ÖYKÜ
Alıştığım şekilde güne başladım yine. Ezber mutluluktur deyip devam ettim günlük, sırası şaşmayan rutinlerime. Yeni ile karşılaşacak gücü bulamıyorum kendimde.
İş yolunda, yüzünde güller açan(!), memleketimin güzel insanlarından elde tutmalı, köpükten yapılma fiyakalı kahve bardağımı alıp koşarak fildişi kuleme, mesai saatimin başlamasına bir dakika kala giriş yaptım.
Asansördeki, ben bu dünyadan değilim, bedenim burada ama ruhum asla(!), diyen yüzlerle bilmem kaçıncı on kata kadar sıkış tepiş çıkmayı başardıktan sonra, spot ışıklı, lüks kalebodur döşemeli yoldan yürüyerek, renksizlikle ağır hüküm giyen masamın başına vardım. Ne selam ne sabah… İki kelam edecek enerjim yok çünkü.
Hepsi birbirinden önemli maillere cevap verdikten sonra, veremediğim kiloma dikkat için ara öğünümü hazırladım. Yedi yirmi dört yemek yemek tam benlik olurdu ama her yerde gözümüze gözümüze sokulan bedenlere benzemek hayatın beş farzından biri. Diğer dördünü ben de bilmiyorum. Düşünecek taze dimağ da bende yok zaten.
Öğlen arasında, kimseyle konuşmak mecburiyetinde kalmadan, herkesten ve her şeyden akıllı telefonda bittabi vakit öldürerek mola dakikalarımı ardı ardına devirdim.
Kiloma dikkat etmek için inmeyi ihmal etmediğim merdivenlerden inerek günlük spora ayırdığım sürenin üçte birini tamamlamış oldum. Kalan üçte birini de otobüse yetişmeye çalışırken tamamlayacağım. Üstelik evime gidene kadar sürede yürüdüğüm on dakikalık yol, yanıma kâr.
Masamın başına geçince, beni bekleyen dağ gibi işle bakışıp durdum bir süre. Hoş, yoğun iş, insanlarla iki laklak edip dertlerini dinlemek mecburiyetinde kalmaktan, araba süsleri gibi otomatiğe bağlamış şekilde baş sallamaktan, kendin inanmasan da karşındakini her konuda haklı olduğuna inandırmaya çalışmandan daha az yorucu. İnsanların derdini dinleyecek, gözlerinin içine bakıp samimi görünmeye harcayacak gücüm yok çünkü.
Mesainin bittiğini haber eden hareketlilik dalgasına ben de dahil oldum hızla.
Toplu taşımadaki muharebe öncesi, birilerini omuzlayıp belki bir iki ayak da ezdikten sonra, asansöre binmeyi başardım.
Fildişi kulenin sonundaki ışık göründüğü anda, değme koşuculara taş çıkaracak atiklikle fırlayıp “freeeedooommm (!)” nidaları ile egzos esanslı oksijeni ciğerlerime çektikten sonra, kendimi ikinci büyük muharebenin içinde buldum. Viyana kapılarına dayanmak, otobüs kapılarına dayanmaktan daha zor değildir.
Bazı durumlarda, insanın kendini akışa bırakması gerektiğini söylüyor, yeni nesil psikoloji gurmeleri. Ben de onları dinleyip otobüs kapısında kendimi akışa bıraktım. Kararlı insan kalabalığı nereye kadar sürüklerse oraya kadar gittim. Bir muharebede zafer kazanacak “motivasyonum” yok çünkü.
Kendine has evrimsel gelişiminde yönünü kaybeden kokulardan kurtulup kendimi dışarı attıktan sonra, spor bonusu yolda yürürken, şans eseri hayatında asılı kaldığım insanların zorla dâhil ettikleri yazışma gruplarındaki teklifleri görmezden gelerek kendimi evime attım.
Aynı yere yatmaktan vücudumun izini alan, bir dönemin trendi koltuğa, hızla yemeğimi ısıttıktan sonra bıraktım kendimi.
Soluksuz devam eden yazışmalar… Kimsenin bilmediği, yeni, yepyeni, bilmem neredeki, bilmem ne kafesinde, bilmem ne temalı bir “toplaşma” yapacakmışız, bilmem ne zamanda.
Gereksiz bir kalabalıklaşma gayreti içinde insanlar… Bir insana ayıracağımız zaman, para, manevi alan, geri dönüşümü olmayan zenginlikler. Tez vakitte öğrendim ben bunu. Kedi köpek, çiçek böcekle de olmuyor. Herkesin geçtiği yollardan düşe kalka geldim bu noktaya.
İnsan sosyal varlıktır, diyen değme bilim insanlarına inanacak gücüm de yok… Sosyal olmayan varlık insan değil midir?
Yemeğimi yerken, her şeyden ve herkesten akıllı telefonumdan hiç tanımadığım insanların ne yaptıklarını gözlemeye başladım. Alın işte, size en büyük sosyallik… Bir anda bir sürü insanın hayatına şahit oluyorsunuz. Hem de dışarıdan, hiçbir sorumluluğa, insanda sürekli endişe yaratan bağa gerek kalmadan. Hepsi istediğiniz anda elinizin altında. İstemediğiniz anda da yoklar.
İnsan… Neymiş, birbirimize iyi geliyormuşuz. Kimmiş o birine iyi gelen?
Sohbet, insanın içindeki zehri akıtırmış. İnsana hiç bulaşmazsan, zaten zehirlenmezsin.
İnsan insanla bir araya geldikçe yeni şeyler öğrenebilirmiş, birbirimizin ufkunu geliştirirmişiz. Yelken mi açacağım da ihtiyaç duyayım uzak ufuklara?
Yok, benim tüm bunları metabolizmama sindirecek gücüm yok…
İftiharla sunuyorum; ben kendi dünyamda, kendi derdimde, kendi yalnızlığımda, kendi tek kişilik dev kadrolu hayatımda başrol oynuyorum.
Sevdiğini kaybettiğinde içini yakıp kavuran, yataklara düşüren, her gün özlemle sınandığın büyük acıları tekrar tekrar yaşamaya cesaretim yok çünkü…
Ödül Eda Çakıcıoğlu
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Koca koca şehirlerin, şehirlerin koca koca blokları,kuleleri ve bunların içinde yaşayan koca koca birbirini umursamayan insanların duygusu süper bir şekilde, iç dünyasıyla birleştirek yazılmış güzel bir öykü. Yolun açık olsun Ödül’üm.
Harika… O güzel ve üretken yüreğine selam olsun Ödül Eda Çakıcıoğlu. Yazmaya, üretmeye devam…
Tebrik ederim 💖
Tebrik ederim. Başarılılar diliyorum 💖
Tek kişilik dev kadronda gönül zenginliği diliyorum sevgili Ödül.
Tek kişilik dev kadronda gönül zenginliği diliyorum sevgili Ödül Eda 🧿🙋
Hayat bir tiyatro bizler başrol oyuncuları olarak bitti demeden bu oyunlar bitmez Tek kişilik dev kadronuzu alkışlıyorum Cesaretiniz sizin kaleminizde Var olun daim olun 👏💖