Süleyman Nazif’e Dair Hatıraları
Abdülhak Şinasi Hisar’ın hatıralarında yer verdiği isimlerden biri de Süleyman Nazif’tir. 1931 tarihli Muhit’te yazdığı yazıda 2. Meşrutiyet’in ilanı sıralarında tanıştığı Süleyman Nazif Bey’le vefatına kadar yirmi yedi sene görüştüğünü belirtiyor.
Süleyman Nazif Diyarbakırlıdır. Hakkında ilginç bir bilgi (ailenin torunlarından turizmci Yasemin Pirinçcioğlu’nun iddiası. Yasemin Hanım’ın adına tarihçi Nurhan Atasoy’la ilgili bir araştırma yaparken rastlamıştım. O nedenle kaynak belirtemiyorum) okumuştum: Süleyman Nazif’in annesi Ayşe Hanım, Ziya Gökalp’in annesi Zeliha Hanım ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın annesi Arife Hanım ile kardeşmiş. Yani bu üç değerli Diyarbakırlı şair kuzen oluyormuş. Şimdi TDV İslam Ansiklopedisi’nden baktım (bu arada gerçekten bu ansiklopediye değer biçilemez. Yazılarımda kullandığım ilk kaynak burasıdır. Zamanla anladım ki neredeyse internetteki bütün biyografiler bu ansiklopediden alınmış). Gökalp’in annesi Diyarbakırlı Pirinççizâde ailesinden. Cahit Sıtkı’nın da Pirinççizâde ailesinden olduğu görülüyor. O halde bu bilgi doğru. Babasının pirinçten zor zarar ettiği için Tarancı soyadını aldığına dair bilgiler de mevcut. İlginçtir, Tarancı da Galatasaray Lisesi mezunlarından. Burada okurken en iyi arkadaşı olan Ziya Osman Saba’dan öğrendiğimize göre onu Peyami Safa tanıtmış edebiyat dünyasına. Atatürk’ün fikirlerini etkileyen Ziya Gökalp de ayrı bir sima. Sosyoloji profesörü bir düşünür. Onun Diyarbakır’da kafasına kurşun sıktığı ve bu kurşunla yaşadığı söylenir. Konu konuyu açıyor, yazı uzuyor. Süleyman Nazif’ten devam edelim.
Hisar, 1933 ve 1934 tarihlerinde devam etmiş Süleyman Nazif Bey hakkında yazmaya. Hisar, onu büyük bir cesaret örneği olarak takdim ediyor. Buna örnekler veriyor. 31 Mart olayında Süleyman Nazif’in olaylara karıştığını, İttihatçı addedildiğini, Meclis-i Mebusan koridorlarında köprü üzerinde öldürülen bir gazeteciyi bağıra bağıra savunduğunu anlatıyor. Sultan Hamid’e, Sultan Vahdettin ile Damat Ferit’e karşı isyanlarda bulunduğu söylüyor. İstibdattan kaçarak Paris’e firar ettiğini, sonra yönetimle anlaşıp Bursa’da mektupçu olarak işe başladığını, bundan pişman olup İstanbul’a dönerek yine rahat durmadığını, Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihatçılara karşı da aynı eleştirel tavrı gösterdiğini, ortalığı karıştırmasın diye Basra valiliğine atandığını anlatıp; zaten halis Türk olmakla beraber, Türk Ocağı’nı hiç sevmezdi, diyor. Aleyhtarlığının da lehtarlığının da pek şiddetli olduğunu, hayatında hiçbir vakit bitaraf kalamadığını aktarıyor. Başkalarına karşı pek mübalağalı tecavüzlerde bulunduğunu, bundan dolayı da aleyhtarlarının çok olduğunu, muasırlarının çoğu ile dargın olduğunu söylüyor. Üstadın eserlerine, şahıslarına kalemle ve sözle hücum ettiği muharrirlerin tam bir listesi yapılmış olsa, bu listenin haricinde ancak birkaç kişi kalırdı, diyor. “Dinim kinimdir” dermiş sürekli. Sözleriyle ve kalemiyle en çok aleyhtarlık ettiği muarızlarının Ahmet Haşim, Falih Rıfkı, Hamdullah Suphi, Hüseyin Cahit, Mehmet Emin, Köprülüzade Mehmet Fuat, Refik Halit, Rıza Tevfik, Yakup Kadri, Yunus Nadi ve Ziya Gökalp gibi isimler olduğunu belirtiyor. Doğrusu büyük cesaret! Hisar onu Don Kişot olarak görürmüş. Anlaştığı isimler de varmış tabi. Cenap Şahabettin’e zekâsı ve ilminden dolayı muhabbet beslermiş. Onunla beraber sonraları gazete de çıkarmış. İstanbul’un değer gören ailelerinin hepsini bilir, üyelerini sayarmış. Kendisinden üstün gördüğü bir Ali Emiri Efendi varmış. Abdülhak Hamid’e şairi azam olduğu için ise neredeyse taparmış. Ona derin bir muhabbet besleyip işleriyle uğraşmaktan bıkmazmış. Sonuçta isminin birini ondan almış.
Hisar, Birinci Dünya Savaşı sıralarında ünlü Tokatlıyan Oteli’nde özel bir odada Abdülhak Hamid’in riyaseti altında buluştuklarını anlatıyor. Bu toplantılara Nazif’in kardeşi Faik Ali, Samipaşazade Sezai, Cenab Şehabeddin, Ali Ekrem, Süleyman Nesip ve Hüseyin Suat gibi önemli isimler katılırmış. Süleyman Nazif bu sohbetlerde en çok konuşan hatipmiş. Zaten genel olarak Victor Hugo gibi büyük şairlerden ezberlediği şiirleri yüksek sesle söylemeyi ve kendisine üstat diye hitap edilmesini istermiş. Verdiği konferanslardaki hitabeti herkesin dilindeymiş. Abdülhak Şinasi Hisar, onun Pierre Loti hitabesinin ve Namık Kemal hakkındaki konferansının pek çok alkışlandığı halde neden bu tür konferanslara devam etmediğini anlayamıyorum, diyor.
Bir ara her cuma sabahı evinde misafir kabul etmeyi alışkanlık haline getirmiş. Hisar, o günleri özlediğini belirtiyor. Evinde büyük bir kütüphanesi varmış. Kitaplar hakkında Hisar, “ekserisini o kadar biliyorum ki onlara doğru eğilsem, bütün çiçeklerini bildiğim bir büyük baharı birden koklamış oluyorum. Ruhum bir nevi baygınlık geçiriyordu.” diyor. Bir süre sonra misafirler daha çok iş ricası ve yemeğe kalmak için gelmeye başlayınca maddi olarak bunaldığı için bu davetleri sonlandırmış. Bu maddi zorluklar sebebiyle dönem dönem çıkardığı gazeteleri hep batmış. İşleri bir türlü düzelmemiş son zamanlarında. Nişantaşı’nda yirmi seneye yakın kirada oturduğu evinden çıkarılmış, kız kardeşinin evine taşınmış. Abdülhak Hamid’le birlikte artık o eve ziyarete gidermiş Hisar. Bazen Taksim’de bir bara giderler, içerlermiş. Ölümüne yakın alkolü bırakmış. Hisar, onun için dinin emirlerini yerine getirdiğini, tatbik ettiğini bir kere görmedim, diyor. Son zamanlarında talihsiz olaylar yaşıyor Süleyman Nazif. 1924’te İskilipli Atıf ile makaleleri üzerinden tartışmaya giriyor. Mesele şapka meselesi. İki sene sonra 1926’da İskilipli Atıf’ın idam edilmesi üzerine jurnalcilik yapmakla itham ediliyor. Nazif, İskilipli Atıf’ın şapka takmanın küfür sayılabileceği düşüncesine karşın yazılarında kendisinin de Frenk kravatı ve gömleği giydiğini; vapurun, trenin de onların icadı olan mallar olduğu şeklinde cevap vermiştir. Bunun üzerine İskilipli Atıf şapka takmanın küfür olduğunu söylemediğine dair savunma yazısı kaleme almıştır. Süleyman Nazif’in şapka savunusunu jurnalcilik olarak niteleyenler de var. Memleketin düşmanlar tarafından işgal ediliş günlerinde karamsarlık hali içinde birtakım sözler söylediği (İskilipli Atıf’tan sonra vicdan azabıyla “Mustafa Kemal’e inanmazdım” şeklinde bizzat kendisinin itirafta bulunduğu yazılmış), sarf ettiği bu sözlerden ötürü şapka yazısının siyasi yaranma eylemi olduğu iddia edilmiş. Halbuki onun 1923’te yazdığı Çal Çoban Çal adında (Ötüken 2021’de yayınladı) yayınlanmış makalesinin/kitabının bilgisi edebiyat ders kitaplarında bile vardır. Bu makalesinde Millî Mücadele’yi övüyor. Mustafa Kemal’e Yıldırım ünvanının verilmesini istiyor. Vahdettin’e demediği laf kalmamış. Üstelik adam İstanbul’un işgalinde Fransızlara karşı yazı yazdığı için işgal kuvvetlerinde Malta’ya sürülmüş. (145’lik Malta Sürgünleri arasındaydı. Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, Ahmet Ağaoğlu, Ahmet Emin Yalman ve Aka Gündüz de bu sürgündeydi. Esir İngilizlerle takas edilerek 1921’de kurtarıldılar.) Abdülhak Şinasi Hisar bu Malta sürgününden de bahsetmiş bahse konu yazılarında. Gayet güzel savunmuş. Zaten bu kadar büyük ve vatansever bir şair hakkında yazarken dikkatli olunmalıdır. Hakkında beş parasız, sefalet içinde öldüğüne kadar neler neler yazılmış. Gerçi bu durumunu Hisar, aile dostu birkaç Diyarbakırlıdan başka kimsesi kalmadığını, işlerinin iyi gitmemesinden, istediği mevkiyi ve arzu ettiği refahı temin edemeyişinden; yalnızlığından mustarip, bıkmış, yorgun, asabi ve titiz olduğunu; artık gittikçe artan bir feveran halinde yaşadığını anlatıyor yazılarında. Gerçekten üzücü. Edirnekapı şehitliğine, vasiyeti üzerine en değerli dostu Mehmet Akif’in sağ yanına defnedilmiş Nazif Bey. (Akif’in solunda ise Babanzade Ahmed Naim Efendi yatmaktadır.) Mezar taşı yapılmamış yıllarca. Hatta öldükten sonra Abdülhak Hamid devlet büyüklerine cenazesi için mektuplar yazmış. Mezar taşını yıllar sonra kendisi gibi şair olan Fâik Ali Ozansoy yaptırmış. Fâik Bey hakkında da birtakım iddialar var. Tehcir’de Ermenileri koruduğu, onlar için kitabe yazdırdığı, bir dönem Diyarbakır valisi şehirden iken Erzurum Kongresi’ne gidecek heyeti engellediği, bu nedenle de Cumhuriyet’ten sonra istemeyen adam ilan edildiği gibi iddialar. O da öldüğünde vasiyeti üzerine ağabeyinin cenazesine sahip çıktığı için Abdülhak Hamit’in yanı başına gömülmüş. Bu ailede dostluklar kabirde de sürüyor belli ki.
Tevfik Fikret’e Dair Hatıraları
Hisar, onu düşünceli, uyumlu, gururlu, kederli; hassas, titiz, kibar, zarif; ciddi, asil, otoriter; acı çeken ve yalnızlığı seven biri olarak tanıtıyor. Tevfik Fikret’in ilk gençlik yıllarında çok zeki, çok neşeli bir çocuk olduğunu, babasının şiirle uğraştığı için engellemeye çalıştığı, yeteneklerinden dolayı bir valinin araya girmesiyle kalbini ve kesesini tekrar açtığını belirtiyor.
Hocası Recâizâde Ekrem’in, Servet-i Fünûn’un başına geçmek üzere onu yönlendirdiğini, daha mühimi İsmail Safa, Süleyman Nazif, Süleyman Nesip, Cenab Şehabeddin, Faik Ali, Hüseyin Siret, Hüseyin Suat ve Celal Sahir gibi şairleri; Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Saffeti Ziya gibi hikaye ve romancıları; Ahmet İhsan, Mahmut Sadık, Ahmet Şuayp gibi makale muharrirlerini idare edebildiğini, onlarla gayet iyi geçinebildiğini belirtip devrin sansürüne de meram anlatarak mecmuayı bu kadar uzun müddet yaşatabilmiş olmasını emsali tekerrür etmemiş bir mucize olarak görür. Onun sayesinde Servet-i Fünûn dergisinin edebiyatımızın tarihinde mühim bir yer tutmuş olduğunu, etrafında Edebiyat-ı Cedide adıyla edebiyat okulu oluşturduğunu belirtiyor. Buraya mensup yazarların Ahmet Midhat Efendi’nin “Dekadanlar” unvanlı bir makalesi üzerine istibdat idaresinin tasvip ve teşviki karşısında Batılı fikirlerin savunucusu olduklarını bildiriyor. Hisar, o sıralarda Tevfik Fikret’in popüler olmakla birlikte düşmanının da çok olduğunu söylüyor. Her yandan fisebilillah hafiyelerin türediğini, bazı zamanlar sorguya çekildiğini ve arandığını belirtiyor. Sultani’den de istifa etmeye mecbur kaldığını ve ardından Robert Koleji’ne geçtiğini anlatıyor.
Tevfik Fikret, Edebiyat-ı Cedide topluluğu dağıldıktan sonra Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile Tanin gazetesini yayınlamaya başlamış, burada da tutunamayınca daha önce edebiyat muallimliği yaptığı Mekteb-i Sultani’ye müdür olmuştu. İttihatçılar tarafından kendisine Milli Eğitim bakanlığı teklif edilmişti ama o kabul etmemişti. Hisar’a göre küçükler ona aşağıdan, bu tehlikeli şahikada başının dönmediğine hayretle bakıyorlardı. Ona göre millet, Namık Kemal’den beri daha böyle bir şair görmemişti. Fikret, “yüksel ki yerin bu yer değildir!” diyen bir adamdı. Şöyle devam ediyor Hisar sözlerine: Fikret hepimizin kalbini dolduran bir özlem ve usanç ile, “Bu memlekette de bir gün sabah olursa Haluk!” demişti. Onun hayatı hep bu sabah için hasret çeken, asabi, hırçın ve kırgın bir bekleyiş oldu.” Yazısını şu düşüncelerle bitiriyor Hisar: “Tevfik Fikret bir zamanlar, vatanın kayalarına bağlı bir “Promethe” gibi bir şey olmuştu! Biz ki, onun ruhundaki kanatların, bütün bu muhitlerin içine sığmayarak ve çarparak kanadığını gördük. Biz bu meşhur mezarın başı ucunda, yavaşça ve ağlar gibi, kendisinin Nef’i’ye söylemiş olduğunu ona tekrar edebiliriz: “Sana bir başka zemin, başka zaman lazımdı!..”
Aydın AKYÜZ
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.