Tahtın Sahibi: YAYHA KEMAL
Şiire, Yahya Kemal Beyatlı kadar emek vermiş birini henüz tanımadım desem yeridir. Şiir için aç kalmış, hapse girmiş, acı çekmiş olan şairlerimiz elbette vardır fakat onun kadar hayatını şiir bencilliğiyle yaşayan bir şair örneği tahmin ediyorum ki bizde çok yoktur. O bir şiir bilginidir. Ona, sevdiği bir kadının şiirin yaşayan son peygamberi demesi boşuna değildir. Türk şiirinde tahta oturtulacak biri aransa elbette bu kişi Yahya Kemal olur. Bunun için başlığımı tahtın sahibi payesiyle açtım. Bu tabir çok iddialı olmuş olabilir. Şiir yazmadan şiiri anlatabilmesi, kitabı bile olmadan meşhur olabilmesi, çok geniş bir alanda literatür bilgisine ve genel kültüre sahip olması, çok değerli öğrenciler yetiştirmesi; hayranları arasında her meslekten, her inançtan, her düşünceden, muhitten, görevden, gelirden insanların olması, şiirlerini mükemmelleştirmek için yıllara sermesi, bugün bile şiirlerinin ezberlenmesi bu iddianın en basit sebeplerindendir.
Yahya Kemal’in Tanzimat’tan beri süregelen arayışı sonlandırdığı söylenir. Özellikle Tanpınar bu konuda son derece iddialıdır. Bugün algıladığımız şiiri onun başlattığını söylemiştir. Aslında bu arayış her dönemde ve kuşakta vardı. Hâlâ da devam ediyor. Burada mesele, resmî edebiyatın ve/veya bu işi resmileştiren kişi ve kurumların ne oranda bu şiirin genel kabulünü dikte ettiği ve politika olarak yürüttüğüdür. Tevfik Fikret yazımda bahsetmiştim. Fikret, moderni arayışta tek başınaydı. Kimseden himaye beklememişti. Hiçbir otoriteye özgü sanat icra etmemişti fakat Hâşim ve Yahya Kemal’in himaye ve devlet gücünden yararlanma durumlarının söz konusu olduğu biliniyordu. Bu durum böyleyken bile Hâşim’in şiirinde özgür ve kendine özgü kalabildiğini söylemiştik. Yahya Kemal’de ise durum farklıydı. Kendisi devlet görevlisiydi. Millî Mücadele’den itibaren sürdürdüğü desteği, sonrasında ise Cumhuriyet’e bağlılığı vardı. Memleket şiiri anlayışı bu mücadeleden geliyordu. Doğal olarak çatışmadan ve eleştiriden de kaçınıyordu. Nimetlerinin elinden gitmesinden korktuğu da dile getiriliyordu. Bu nedenle de onun devletin politikasını yürüttüğü söyleniyordu. Bunlar ne kadar doğrudur, tartışılır ama demek ki devlet de edebî ideoloji olarak o günlerden bugüne değin Yahya Kemal’i ve şiirini sahiplenmiş. Bu konuya güncel olarak Tuğrul Tanyol Hocanın, Aydınlık’ın şiir soruşturmasındaki şu tespitini vermek tam da yerinde bir örnek olacaktır: “Türk şairi ve Türk şiiri sistem ile hiçbir zaman uzlaşmadı. Bu nedenle devlet aklı modern şiirde Yahya Kemal’de kalmaktan başka çare bulamadı.” Bugünden bakıldığında Tuğrul Tanyol Hocanın tespiti son derece isabetlidir. Yahya Kemal bu açıdan şanslı bir şairdir. Bunu fazlasıyla da hak etmiştir. Bu nedenle o tahtta hâlâ o oturmaktadır. Bu onur Mehmet Akif’e bile nasip olmamıştır. Tabii, Nihat Banarlı’nın çalışmalarının büyük etkisini de unutmamak lazım. Yahya Kemal’in eserleri günümüze gelmişse onun çabalarının sayesindedir.
Fransız şiirinin etkisiyle neo-klasisizme yönelmesi, bu durumu diğer akımların tekâmül ettiği son nokta olarak görmesi ve bununla övünmesi, bu anlayış sayesinde Türk şiirinin öz kaynaklarına yönelip saf şiire ulaşması, millî bir ihtişam ve millî bir bilinçle geleceğe hem şiir hem mimari hem de müzikle ulaşmaya çalışması onun beyaz lisan dediği klasik şiir anlayışını oluşturmaktaydı. O, Fransız şiirinden aldığı gelenek olgusunu şiirinde millî bir ruhu çalışarak halkın diliyle klasik anlayışa ulaşmaya çalıştı. Nitekim bunu başardı da. Çünkü her kesimden insan onun şiirine hayran kaldı, benimsedi. Eski Şiirin Rüzgârıyle adlı kitabında bu tarz şiirlerini rahatlıkla görebiliyoruz. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi bilerek kendi felsefemizle Batı’yı yorumladı. Türkün bin yıllık sesini, öz dilimizle şiirinde tekrar diriltti. Şiirimizin modern eksen arayışı meselesini böylece kapatmış oldu.
Yahya Kemal, “yeniyi mi getirmiştir yoksa eskiyi mi yenileyerek getirmiştir” sorusu sorulmalıdır. Hiç şüphe yok ki, o eskinin ihtişamını kendi zamanında tekrar yaşamak ve yaratmak istedi. Moderni denemeyi, eskiyle olan bağı koparma girişimi olarak gördü. O, eskide belki de annesini görüyordu. Geçmişi canlandırmak annesinin hatırasını diri tutmaktı. Nitekim, Tevfik Fikret’in Sis şiirinde İstanbul’u hoş olmayan bir şekilde tasvir etmesine karşı çıkıp geçmişin o karanlık sisin içinde olduğunu savunması; aynı şekilde geçmişi, müzikle sanatlaştırmak ve müzikle ileriye taşımak, onu herkesin duyması gibi arzuları da aynı durumu göstermektedir. Onun şiirinde sesin, hayatında da müziğin ayrı bir yeri vardır. Kanunî Hacı Arif Bey’den aldığı klasik müzik zevkini Endülüs’te Raks şiirine yansıtmıştır. Benim en sevdiğim şiiridir. İlk yirmili yaşlarımda duymuştum. Münir Nurettin Selçuk’tan ilk dinlediğimde klasik müziğimizden bu denli etkileneceğim hiç aklıma gelmezdi. O yaşlarda arayış içinde çırpınan bir gençte bunun nasıl izler bıraktığını az çok tahmin edersiniz. Günlerce tekrar tekrar dinlemiştim. O sayede o şiir hâlâ ezberimdedir. Zaten onun şiirlerinin yarısı bestelenmiştir. Neden biz bunları ailede, okulda değil de tesadüfen duymaktayız, inanın anlayamıyorum. Ben Münir Nurettin sayesinde operaya ulaştım. Operanın yüksek bir zekâ işi olduğunun farkına vardım. Müzik, sanatsa kesinlikle bu opera sayesindedir. Aynı şekilde İspanya’yı da Endülüs’ü de o şarkı sayesinde tanıdım, araştırdım. Eğitimde sanatın güncelle buluşturulması elzemdir. Her zaman söylüyorum, güncelden eskiye gidilmelidir.
Şairin birazda hayat hikayesine bakalım. 1884’te Üsküp’te doğan şairin asıl ismi Ahmet Agâh’tır. Babasına duyduğu öfkeden dolayı ismini önce Agâh Kemal’e sonra da Yahya Kemal’e çevirmiştir. Ahmet Hâşim gibi o da annesini erken kaybetmiştir. Hayatı ve sanatı anne özlemiyle şekillenmiştir. Hayatını otel odalarında geçirmiş, annesinin olmadığı bir ev bile edinmemiştir. Park Otel ve Ankara Palas onun yıllarca evi bellediği odalarıydı. Babasının kütüphanesinden gizli gizli aldığı kitaplar sayesinde şiirle tanışmıştır. Sonraları İstanbul’a gelirler. Tevfik Fikret’i ve Cenap Şahabettin’i okur. Rübâb-ı Şikeste’den çok etkilenir. Kendi ifadesiyle, şark aleminden kafasını Fikret sayesinde çıkarmıştı. Yine kendi ifadesiyle onlar sayesinde alafrangalaşır. Onların etkisinde kalarak yazdığı şiirleri dergilere göndermektedir.
İstanbul’dayken şairin hayatında önemli bir yeri olan ünlü İbrahim Bey’in konağında, Avrupa medeniyeti ve Paris hayranı olan Şekip Bey’le tanışır. Bu zatın etkisiyle 1903 yılında daha 18 yaşındayken Paris’e kaçar. Orada Jön Türkler’le tanışır. Paris’te siyasal bilgiler okumaya başlar. Dış siyaset bölümünü seçer. Burada Albert Sorel gibi dönemin ünlü simalarından dersler alır. Tarihe merak salması Sorel sayesinde olur. Fransa’da sanat çevrelerinde dolaşır. Kahvelerde Moreas gibi şairlerin şiirlerini dinler. Baudelaire’in şiir zevkine hayran kalır. Eğlenceden de geri kalmaz. Eline geçen parayı da böyle harcar. Bu yüzden sınavlarını veremediği için okulu bırakır. O sırada Londra’ya gider. Verlaine’nin şiirleriyle tanışır. Onun saraylarda konuşulan klasik, zarif dilinden etkilenir. Bu yüzden o da Osmanlı saraylarında konuşulan dile merak salar.
18. yüzyılın Lale Devri şiiri üzerine eğilir. Hatta o döneme Lale Devri ismini veren de kendisi olur. Onun etkisiyle Türk tarihi üzerine destanlar yazmaya başlar. Daha sonra Heredia’nın şiiri üzerinde durur. Onun klasik şiir anlayışından etkilenir. Yunan ve Latin şiirinden hareketle beyaz lisan fikrine çalışmaya başladı. Kendisine has klasik, saf şiir anlayışını keşfetti. Şair, 1912’de İstanbul’a geri döndü. Şehri gezerek Avrupalı bir gözle yeniden keşfetti. Bu dönemden sonra misafir olduğu konaklardaki sohbet ortamlarının vazgeçilmezi oldu. Bu ortamlarda bir dönem hayranı olduğu Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin’le tanıştı. Onlarla bir dergi çıkarmaya karar verildiyse de hayata geçirilemedi. Dönemin birçok önemli simasıyla tanışma fırsatı yakaladı. Yakup Kadri ve Hamdullah Suphi’nin yanı sıra Ahmet Haşim, Refik Halit, Süleyman Nazif, Hüseyin Sîret, Ruşen Eşref, Abdülhak Şinasi Hisar, Nurullah Ataç, Cahit Tanyol, Hasan Ali Yücel, Münir Nurettin, Safiye Ayla, Faruk Nafiz, Behçet Kemal, Yaşar Nabi, Hilmi Ziya, Falih Rıfkı, Fuad Köprülü, Ahmet Kutsi, Orhan Şâik Gökyay, Halit Fahri, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Münevver Ayaşlı ve hatıralarını paylaştığı yakın dostu Nihat Sami Banarlı. Yine öğrencileri arasında Tanpınar, Nazım Hikmet, Necip Fazıl. O adeta bir okuldu.
Bu dönemde Ziya Gökalp’le de yakınlaştı. Yakup Kadri’yle iyi bir dostluk kurdu. Onunla birlikte bir gençlik hevesiyle kısa süreli Nev-yunânîlik macerasına girişti. Kısa sürede o anlayışından dönüp Türk İslam Medeniyeti anlayışına yöneldi. Gökalp’in dergisinde bu tarzda şiirler yayımladı. Ziya Gökalp’in yönlendirmesiyle Dârülfünun’da tarih ve edebiyat hocalığı yapmaya başladı. Bu sıralarda Çanakkale Zaferi’ndeki başarılarıyla kendisinden söz ettiren Mustafa Kemal’i tanıdı ve Millî Mücadele’ye derslerinde konuşmalarıyla ve gazetelerdeki yazılarıyla destek verdi. Türk Ocağı’nda ateşli vaazlar verdi. 15 Nisan 1921’de ismini verdiği Dergâh Dergisinin yayınlanan ilk sayısındaki yazısında milli düşünce ve estetik anlayışını “mektepten memlekete” mottosuyla dile getirir. Millî Mücadele’ye ve Milli Timsal dediği Atatürk’e destek verir. Bu dönemde Tevhid-i Efkâr ve İleri gazetelerinde yetmişten fazla destek makalesi yayımlar. 1922’de Mustafa Kemal ile görüşür. Yazdığı ateşli yazıların Atatürk tarafından günü gününe okunduğu ve kesip saklandığı bilgisini öğrendi. O da buna jest olarak Atatürk’e İstanbul Dârülfünun fahri profesörlüğü ünvanı verilmesini sağlar. O yıl başlayan Lozan Görüşmelerine Atatürk tarafından görevlendirildi.
Daha sonraları değişik dönemlerde Urfa, Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul milletvekilliklerine seçilir. Büyükelçi olarak Varşova ve Madrid gibi şehirlere görevlendirildi. Pakistan Büyükelçiliği göreviyle 1949’da emekliye ayrılır. Yahya Kemal, bu elçilik görevi sırasında neredeyse bütün önemli Avrupa şehirlerini gezip dolaştı. Çok önemli şiirlerini buralarda kaleme aldı. 1932’ye gelindiğinde Madrid’de siyasi olaylardan kendisinin de sorumlu utulması üzerine görevden çekildi. Bir süre yurda dönemedi. Bu durumu Atatürk’e şikâyet edildi. Yanlış aktarılmaya çalışıldı. 1933’te Bükreş elçisi olan dostu Hamdullah Suphi Tanrıöver’den araya girmesini istedi. Onun arabuluculuğu sayesinde yurda döner. Atatürk, bırakın kızgın olmayı Çankaya Köşkü’nde dönüşünü kutlamak için onuruna yemek bile düzenlemiştir. Bu tarihten sonra Çankaya’nın sofrasının vazgeçilmez misafiri olacaktır. O, Atatürk’ün dostlarından biri olmuş, kendisine Paris’ten sipariş ettiği kitapları özel kütüphanesinde yer vermiştir.
Hayatı boyunca da Cumhuriyet’e ve değerlerine bağlı kalmıştır. Onu Osmanlı şairi diyenler yanılmaktadır. O, şiirindeki milli bilinci Malazgirt’ten başlatmaktadır. Osmanlılık değil Türklük üzerinde durmaktadır. Şiirinde mısra formuyla estetik ve ses olarak Divan Şiirini alsa da tarz olarak Batılı modern şiire ulaşmak istemiştir. Zaten O, Divan Şiirini hayalcilikte suçluyordu. Hayat tarzı da Batılı idi zaten. Her ne kadar şiirlerinde “…Ne mübârek, ne garîb âlem bu!..”,“…Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!”, “…Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.”,“…Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.” gibi mısralarla mütedeyyin yaşama özense de Avrupaî yaşamından vazgeçmez. Kadını, içkiyi, eğlenceyi, gezmeyi, yemeyi sever. Şair, genellikle rakı içer fakat hiç sarhoş olmazdı. Yahya Kemal de şiirinin değerinin farkındaydı. Varlık dergisi bile bir şiir başına istediği ücretin yüksekliğinden dolayı onun şiirini yayımlayamıyordu.
Tıpkı Hâşim’de olduğu gibi o da evlenememiştir. Bunda şüphesiz annesine duyduğu hasret ve sevgi etkiliydi. Ondaki mükemmeliyetçilik fikri sanatının her aşamasında olduğu gibi hayatının bu aşamasında da etkili oldu. O özellikle misafir edildiği konaklardaki sohbetlerde gördüğü evli kadınlara âşık olurdu. Bu kadınlardaki en önemli özelliğin zarafet sahibi kadınlar olduğu söylenmektedir. Onun bilinen sevgilileri; Redife Hanım, Melek Hanım, Fatma Hanım, Müfide Hanım ve Nazım Hikmet’in annesi Ressam Celile Hanım’dır. Bunların içinde en ateşli aşk yaşadığı şüphesiz Celile Hanım’dır. Onunla misafir olarak gittiği Bektaşi Dergâhı’nda tanışmıştır. Ne yazık ki oğlu Nazım Hikmet’in kıskançlıkları ve tehditleri sebebiyle bu aşk bitmek zorunda kalmıştır.
Şair, 74 yaşında iken 1958 yılında Cerrahpaşa’da vefat etti. Bütün hoca ve öğrenciler başında saygı duruşunda bulunduğunda Tanpınar, köşeye kıvrılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Şairin elinin arasında bir not bulundu. O notta şu mısralar yazıyordu: “Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazîn! / Bir çâre yok mudur buna ya Rabbe’l âlemin”
Ruhu şâd olsun. Rahmet ve minnetle…
Aydın AKYÜZ
Bir sonraki yazımızda Mehmet ÂKİF adlı yazımızla devam edeceğiz.
KAYNAKÇA:
1. Gökhan TUNÇ, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Poetikalarının Değerlendirilmesi, Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı: 21, Bahar 2009, s.95-1112. Nurgül GÜRSOY, Varlık Dergisi’nde Yahya Kemal Beyatlı, Kuram ve Uygulamada Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 2, Sayı 2, 2018, s. 65-71
3. Mehmet ÖNDER, Atatürk – Yahya Kemal Dostluğu
4. Emine Gözde ÖZGÜREL, Yahya Kemal: Hayatı, Sanatı, Eserleri5. Edanur UZUNCA, Yahya Kemal’in Şiirlerindeki Gelenek İzleri
6. Necmettin ÖZMEN, “Nedim Gürsel, Yahya Kemal, Endülüste Raks ve İspanya” Üzerine, Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 20167. https://www.aydinlik.com.tr/haber/gunumuzde-turk-siiri-sorusturmasi-21inci-yuzyilda-siir-sair-tugrul-tanyol-gunumuz-turk-siiri-hakkinda-neler-soyledi-halkin-dilini-siir-olusturur-480639
Aydın Akyüz
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.