasın diye almıştım, o gün bugündür dolapta duruyor” diye açıklama yapmıştı. Diğer kitabı var mı diye sorduğumda “Hayır, varsa da bilmiyorum” dedi. Dayımın “Oxçiyan” isimli kitabını aldıktan sonra ilk işim kitabı dikkatli bir şekilde okumak olmuştu. Meğer çocukluğumu yaşadığım köy hakkında bilmediğim ne çok şey varmış! Süleyman abimin evinden ayrıldıktan sonra; ben, kardeşim ve Mithat dayım köyün içinde biraz gezdik. Yusuf amcamın önceden oturduğu; sürgüne gönderilen Ermenilerden kalma evi gördüm. Ev yıkılmıştı. Çocukken o ev çok güzeldi. Evin penceresine bir teyp konulurdu. O zamanlar Xezal u Delal isimli iki yöre sanatçısının kaseti çalınırdı. “Kesek Nema” adlı kürtçe türkü tüm köyden duyulurdu. O türkünün bugün gördüklerimi bana anlatacağı hiç aklıma gelmezdi. Yusuf amcamın evinin yıkılmadan önceki güzelliğini kardeşimle konuşurken dayım; yıkıntıya terk edilmiş tarihinin acısıyla, ikimize bakıyordu. Az daha yol almaya devam ettik. Köyümüzün birkaç çeşmesinden; suyundan belki en çok içilen çeşmesinin yanına vardık. Çeşme yalnızlığa ve bakımsızlığa terk edilmişti. Çeşmenin akan suyu, köyümüz gibi renksizdi. Çeşmenin akan yalnızlığını hissetmeye çalıştım. Eski günleri; çeşmenin başında insanların toplanıp, su içtiği günleri hatırladım.

Çeşme sanki bana “Akan suyumda saklı yaşanmış onca zaman” der gibiydi. Ayrılık vakti gelmişti. Mithat dayımla vedalaştıktan sonra kardeşim, ” Abi, Mithat dayı çok dalgındı, çok düşünceliydi” neden diye sordu. Ben bir şeyler söylemeden isterken, Mithat dayımın bizimle vedalaştığı zaman fark ettiğim ağlamaklı bakışları; yalnızlığa terk edilmiş çeşmenin suyuyla kalbimden akıp gidiyordu.

Heybet AKDOĞAN

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.