Cihan Erdoğan’ın İncelemesiyle: Yüksek Yeşil Dağlar, Vahşi Otlar ve “Avustralya Edebiyatından Portreler…”

Pandeminin dünyayı kasıp kavurduğu en zor zamanlarında 2 Yıldan fazla Komün Tv’de Muzaffer Oruçoğlu’ndan Rusya,Güney Amerika, Amerika,Avusturalya, Avrupa (İngiliz,İrlanda, Fransız, Alman,Avusturya, İsviçre) İran, Suriye,Türkiye, Ermenistan, Kürdistan edebiyatı ve yazarları üzerine..

Cihan Erdoğan’ın İncelemesiyle: Yüksek Yeşil Dağlar,  Vahşi Otlar ve  “Avustralya Edebiyatından  Portreler…”
711 views

Pandeminin dünyayı kasıp kavurduğu en zor zamanlarında 2 Yıldan fazla Komün Tv’de Muzaffer Oruçoğlu’ndan Rusya,Güney Amerika, Amerika,Avusturalya, Avrupa (İngiliz,İrlanda, Fransız, Alman,Avusturya, İsviçre) İran, Suriye,Türkiye, Ermenistan, Kürdistan edebiyatı ve yazarları üzerine genişçe Dünya edebiyatını daha yakından tanıyabileceğimiz bir el kitabı olacak. 2 yıldan fazla süren doyumsuz edebiyat konuşmalarını izleyip, dinlemiştik..

Geçtiğimiz günlerde Sancı yayınlarından çıkan BOŞLUĞA İLAHİLER (BİR AŞK MENKİBESİ) Destan’ını daha elimize almadan Avusturalya Edebiyatından Portreler kitabı kitap raflarında yerini aldı..Son bir yıla bakarsak Sıkıntılar, Sırlar, Sancılar, Uçurum Geyikleri, Afganistan Sovyet İşgali, Dangalak SANCI Yayınlarında; Kaypakkaya Akıl ve Aksiyon Duygusu BELGE yayınlarından çıktılar. . Sözün özcesi Muzaffer Oruçoğlu Normal standartların üzerinde üretken bir yazardır.Yazarlığının Ötesinde İbrahim Ekinci’nin de dediği gibi çağımızın Papiruscusu olarak Romalarındaki kahramanları ve insanın, hayvanın ve doğanın dertlerini, eski ve yeni ilkel ve modernizmin bir sentezi olarak bir çok şeyleri seri bir şekilde resimlerine konu etmektedir.. Oruçoğlu romanlarını iyi okuyanlar resimlerini daha yakından inclediklerinde resim konularına da vakıf olmaya başlıyorlar..

Çağımızın usta ressamlarının bazıları çoğul kalabalıklarda insan yalnızlıklarını resme konu ederken Oruçoğlunun bazı resimlerinde bir kaç kafa, bir suratta bir kaç burun, bir kaç ağız, veya ormanlaşmış,taşlaşmış bir kafa veya daha farklı figürlerle insan yalnızlığını parçalanmışlığını çok daha derinlemesine anlatıyor. Sanki Edip Cansever’in ”İnsan yaşadığı yere benzer” şiirindeki dizeleri ödünç alıp kırıp döktükten sonra ”Yüzü deforme olmuş bir duvar haline getirilmiş ”İnsan yaptığı işe benzer bir hale sokulmuş.. Duvarcı diye bi resimi çıkarmış ortaya.İyi bir romancı,yontucu, iyi bir ressam olunca bize de her şey ilgi alanına giriyor demek düşüyor.

Yine İbrahim Ekin’cinin ”İnsan Muzo’nun bazı resimleriyle Kaygusuz Abdal, Nasreddin Hoca gibi sohbet ediyor.’Hititler vb gibi resimleriyle de mitolojik dünyadan modernizmin izlerini görüyor.” Diyor. Belki buralara yani resimlerine yine dönebiliriz.. Çok Öncelerden de biliyoruz ki Oruçoğlu kendi deyimiyle Zindan’da Selimiye’nin katır ahırlarında ‘‘Türkiye Proletaryasının Doğuşu ve Gelişmesi” başlıklı 700 sayfalık bir araştırma yazısı hazırlıyor.. 12 eylülün zalim günlerinde kayıp olan bu analiz yazıları Oruçoğlu’nun akıl odalarında Grizu halini alarak kütüklükler halinde bekliyorlar.. Daha sonraları 8 yıllık bu çalışma Sevgili Murat Bjeduğ’un da dediği gibi ülke aydınlarının, büyük yayınevlerinin görmezden geldiği 4 ciltlik Grizu’lar olarak ortalıkta gezinmektedirler.

Oruçoğlu ayağını bastığı yerin cevherlerini gün yüzüne çıkarmaya devam ediyor. Daha önce Yaşadığı Avusturalya’yı konu eden Kangurular, Brunswick Delileri, Çıplak ve Özgür Romanlarını yayınladı. Yeni kitabı klasik ve modern dönemin Avusturalyalı Yazarlarını anlatmaktadır.

Kangurular,Brunswick Delileri,Çıplak ve Özgür Romanlarındaki Kahramanları resimlerde görüyoruz… “Gökten yağan sözcükler” gelip romanlara, romamanlardan renge ve figüre dönüşerek Oruçoğlu’nun tuvallerini renk ve ışık senfonisine çeviriyorlar.

Oruçoğlu: “Avusturalya edebiyatını dönemlere ayırmaktadır. İlk dönemi: Sürgün ya da koloni edebiyatı” 

”Avusturalya edebiyatının ilk yüzyılına damgasını vuran, yalnızlık, merak ve keşiftir. Başkalarını bilmem ama bn bu sözcüğün çocuğuyum. Doğadan ve zincirlenmiş mahkûm ruhundan doğan şiir ağırlıklı bu edebiyat, bu ilk yüzyılda, biçim olarak , neden İngiliz romantik edebiyatının soluk ve titrek bir parçası olarak kaldı? İki yaşam, çok berrak ve sarsıcı bir şekilde, sürekli karşıma çıktı. Bunlardan birincisi, kıtaya ruhunu ve kişiliğini veren siyah yaşam, diğeri ise onun karşısında, onun doğasal yalın gerçekliğini bir türlü kabul etmeyen, inkâr eden, hiçleyen beyaz yaşam. “

Kookaburraların şakıyışları ile papağan yuvalarının iç içe geçip, ormana yitik sesini hatırlattığı bir kasabadayım. Bu, Amerika edebiyatı içinde böyledir sanırım.Lanet olsun. Yeni keşfedilen ve sömürgeleşen ülkelerin kaderidir bu. Benim kaderime benziyor Dilin koparılıp satılan yitik yanının, toprağa ve kuş ötüşlerine sinen, renklenen özünü hangi dil yazacak bilemiyorum.

Avusturalya edebiyatı ilk yüzyıl içinde dil, seciye ve uslüp olarak, İngiliz romantik edebiyatının sadık bir izleyicisi olmasına rağmen, yerel renk zenginliği, doğayı deşen üretim uğultusu ve konu itibarıyla farklılığını ortaya koydu. Bu, hem İrlandalılar başta olmak üzere, kıtaya gelen diğer halkların kültüründen, hem de kıtanın Aborjin bayrağı gibi siyah, altın sarısı ve kızıl katmanlı kerametinden kaynaklandı.

”Olgun buğdayı değil, yeşil buğdayı övün” diyen İrlanda ruhu, geleneksel bir tül içinde görünse de şaşırtıcı ve yaratıcıdır. Yeter ki ayaklarında zincir olsun. Onlar, gemilerin dehlizlerinden çıkıp ayaklarını üç renkli Aborjin toprağına bastıklarında, yepyeni bir alemin içinde buldular kendilerini; Pasifik ve Hint Okyanusu’nun kuşattığı canlılar âleminin iç içe geçerek, tarifsiz bir çeşniyle gülümsediği bir ses ve ışık zenginliğinin içinde; gövdeleri dahil, yaşamlarını rengârenk tuvallere dönüştüren bir yerliler aleminin içinde buldular kendilerini.

Kendi atasözlerinin dediği gibi ”Yüzlerini güneşe çevirip, sırtlarını fırtınaya dayayarak,” yeni bir yaşam kurmaya başladılar. Güçlü bir özgüvenle, küskün ve muhalif bir yaşam… İşte bu gerçekliktir. İngiliz edebiyatının ağır hegomanyasına rağmen kıta edebiyatına farklılığı kazandıran. İlk yüzyıl içinde, ingiliz ve İrlanda edebiyatçıları Avusturalya’ya taşınmadığına göre, kıtanın kendi gerçekliğinden, leziz bir edebiyatçı kuşağının oluşması nasıl oldu? Kolay olmadı. Çiftlik, orman ve maden alanlarının üretim uğultusundan şehir yaşamın doğru yönelen zorlu bir yol izledi ve hayli zaman aldı. toprak parsellemekten, altına hücum hummasından, haydutluktan papağan, kanguru, koala ve Aborjin avlamaktan zaman ayırmanın da payı vardı bunda. Dedim ya, kıtaya ilk gelenler, Amerikan Bağımsızlık Savaşın’ından sonra Amerika kolonilerine götürülmeyen İrlandalı ve bilmem nereli kürek mahkumları, katiller, hırsızlar, fahişeler ve onları getiren askerlerdi. Firar etmeyi, kadın aramayı avlanmayı ve isyan hayali kurmayı seven insanlardı bunlar.. Bunları yoksul kitleler, küçük tarımcılar ve giderek İngiliz buharlı dokuma sanayisinin yün ihtiyacını karşılamak için koyun sürüleriyle gelen acenteler izledi. Çiftliklere kızartılmış et kokusuyla keşfedilmiş yeni topraklara ve ilginç yaratıklara dair hikayelere hâkim oldu. Kıta o âna kadar görmediği yeni hayvanlar ve hastalıklarla karşılaştı.

1788 ile 1880 arası arzu, hırs ve egemenlik dönemiydi. Bu ilk döneme, kıtayı keşfetme, yerli kabileleri, sindirme, verimli toprakları ve maden kaynaklarını çevirme, ,iş kurma çabaları damgasını vurdu. Çiftlikler çoğaldı. Erkekler maden ve orman sahalarına kaydı, çiftlik ve ev işleri, beyaz kadınlarla onların siyah hizmetçilerine kaldı. Yalnızlık, bekleyiş, arayış ve intihar arasındaki ilişkiler gelişti. Yaşamı üç sacayağı, resim, dans ve müzik üzerine kuran, alegorik çağrışımlar yaratan, tarihsiz ve talihsiz siyah yaşam parçalandı, yok olmayla yüz yüze geldi. Siyah kadınlardan melez bebekler çıktı. Bu durumun doğasına uygun olarak, Austuralya koloni edebiyatı ”’ha gayret” diye yekindi. Keşfedilen yeni bir dünyayı işleme ve öğretme arzusundan kaynaklanıyordu bu yekinme. İngiltere’den gelen gemilerin dehlizlerindeki mahkumların arasında ne yazık ki ayakları zincirli mahkum yazarlar da yoktu. Bu yüzden, İngiltere’den getirilen romantik dil ve üslup, bir mahkum, bir memur dili olarak düz veya manzum biçimlerde yeni gerçekliği özümleme, betimleme ve edebiyat sahasına çıkarma gayreti içine girdi. Karşımıza, gülümseyen bir tasvir diliyle yalın ve bakir bir gerçeklik aktarımı çıktı. Gazeteci, tanık veya gezginci analatımını çağrıştıran yazılar, denemeler çoğaldı. Bunlar malum nedenlerden dolayı estetik niteliği, derinliği ve de yeni bir dil ve üslup yaratma çabasını ıskalıyordu. Güzel kadınların çoğalmasının ve envai çeşit mahlukat aleminin korkudan kaçarak derin ormanlara, yeraltına ve çöllere sığınmasının nedenleri bir de bu yazılardı sanırım.

Belgesel bir anı iklimiydi bu. Bunalımı katmerleştirdi. Edebiyatın işi bunalımı katmerleştirmektir zaten. Kuşkular, korkular, gelecek tasarımları çoğaldı., evlere gazeteler,dergiler denizaşırı hikayeler ve kitap rafları girdi. İlk yüzyıla hâkim oldu bu .Sürgüne ve fethe dayanan koloni yaşamının, inkar edilmiş, hiçleşmiş kanayan yanı diyebilirim buna. Kendi kültürünü, varlık nedenini yaratma çabasıydı bu. Siyah ve kızıl toprak üzerinde yaşayan siyah insan ile onu kuşatan canlılar alemi şaşkınlık içindeydi. Bakır bir kazanı andırıyordu kıta . Karınaca köresi gibi sözcük, imgeleme ve metafor kaynıyordu içinde. Eksik olan bunu devşirip özümleyecek, inceliğe, yeni bir yaşama bir büyük, imgleme dönüştürecek olan güçlü yazarlardı. Onlar da ortada pek görünmüyolardı. Gelgelelim ki kadınların okuma ve yazma çabalarında dikkate değer bir canlanma vardı.

İlk yüzyıl içinde, Avusturalya edebiyatı, Avusturalya halkıyla birlikte can alıcı gerçeği anlamıştı. O gerçek de, İngiltere’ye dönmeyen, Avusturalya’da yaşayan ve Avusturalya’da ölen insanların, bir yanıyla İngiltere’ye hizmet ettiği, emeğini, hammadde kaynaklarını ve işlediği mamülleri oranın ihtiyaçlarını dikkate alarak harekete geçirdiği ve yaşamını oranın varlık gailesine göre kurduğu gerçeğiydi. Soru işaretleri yaratan sancılı bir gerçekti bu…
Tüm bunlar rağmen, yine de dikkate değer yazarlar çıktı. Bu dönemde; bizleri, ilk kürek mahkumlarının göçmenlerin, altın ve kömür madencilerinin, haydutların yaşamına taşıyan yazarlar; dönemin el değmemiş doğal güzelliklerini, büyük kuraklıklarını, yangınlarını ve hayvan dünyasını bize yaşatan yazarlar…

İlk adımı 1819’da Brrron Field adında bir yargıç attı. Barron’un akıl ve duygu dağarcığındaki sanat perisinin nabız atışını iyi bilmiyoruz. Bildiğimiz 12 sayfalık First Fruits of Australian Poetry ( Avusturalya şiirinin ilk meyveleri) adlı kitabını yayınlama cesaretinde bulunmuş olmasıdır. Sömürge düzeni adına insanlara ceza kesme mesleğinin, şiir ruhunda ve estetiğinde ne tür arazlara yol açtığını da bilmiyoruz. Birinci filonun yani binden fazla hükümlüyü taşıyan on bir geminin, İngiltere’den ayrılıp, Ocak 1788’de Botany Körfezi’ne (Şimdiki Sidney’in bulunduğu yer) varışından 31 yıl sonra, sömürge Avusturslya’sının bilinenen ilk edebi adımıydı bu.Edebiyat dünyası söz konusu adımı ne kadar cididiye aldı bilmiyorum. Bildiğim tek şey 19. yüzyılda yaşayan Chartist hareketle 1848 Fransız Devriminden etkilenen Avusturalyalı tarihçi Lang’ın Barron Field’i ”kendini şair gören zayıf, aptal bir adam,” olarak nitelemesidir. Her ne olursa olsun. ”zayıf aptal,” bir adam da olsa Avusturalya edebiyatının ilk temel taşlarını bir yargıç döşemiştir. Bu bana pek anormal gelmiyor. Çünkü beyaz Avusturalya toplumun ilk temel taşlarını döşeyenler de kıtaya ilk ayak basan prangalı mahkmûlardır. Bu mahkumlar kıtaya getiren subaylar, getirdiklerini ”terk edilmiş sefiller” ve ”lanetli fahişeler” olarak nitelemişlerdir. Tabii bunlara, gemideki sığırları da eklemek gerekiyor. Yeni dünyanın kuruluşunda sığırların da büyük bir payı var. İlk gelişten 42 yıl geçmesine rağmen yerleşimin en çok olduğu New South Wales (Yeni Güney Galler) nüfusunun ezici çoğunluğuluğunu hükümlüler ve çocuklar oluşturuyordu.
Nedendir bilmem, bu kıtanın odysseus’u çeken sirenli kayalar gibi mahkumları çektiği sanısı sık sık yokluyor beni. 13 yıllık bir mahkumluktan sonra benim bu kıtaya gelip bu kıtadan çıkamamam tesadüfe benzemiyor pek Diyen Oruçoğlu kıtayla kendi yaşamı arasına bir köprü de kuruyor..

Barron Field’den sonra, gezginci yazar William Charles Wentworth, Avustralya şiiri (1823) ile gezi günlüğünün gücü sayesinde dikkatleri üzerine çekti ve birçok insan onu, kıtayı kendi duygularının ateşinde korkusuzca biçimlendirme çabası olarak değerlendirdi.

Bunu, kıtanın ilk kadın şairi diyebileceğimiz Eliza Hamilton Dunlop (1796-1880) izledi. Çocukken şiir yazmaya başlayan İrlanda kökenli Dunlop’ta, üzerinde gezindiği toprakların nabzını dinleme, acısını özümleme gibi bir özellik vardı. İrlanda mitolojisini ve Fransız aydınlanmacıları ile devrim yazarlarını okuyarak büyümüştü. Buna daha sonra, Aborijin kadınlarından ve yaşlılarından dinleyip not aldıkları eklendi. Bu biraz da İrlandalı olmasından ve İngiliz sömürgeciliğinin yarattığı acıyı ruhunda taşımasından kaynaklanıyordu. Dunlop, 1838’de kıtaya gelişinden birkaç ay sonra, Myall Creek’te, 29 Aborijin’in katledilmesi olayına ânında tavır aldı ve katliamı “Aborjin Anne” başlığıyla şiirleştirince eleştirilere hedef oldu. Şair, Sydney Herald gazetesinin başını çektiği sömürge basınının eleştirileri karşısında dik durdu ve bu anıtsal duruş, Aborijin sorununda gelecek yazarlar için örnek oldu. Şiirleri, kitap halinde, ölümünden çok sonra basıldı. Kanayan tarihe, sürgünlüğe ve hafıza karanlığına hitap eden şiirlerdi bunlar.

Bir diğer önemli şair, Charles Harpur’dur (1813- 1868). Avustralya gerçekliğini ve ruhunu derinlemesine özümlememiş olan, Emerson’un düşüncesinden, Percy Byssshe ile Shelley’in ise şiirlerinden etkilenen Harpur, Thoughts: A Series of Sonnets (Düşünceler: Bir Sone Seri- si; 1845) şiir kitabıyla edebiyat dünyasına girdi ve bunu cümbür cemaat bir yığın eseri izledi. Adamın yaratıcı canevinde, başladığını inatla sürdürme ateşi vardı. Çalışmanın bencil türünden, eşitlikçi Hıristiyan dervişleri gibi nefret eden, “yeryüzünde uzunca bir süre saygı duyabileceğim ne kadar az şey var,” diye mırıldanan bir şair; dahası, bazı şiirleriyle doğanın ve yaşamın gizemini iç sessizliğimizde kuluçkaya yatıran bir şair. Beni en çok kırımdan kaçan “Bir Aborijin Annenin Ağıtı” adlı şiiri etkiledi. Özellikle de ilk kıtası:

Daha da uzağa uçardım çocuğum
Seni daha da güvende kılmak için
Cesaretsiz beyaz adamdan,
Korkunç eli cinayetten ıslakken!

Harpur’u, Adam Lindsay Gordon; bunu da ses ve tasviri aşkıncı bir eğilimle kullanan, ormanların Göçmen hayvan çeşnisi, yerli hayvan çeşnisi aleyhine genişliyor. Kıta, bağımsız bir varlık olduğuna, farklılaştığına ve kendine özgü yeni bir kimliğe dair düşler görmeye başlıyor. Halk edebiyatına, kır serüvenlerine meraklı bir okuyucu kitlesi oluşuyor.

Bu dönemden yirmi yıl önce, Henry Savery’nin hükümlü yaşamını konu alan Quintus Servinton’unu (1830) görüyoruz. Sömürge şartlarını derinden duyumsatan bir ilk romandır bu. Aynı dönemde, 18 yaşındayken ömür boyu hapse çarptırılıp Avustralya’ya sürülen James Tucker’ın 1844’de The Life of an Exile (Bir Sürgünün Hayatı) adlı romanına tanık oluyoruz. Bundan on yıl sonra da Avustralya’nın ürettikçe özgürleşen ilk kadın romancısı Catherine Helen Spence’in (1825-1910) Clara Morrison (1854) adlı romanı çıkıyor. Güney Avustralya’nın altın humması döneminin bir hikâyesi diyebileceğimiz bu roman, geleceğin kadın yazarları için esinleyici oluyor. Aynı yıl, Henry Kingsley’in orman atmosferinde kürek mahkûmlarını, haydutları ve yerlileri kucaklamaya çalışan The recollec- tions of Geoffrey Hamlyn (Geoffrey Hamlyn’in Anıları) adlı romanına tanık oluyoruz. Bu romandan üç yıl sonra, Louisa Atkinson’un Gertrude the Emigrant (Göçmen Gertrude; 1857) adlı romanı çıkıyor. Avustralya’da doğan bir kadının ilk romanıdır bu. Roman yayınlandığında yazar 23 yaşındadır. Kendimizi içinde bulduğumuz yaşam, koloni şartlarının yalın kır yaşamıdır. Yoğun olaylarla örulen romanın karakter betimlemeleri ve anlatımdaki estetik sorunlar yazarın yaşına göre anlayışla karşılanıyor.

Marcus Clarke’ın (1846-1881) hükümlülere uygulanan zalim ve sistematik şiddeti, İngiltere’den sürülen bir mahkûmun çevresinde hırs ve çıkar ilişkileriyle birlikte anlatan For The Term His Natural Life (Doğal Hayatının Süresi İçin; 1870-71) adlı romanı ise bu romanları aşan bir yetkinlikle kıtanın edebiyat tarihine bir çentik atıyor. Bu melodramik roman, Avustralya gerçekliğini ve onun zincir ağırlığıyla çatlayan yarasını açığa çıkarması bakımından bir köşe taşı rolü oynuyor. Ancak bu romanı etkileyen, buna ilham veren bir başka roman daha vardır ki o da eril dünyanın görmezlikten geldiği, Caroline Leakey’in 1860’da, Hobart’ta yayınladığı, bir kadın mahkûm çevresinde, sömürge Avustralya’nın mahkûm sistemini anlatan The Broad Arrow (Kalın Ok) adlı romanıdır.

Göçmen hayvan çeşnisi, yerli hayvan çeşnisi aleyhine genişliyor. Kıta, bağımsız bir varlık olduğuna, farklılaştığına ve kendine özgü yeni bir kimliğe dair düşler görmeye başlıyor. Halk edebiyatına, kır serüvenlerine meraklı bir okuyucu kitlesi oluşuyor.

Şimdi gelelim bu dönemde ortaya çıkan yazarlardan bazılarının portrelerine.

WİLLİAM CHARLS WENTWORTH

Koloni döneminin ilk tipik yazarıydı. Bakışları, doğurgan bakışlardan oluşuyor, velfecri okurcasına dönüp duruyor ve kıtanın keşfedilmemiş topraklarına yöneliyordu. Yüzlerce koydan oluşan geniş limanların, “peri adacıkları”nın, vahşi ormanların dünyasında büyümüştü. Sakala ve bıyığa minnet etmeyen, heybetli bir filozof görünümündeydi. Kat kat mevkilerden oluşan, piramit biçiminde hırslı bir kalbe, isabetli sezgilere ve kuşkulara sahipti. Muhasımlarına karşı, derine işleyen ve etkisi uzun süren, kendine özgü belagat ve hakaret sanatını kullanmaktan geri durmuyordu.

Birinci filonun gelişinden, yani ilk yerleşimden iki yıl sonra Norfolk adasında, şakacı mizaca sahip bir çocuk olarak doğmuştu (13 Ağustos 1790). Pitt Dağı’ndan gelip, evinin bahçesine konan muhabbetkuşlarıyla ne kadar göz göze geldi bilmiyorum ama o günkü zamanın küpeştesinden ona bakan her göz, onun sömürge aristokrasisi içinde yer alan bir kâşif, bir gazeteci ve Avustralya kolonileri için özyönetim sistemini savunan bir politikacı olduğunu sezinleyebilirdi.

Babası Anglo-İrlandalı aristokrat bir aileden gelmeydi ve dönemin fantastik haydutluk ruhundan epeyce etkilendiği için süzülmüş üstsınıf inceliğiyle haydutluk yapmayı seviyordu. William, ikinci filo ile Sydney’e gelen, böyle bir baba ile onun Neptün adlı gemide tanıştığı İrlandalı bir mahkûm kadının çocuğuydu. Anası öldükten sonra, Paramata’da büyük toprak sahibi olan babası, kaliteli bir eğitim için onu abisi ile birlikte İngiltere’ye gönderdi. Oğullarının, kurulmakta olan yeni Avustralya devletinde yükselmelerinin vazgeçilmez bir şartıydı bu.

William, umduğu eğitimi alamadan Sydney’e döndüğünde, ham değildi. Bilgi ateşiyle dolmuş, romantik şairleri okumuş, çok daha arzulu, girişken ve fethedici bir hale gelmişti. Vali Lachlan Macquarie ona büyük bir arazi hibe etti. 1813’te William, Teğmen Lawson ile kâşifliğe başladı, bu onun aynı zamanda yazarlığa başlaması demekti. Blue Mountains (Mavi Dağlar) başta olmak üzere, bilinmeyen vahşi toprakları keşfettiği ve onlara yular takma yolunu açtığı için sahip olduğu toprakların büyütülmesiyle ödüllendirildi. Bu arada, sandal ağacı ticaretine de girdi. Durumu iyileşmiş, New South Wales toprak aristokrasisinin bir mensubu haline gelmişti. 1816’da İngiltere’ye gitti yeniden. Avrupa’yı gezdi, dünyanın merak ettiği yeni kıtadaki gezilerini anlattı, Cambridge Üniversitesi’ne girdi.

1819’da, Avustralyalı sömürgeci beyaz edebiyatın ilk kitabını yazıp yayınlama onuru, Wentwort’a nasip oldu. Yazar bu kitapta, New South Wales ile Van Diemen (Tasmanya) kolonilerinin yerleşim tarihlerini, sayısal, siyasal ve yönetsel durumlarını, yeni göçler için yarattıkları olanakları, ayrıntılı bir tarzda anlatıyor, bunların Amerikan kolonilerinden üstün yanlarına değiniyor, artık, mahkûmların değil, özgür göçmenlerin getirilmesini öneriyordu. Yazar bu kitapta Aborijin direnişlerine yer verseydi, kaleminin ışığını, onların yaşamlarına, duyarlılıklarına yöneltseydi biraz, uyarıcı olur, Aborijin dünyasına yönelen tehdit de bu denli büyük olmazdı belki. Ama yükselme hırsıyla kurduğu ilişkiler buna izin verecek durumda değildi.

1822’de yazarlığının yanına hukukçuluğunu da ekledi. Koloni şiirlerini dikkatle izledi. Beyaz Avustralya’da oldukça yaygın ve de saygın olan destansı “Australasia” şiirini, yalnızlığının saadeti olan iç gözüyle yazdı, yayınladı. Bu şiirle o, “…doğanın bağrında, çetin çabalarla üretilen ve Ana Britanya’nın kalbini sevindiren son ve yeni Britanya’yı,” yani Avustralya’yı selamlamış oluyordu.

1827’de, babasının ölümüyle, koloninin en zengin adamlarından biri oldu. Ama İngiliz aristokrasisinin geleneklerini izleyen koloni aristokrasisiyle istenilen düzeyde bütünleşemedi. Çünkü babası aristokrat kökenli birisi olmasına rağmen eski bir haydut, anası ise prangalı bir mahkûmdu. Evlendiği kadına gelince, o da Francis Cox ve Frances Morton adlı iki mahkûmun kızıydı. Yükselen yeni burjuvazinin gözünde onu ayrıksı bir duruma düşüren bu şecere, onun içine dert oldu. “Ölümün içinden bakan bir iman gözüyle” süzmeye başladı yaşamı. Ve yekindi. Dertlerinden kalkarak, Doğu Sidney’de “Vaucluse House” adlı görkemli bir konak inşa etti. Dışlanmanın verdiği hınç ile ailesine olan minnet duygusunun yarattığı iklim onu, kürek mahkûmları ile onların soyundan gelenlerin haklarını savunan bir partinin lideri haline getirdi. İyi bir gazeteci ve iyi bir hatip olan Wentworth, yüksek koloni soylularından hıncını alırcasına çabaladı. Basın için özgürlük, yargı için jüri ve benzeri hakların yılmaz bir kavgacısı oldu. Vali Ralph Darling başta olmak üzere tüm devleti karşısında buldu.

HENRY SAVERY

Henry Savery, Avustralya’nın ilk romancısıdır. Ona Avustralya edebiyatının Kaptan Cook’u da diyebiliriz. 4 Ağustos 1791’de İngiltere’de bir bankacı ailenin çocuğu olarak doğdu. Ve gözlerini açıp baktığında, dünyayı, banknotların ve sahtekârların kaynadığı bir yer olarak gördü. Has sahtekârların yatağı Bristol’da şeker rafinerisi ve komisyonculuğu yaptı. Ruhunu, yaptığı işin rafinerisinden geçirdi, sahte kredi bonoları düzenledi. Aranmaya başlayınca, gemiyle Amerika’ya kaçmaya yeltendi. Sıkıştı. Onurluydu. Ele geçmemek için, büyük insanlara özgü bir iş yaptı, dalgaların çağrısına uyarak kendini denize attı. Deniz derinliğe âşık, engin nesneleri sever. Çıkarıldığında, çatlaklarına tutunmuş ince cam ışıltıları gibi bakınıyordu. Onu çıkaran devlet, kafadan hafif piyade birisiyle yüz yüze olduğunu anladı. Tantanalı bir yargılamanın ardından hâkim, İngiltere’nin selameti için ölüm cezası verdi. Sonra bu ceza, Henry’nin zavallı ve zararsız görünüşüne binaen müebbet hapse çevrildi. 171 mahkûmla birlikte zincirlenip, geminin dehlizine kapatıldı. Aylarca süren çileli bir yolculuktan sonra, 1825’te Tasmanya’ya, Hobart’a vardı. Hobart, dünyanın en güzel kızlarından biridir. Çok öptüm ben bu kızı. Destursuz.

Hobart’ta, memurlar azdı. Devlet, sahtekârlığın yetkinleştirdiği bu yetenekli mahkûmu, muhasebe işinde çalıştırdı. Ezici çoğunluğu göçmen ve mahkûm olan kasaba, bir mahkûmun, konumunun böyle olmaması gerektiğini tartıştı günlerce. Haber İngiltere’ye gitti. İngiltere, valiyi haşladı. Vali, jurnalci memurları haşladı, işine son vermek zorunda kaldı Henry’nin. Üç yıl sonra karısı Eliza ve küçük oğlu geldiğinde parasız ve buhranlıydı. Evlilik de zaten ona göre değildi. Hani Baudelaire der ya, “Sevgili bir şişe şaraba benzer, eş ise bir şarap şişesine.” Bu, Henry’nin dünyasına oldukça uygun bir sözdü. Aborijin kadınlara, fahişelere, şaraba ve fuzuli arkadaşlarına harcamıştı aldığı borçları. Ailesine bakamadı. Sanırım biraz da kıskandı kadını. Boğazını keserek kendini öldürmek istedi. Bıçak görevini layıkıyla yapmadığı için ölmedi. Borçlarını ödeyemediği için de cezaevine kapatıldı.

Karısı, “dumansız baca, kahırsız koca olmaz,” atasözüne itibar eden biri değildi. Göğün sınırsız mavisini, entarisi sanıyordu. Çocuğuyla İngiltere’ye döndü. Henry’ye, boynundaki yarası ile yalvarması kaldı sadece. Hobart’ta çıkan Colonial Times’a yazı yazacak adam olmadığı için Savery, hapishaneden kaldığı süre boyunca, “Van Diemen’in Ülkesindeki Münzevi” başlığı altında hicivsel yazılar gönderdi. Pırlanta gibi gülümsüyordu Henry’nin ruhu yazılarda. Ne var ki, yazı yazmak ve yayınlamak, mahkûmlara yasaktı. Takma adla, 1829’da basıldı. Bu, Avustralya’da yayınlanan ilk makale kitabıydı. Bunu, Quintus Servinton adlı otobiyografik romanı izledi. Yazarın adı konmadan basılan bu romanı, Avustralya’nın ilk romanıydı. Kapağında, yazarın yaşamını özetleyen, Shakespeare’den bir söz yer alıyordu:

“Hayatımızın ağı, birbirine karışmış iyi ve kötü ipliklerden oluşuyor.”

Roman, İngiltere’deki iş hayatından Tasmanya’daki hükümlü hayatına uzayan yarı otobiyografik bir özellik taşıyordu. Doğmadan önce bir falcı tarafından tanınan Quintus Servinton adlı bir mahkûmun okul ve iş yaşamı, sahtekârlığı ve mahkûmluğuydu. Okuru düşündüren, dürten gotik bir tarza sahipti roman. Anlatımı lirik ama estetik dokusu zayıftı. Ne var ki, anlattıkları çıplak hakikatlerle donatıyordu vicdanları. Mayasında Saver’nin damıtılmış acısı vardı, güç veriyordu romana. 1930’da Hobart’ta, iki yıl sonra da İngiltere’de üç cilt halinde yayınlandı.

Gelgelelim ki roman, yazara, onu doyuracak bir gelir getirmedi. Akıl almaz bir açlık ve zenginleşme hırsı sarmıştı insanlığı. Sahtekârlık derlenip toparlandı, aradı ve yeniden buldu Henry’yi. 1840’ta, düzenbazlığın dönen çarkına kapılınca, koloni yargısının huzurunda buldu kendisini. İnkâra ve tevile sapmadı. İkinci müebbet cezasını aldı ve ikinci kez suç işleyenlerin konulduğu Port Arthur Cezaevi’ne atıldı. Yalnızlığı, aç ve karanlıktı. Çocuğunun hayalinden başka hiçbir şeyi göremiyor, hissedemiyordu. 8 Şubat 1842’de, kendisine sadık bir bıçakla ikinci kez boğazını keserek öldü. Kimsesiz ve kefensizdi. Hapishaneye yakın bir yere, Ölüler Adası’na gömüldü.

Tasmanyalı yazarlar, Henry Savery Ulusal Kısa Öykü Ödülü ile her yıl anıyorlar onu. Her yıl, şiir ve roman terennümüyle boynu kanıyor, şahdamarı gibi atıyor duyguları, şairlerin duygularında.

CATHERİNE HELEN SPENCE

Yaşı ne olursa olsun, ak saçlı, kısacık, tombul ve enerjik bir İskoç köylü kızı olarak hayal etmişimdir hep. Avustralya’nın ilk kadın romancısıdır. Kendine âşıktı ve kendisini kuşatan gerçekliği kendileştirerek yazmaktı en büyük derdi. 1825’te, yaşamını kuramamış bir İskoç ailenin çocuğu olarak, dünyaya geldi. 1839’da ailesiyle birlikte gelip Güney Avustralya’ya yerleşti. Spence, “mutlu bir çocukluk” geçirdiğini ve kendisini, “iyi yetişmiş” biri olarak hissettiğini söylüyor. İyi bir yazarlık için olumlu bir durum değil bu. Kriz yok, acı yok, yokluk yok; büyük bir yazar için gerekli olan şeyler yok. Her büyük yazar, toplumsal ve ruhsal yarılmaların ürünüdür.

Adalaide’e vardığında, kuraklık, yokluk, darlık onu, kendi deyimiyle “gidip boğazımı kesme” derekesine düşürdü. Henry Saver gibi ölümcül olmamak şartıyla kesseydi, kalemine güç katmış olurdu. Sonra toparlandı. Toparlak bir kadın olduğu için bu kolay oldu. İş ve yaşam kurma imkânlarına yöneldi ve kız kardeşiyle birlikte bir yetimhane açtı, mürebbiyelik yaptı. O çağda, kadınların en sevdiği işti yetimhane açmak. Osmanlı Ermeni kadınlarının da en sevdiği işti. O dönem Avustralya’sında yetim Aborijin çocuğu mu yok. Dolu. Hiç evlenmemişti Spence. Evliliğe ilgi duymasına rağmen, evlenme tekliflerini de reddediyordu. Yetim bir dünyanın yetimhanesinde yetimleşen bir kadındı çünkü. Spence, yalnızlığın biçim üreten ateşini harekete geçirdi, kısa eserler ve şiirlerle başladı işe. Henüz 30 yaşına girmeden, 1854’deki altına hücum döneminde, Clara Morison adlı ilk romanını yayınlandı. Oldukça özgül yanları olmasına rağmen, Victoria dönemindeki kadın yazarların aşk romanlarından birisinin, Adalaide’e geldiğini hayal ettiriyor bana. Romandaki yetim ve eğitimli bekâr İskoç kadını ve onun hikâyesi, yazarın yaşamıdır bir anlamda. İlk yerleşimcilerin, ince, ayrıntılı, zorlu ev yaşamları, maddi sıkıntıları, güçlükleri, hastalıkla cebelleşme durumları; altına hücumun, Victoria’ya savurduğu erkekler, kadınlaşan Adalaide, hızla zenginleşme arzusunun yarattığı para ve insan çalkantıları, altın tarlalarındaki çocuklardan eve gönderilen mektuplar. Bu romanda yazar, ilk yerleşimin derme çatma işletmelerinde, tek katlı ahşap evlerinde, boğa burunlu verandalarında, kendi çıplak iklimi içinde bakıp duruyor bana. Ahlaki ve politik bir dil kullanıyor. Kadının, toplumda olması gereken yerde olmadığını hissettiriyor okura. Romanın ironik iklimi, ısıtıyor insanı, başkahramanına ısınmak zor ama. Avustralya şehirleri arasında öteden beri bir rekabet var. Sydney ile Melbourne, Adalaide ile Melbourne. Roman, Adelaide’i, ahlaki açıdan daha üstün ve daha entelektüel bir şehir olarak sunuyor.

Clara Morison, onun ilk romanıdır. Bunu Tender and True, Uphill Work (Yokuş Yukarı Çalışma; 1861), The Aut- hor’s Daughter (Yazarın Kızı; 1868), Mr. Hogarth’s Will (Bay Hogarth’ın Vasiyeti; 1865), Gathered In (Toplanmış; 1881) ve Handfasted (Elle Tutulan) gibi romanları izledi. Bu son roman, “evlilik bağını gevşeten… aşırı sosyalist,” olan “ve bu nedenle tehlikeli” bulunan ve de yayınlanmayan bir roman olarak tanındı. Elyazması korundu ve ölümünden 67 yıl sonra, 1977’de basıldı. Bu romandan sonra roman yazmayı bıraktı. Yaşlılık döneminde, An Agnostic’s Progress from the Known toy he Unknown (Bir Agnostiğin Bilinmeyene İlerlemesi; 1884) ile A Week in the Future (Gelecekte Bir Hafta; 1889) adlı kurguları üzerinde durdu.

Sadece edebî değil, aynı zamanda politik, feminist, bir yaşam hattında bulunan Spence, 1891’de kadınların seçme ve seçilme hakları için verdikleri mücadeleye katıldı, Güney Avustralya Kadın Oy Hakkı Birliği’nin başkan yardımcısı oldu. Güçlü bir konuşmacı ve örgütleyici olarak mitinglerde konuştu. Mücadelesini ülke dışına taşırdı.1893’te Chicago Dünya Fuarı’nda, İngiltere ve ABD’de konferanslar verdi. 1894’te Güney Avustralya’da, Spence gibi kadınların sabırlı ve kararlı çabaları, mücadeleleri sonucunda kadınlar, seçme ve seçilme haklarını kazandılar. Bunu, New South Wales ve Victoria’daki kadın kampanyaları izledi. Spence etkin bir rol oynadı ve kadın mücadelesinin sembolü haline geldi. Sadece kadınların değil, Thomas Hare’in etkisinden olsa gerek, azınlık hakları ve onların temsili için de mücadele yürüttü. Yetim, yoksul ve reşit olmuş suçlu çocukların koruyucusu oldu, Caroline Emily Clark ile birlikte tabii. Ruhunu gökkuşağına dönüştüren Spence, sadece çocukları değil, sanatı da korudu. Özellikle de, yaratıcılığa susamış, desteksiz kadın sanatçıları… Avustralya’nın önde gelen ve eserlerinde Aborijin motiflerini ilk kullanan modernist ressama, Margaret Preston’a destek oldu.

Muzaffer Oruçoğlu Avusturalya Edebiyatının İkinci dönemini Uyanış dönemi olarak adlandırıyor.

Ağır yükler altında devinen, kıtayı doğuma zorlayan yeni üretici güçler ile dilin ve özgür anlatım olanaklarının geliştiği ikinci dönem (1880-1940), Avustralya edebiyatı için oldukça önemli bir dönemdir. Bu dönemde kıta edebiyatı, dünya edebiyatına bağlı olarak, sistemin hırpaladığı üretici insanı ve onu kuşatan sosyal şartları merkeze aldı. Dilde kaba ve beylik anlatımdan kurtulup, nispeten daha incelikli ve derinlikli bir yapıya ulaştı. Kendi metaforik aurasını biçimlendiren yeni sözcüklerle tanıştı edebiyat. Bu, aynı zamanda, hem kıtanın bilinmeyen zenginliklerini keşfetmiş ve duygu dilini özümlemiş olmanın, hem yeni göçmen akınlarının, hem de dünya edebiyatına daha çok açılmanın, ondaki çeşniyi kıtaya yoğun bir şekilde taşımanın, okuyup tartışmanın, okyanus ufkunun ötesine bakmanın yol açtığı bir durumdu.

19. yüzyılın son çeyreğinde, içten içe harlanan, hatırı sayılır bir uyanış ve gelişme kaydetti Avustralya edebiyatı. Bu dönem, sadece edebiyatta değil, her alanda bir uyanış, kendine geliş dönemiydi. Bağımsız eyaletlerin birlik çabasına yöneldiği, İngiltere’ye karşı, Avustralya yurtseverliği temelinde, muhalif duyguların geliştiği, kadınların kendi görünmeyen zincirlerini fark etmeye başladıkları bir dönem oldu. İngiltere’ye karşı halkta gelişen muhalif duygular, iş dünyasında da etkisini gösterdi. Kıtayı İngiltere’nin bir sömürgesi, federe devletleri vasal devletler, kendilerini ise İngiliz sömürgeci sisteminin vantuzları olarak algılayan büyük toprak sahipleri, tacirler ve sanayiciler, kıta pazarı üzerinde tek başına egemenlik kurma ve tam hak sahipliği eğilimi içine girdiler. Bu duruma paralel olarak edebiyat da canlandı. 1880’de Sidney’de yayımlanmaya başlayan The Bulletin (Bülten) dergisi başta olmak üzere, çeşitli dergiler uyanış sahnes ne çıkmaya başladı. Bulletin, yeni Avustralya kültürünü biçimlendirmek amacıyla sayfalarını öykü ve balad yazarlarına açtı. Halk şiiri, popüler roman ve country müzik güçlendi. “Avustralyalılar için Avustralya,” şiarı, birliğe, federasyona doğru yürüyüşün meşalesi haline geldi. Edebiyatta genel kıtacı yurtsever dalganın yükselişiyle beraber, anayurt özlemi zayıflayan, İngiliz sömürgeci kökene sahip, yeni Avustralya burjuvazisi ve pazar için üretim yapan büyük toprak sahipleri, 1901’de tek tek federe yapıları Avustralya Uluslar Topluluğu adıyla tek bir federasyon çatısı altında birleştirdiler. Banjo Paterson, Henry Lawson, Steel Rudd, William Astley, Barcroft Boake, Edward Dyson, Bernard O’Dowd, Joseph Furphy, Christopher Brennan, Katherine Susannah Prichard gibi yazarlar, taşra yaşamındaki yalın ve doğal gerçekliği, orman, maden, toprak ve sığır işçiliğini, ateş başı anlatılarını, ağızları, eşcinsel ilişkileri, cinayetleri, silahlı soygunları, ilk gelen mahkûmların başlarından geçenleri, denizcilerin yaşamlarını roman, öykü, şiir ve baladlarla işlediler. Neşeli, hoyrat, başına buyruk ve kuralsız bir iklim içinde, okurun dikkatini, hayatı kuran, sıradan küçük insanın zahmetli ve acılı neşesine; yaratıcı emeğin yarattığı dostluğa, birliğe ve umuda yönelttiler.

Edebiyat, eşitlikçi, ütopik duyguların yarattığı mizahi renklerle, stoacı bir yaşam sevinci ve yalın, pastoral bir ironi ile donanarak hayatın güçlüklerine yüklendi. Bu ister istemez, derin bir değişime yol açtı. Mahkûmların sürgün alanı ve İngiltere’nin denizaşırı sömürgesi haline getirilen bir kıtanın, kendi öz ruhuyla ve kendine özgü ulusal erdemlerle uyanmasına, yaşam kültürünü ve sanatını yabancı etkilerden kurtarıp (Jindyworobak hareketi) bağımsız bir kişilikle kurmasına yol açtı.Louis Stone, Edward Dyson, Kylie Tennant (Mrs. L. C. Rodd) gibi yazarlar, kent yaşamını ve işçi gerçekliğini edebiyata taşıdılar. Loise Stone’un derin bir gözlem gücü ve ince bir mizahla yarattığı Jonah romanı, Bernard Shaw’un da beğendiği bir romandır. Loise Stone, Avustralya kent yaşamının kenar mahallelerindeki gerçeğin canlı ve sahici bir anlatımını yaptı romanlarıyla. Yoksulluk içinde büyümesinin ve Aborijinlerin de yaşadığı Redfern gibi bir mahallede yaşamasının önemli bir rolü vardı bunda. Okuma yazma bilmeyen yaşlı çamaşırcı Bayan Yabsley gibi unutulmaz bir karakteri kazandırdı Avustralya edebiyatına.

Jeannie Gunn, Katherine Susannah Prichard ve Xavier Herbert gibi yazarlar, kıta yerlilerinin beyazlarla ilişkilerini edebiyata soktular.

Adını, Avustralya ormanlarında hayatın ve aşkın orijinal, otobiyografik anlatımıyla özdeşleştiren Jeannie Gunn, 20. yüzyılın başlarında Avustralya’nın kuzeyinde Roper Nehri yakınlarındaki bir sığır istasyonunda geçen yaşamını, Avustralya klasiği haline gelecek olan iki ro man We of the Never Never (Biz Asla Asla) ve The Little Black Princess (Küçük Siyah Prenses) halinde kaleme aldı. The Little Black Princess adlı romanında, kendisine sığınan ve Elsey Nehir Klanı Şefi’nin yeğeni olduğu söylenen bir Aborijin kız çocuğunun hikâyesine yer verdi. Aborijinlerin pek insan yerine konulmadığı o dönemde bu roman, dokusunda beyaz gölgeler taşısa da insani bir duyarlılık yarattı ve edebiyatın kanayan siyah dünyaya yönelmesine hizmet etti.

Miles Franklin, Henry Handel Richardson, Eleanor Dark ve Vance Palmer gibi yazarlar, kendi öz yaşamlarından hareketle, biyografik, yarı biyografik anlatılara, tarihe ve ilk koloni yıllarına yöneldiler. Kadın yazarların baskın olması, yeni kadın yazarların çıkmasına yol açtı. Okul yüzü görmeyen, doğaçlama yazan J. Shaw Neilson gibi sıradan bir tarım işçisini bile lirik bir şair haline getiren ikinci dönem edebiyatı, 20. yüzyıl Avustralya’sına büyük bir coşkuyla yayıldı, onu biçimlendirdi ve yepyeni bir edebiyat için onun atılım zemini haline geldi. Bu dönemde şairler, beklenen atılımı yeterince yapamadılar. Sanat duygusunun gök kubbesinde lir kuşu şakımaya başladığında müzik, ebemkuşağı belirdiğinde ise şiir canlanır. Bu dönemde ebemkuşağı, lir kuşunun şakıyışı kadar berrak değildi. Konular dallandı, zenginleşti ama şiir kendi potansiyel gücünü ateşleyerek ileriye doğru yeterince taşıyamadı. Şiir zaten dünyayı yol eyleyen, yolu olmayan tek derbeder sanattır. Ama iyi şairler de çıktı. Bunlardan birisi, renklerin şairi olarak nitelenen John Shaw Neilson’dı (1872-1942). Alnının teriyle yaşayan gezginci bir şair olarak tanındı. Bazen hangarlarda bir koyun kırkıcısı, bir çiftlik işçisi, bazen de taş ocağında, yol yapımında, kerestede veya madende çile çeken biriydi. Çadırlarda yaşıyor ve şiirlerini mum ışığında yazıyordu. Gözleri iyi görmüyordu ve kaleminden incelikli, lirik şiirler dökülüyordu. Keskin bir doğa gözlemcisiydi. Bataklıklarda, geçit vermez karanlık ormanlarda dolaşmayı, mantar toplamayı, yabanarılarını izlemeyi ve kuş şarkılarını dinlemeyi seviyordu.

Bir diğer şair, Victor Daley’di. İncelikli lirik şiirler yazdı. Her şairin bir berceste şiiri ve bir de berceste kitabı vardır. Daley’inki de A Sunset Fantasy (Bir Gün- batımı Fantazisi) adlı kitabıdır. Yine, “ Beş Çan” ile “Kaptan Cook’un Beş Vizyonu” gibi berceste şiirleriyle tanınan ve modernist akımın şiirde inceliğini hissettiren Kenneth Slessor güçlü dramatik lirikler yazdı. C. J. Dennis popüler şiirleriyle balad geleneğini sürdürdü ve Avustralya argosunun edebiyatta hak ettiği yeri almasını sağladı. Şairliğinin yanında bilgin ve edebiyat eleştirmeni olan, Judith Wright gibi birçok şairi etkileyen Christopher Brennan ise Mallerme başta olmak üzere Arupa şiir geleneğinin etkisini taşıyan simgeci şiirleriyle öne çıktı. Yakınlarının acı ölümünden sonra, hayatının son dönemini yoksulluğa ve sarhoşluğa tahsis etti ve giderek kanserle tanıştı.

ALİ COBBY ECKERMANN

Ali Cobby Eckermann, Avustralya edebiyatının üçüncü dönemine ait, Aborijin kökenli bir kadın şairdir. 1963 doğumludur. Güney Avustralya’nın ilk iki kadın polisin den biri olan Kate Cocks’un adının verildiği Kate Cocks Memorial Bebekler Evi’nde doğdu. Annesi Audrey ile büyükannesi Kami’den henüz bebekken, birçok Aborijin ailesine yapıldığı gibi alınıp götürülünce Çalınan Kuşak (Stolen Generations) kategorisine girmiş oldu. Annesi de zaten çalınmış kuşaktandı.

Çalınmış Kuşak gerçekliği, 1860 ile 1970 arasında uygulanan bir devlet politikasıydı. Buna göre, doğan Aborijin çocuklar, polis tarafından ailesinden alınıyor, onların bilmedikleri kurumlara yerleştiriliyor, orada kültür ve inanç olarak asimile ediliyordu. Bu çocukların tüm kıtada 480’den fazla kuruma yerleştirildiği tespit edilmiştir. Beyazlar, bu kurumlardan yaygın olarak ço- cuk alıp evlatlık edinebiliyor ve bunları hizmet işlerinde çalıştırıyorlardı. Kıtadaki çocuk tecavüzü en çok bu alan- da ortaya çıkıyordu. Bu yasa 1970’de ilga edilince kıta, çocuklarını veya ana babalarını arayan Aborijinlerin haberleriyle çalkalanıp durdu.

Ali’yi evlatlık edinen Eckermann ailesi, onun Penelope Rae Cobby olan adını, Ali Cobby Eckermann olarak değiştirdi. Ali, bu ailenin çiftliğinde, çimen çalı dünyasında, kendi deyimiyle, “sıkı çalışmayı ve nezaketi” öğrendi ve evdeki kitapları okuyarak büyüdü. Kayıp geçmişini, dilini ve kültürünü arıyormuşçasına bisikletiyle gezinip durdu. 7 yaşındayken komşu erkeklerden birinin tecavüzüne uğradı. Bu olağanüstü, şoke edici bir durum değildi çünkü genel olarak Aborijin çocuklarına, en çok da çalınmış kuşak olarak adlandırılanlara yönelik olarak zaman zaman ortaya çıkan veya önemsenmeyip geçiştirilen bu tip tecavüzlerin iki yüzyıllık bir geçmişi vardı. Tecavüzü şöyle anlatıyor Ali:

“Gerçek amcam değil, aile dostumuz olan amcam beni öpmeye başladığında 7 yaşındaydım. Komik hissettirdi. Dilini boğazımdan aşağı ittiğinde çığlık attım ama ses çıkmadı. Buz gibi gözyaşlarım yüzümden aşağı süzüldü. Tüm ağırlığı ile üzerime çöktü, hareket edemedim. Bittikten sonra uzun bir süre televizyon ekranını izledim. Sadece annesini isteyen küçük bir kız gibi hissettim.”

Ali, eğitimini Güney Avustralya’nın ortasındaki Brinkworth Area School ve Clare Lisesi’nde yaptı. Bu dönem, onun itelenip ötelendiği, tacize, aşağılanmaya ve ırksal nefrete maruz kaldığı bir dönem oldu. Öğren- cilerin içindeydi ama yalnızdı. Hissettiklerini kimseye söyleyemiyordu. Güvenmiyordu çünkü hiç kimseye. Çocuklarını okuldan almaya gelen anneleri ve babaları gözlemliyordu. Ana ve baba yoksunluğundan kaynaklanan bir arayış kanonundaydı hep. Bu dönemde başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor:

“Bir gün okulda bir grup kız beni itti. Ağlamadım ya da bağırmadım. Yüzümü koyu kahverengiye boyamak için keçeli kalemin içindeki mürekkebi kullandılar. Aşağılandım.” 

11. sınıfta ırkçılığa karşı çıktığı için okuldan atıldı, üniversiteye giriş imkânını da yakalayamadı. Okul, çekilecek gibi değildi. 17 yaşına geldiğinde, varlığıyla birlikte yitirdiği anlamları arayan bir adamla kaçtı. Birlikte yaşamaya başladılar. Bu kez de adamın şiddetine maruz kaldı. Ondan içki içmeyi öğrendi. İki yıl sonra adamı terk edip eve döndü ve hamile olduğunu anladı. 19 yaşında doğum yaptı. Annesine uygulanan bu kez kendisine uygulandı. Yasa kalktığı halde, oğlu evlat lık olarak alınıp götürüldü. Bu durumdan sonra boşluğa düştü. 1980’de Kuzeye, çöle gitti. Şöyle diyor:

Benim için ruh gökyüzüydü ya da benim için ruh, artık zorbalığa uğramamanın huzuru ve her zaman kaçınmaya çalıştığım o sert ses veya varlıktı. Bu sert, önyargılı ses gitmişti ve bu benim farklı duymamı sağladı: Kuşları dinlemek, kendi düşüncelerimi dinlemek…

Kim olduğunu, nereden geldiğini bilmemenin acısıyla bölünmüştü. Kendi iç âlemiyle ne kadar çok zaman geçirebilirse, yitik ruhunun sesini, gerçek âlemi o kadar çabuk bulacağına inanmaya başlamıştı.

Erken yaşamının büyük bölümünün ataları kutsal tırtıllar tarafından oluşturulduğuna inanılan Arrernte, Jawoyn ve Larrakia’da geçirdi. Orta Avustralya, Alice Springs bölgesindeki bir sanat merkezinde çalışması onun için geliştirici oldu. Dahası, evcilleştirilmiş halini aştı, çölün enginliğini ve huzurunu okudu, kısmen vahşileşti. Kendisini oraya, Aborijin halkının silinmiş ayak izlerine ait hissetti. Bu durum onu, kendi geçmişine, sanat damarına daha bir yaklaştırdı. Sancılı hale getirdi. Gerçek yaşamın ağırlığından kurtulmak için alkole ve uyuşturucuya sığındı. Uyuşturucu ve alkolü, çalışmayı bıraktığı durumlarda daha çok aldı. İntihar eğilimi güçlendi. Yürüdüğünde, ağaçlardan sarkmış bir halde görüyordu kendisini. Kendi deyimiyle, en uç noktadaydı. O anki kararını şöyle anlatıyor:

Bir gün “Kriz Hattı”nı aradım ve kendimi rehabilitasyona kaydettirdim. Yavaş yavaş içimdeki taş buza dönüştü ve sonra buz erimeye başladı. Yetişkin hayatımda ilk kez yüzümde gerçek gözyaşları hissettim.

18 yaşındayken başladığı fiilî ana arayışını da, oğlu alındıktan sonra iyice derinleştirmişti. Altı aylık rehabilitasyondan sonra, anasını ve çocuğunu aramaya başladı, 34 yaşına gelene kadar aradı. Artık toprağın gücünü hatmeden bir çift ayağa sahipti. O zamanlar herkes birbirini, çalınmış çocuklarını, kuzenlerini, erkek ve kız kardeşlerini arıyordu. İzlemede, yüz tahlilinde, hangi klan veya dil grubundan geldiklerini çıkarsamada oldukça mahir hale gelen insanlar türemişti. Ali sonunda buldu öz anası Audrey’i. Bu onun için, yeni bir yaşamın ve yitirilmiş bir bütünlüğün keşfi gibi oldu. Bu arayışı, daha sonra, Too Afraid To Cry (Ağlamaktan Çok Korkuyor) adlı kitabında anlatacaktı. Anasını bulduktan dört yıl sonra da (1997) oğlu Jonnie’yi buldu. O zamanlar bölgede Aborijinlerin girmesi yasak olan bazı restoran ve kafeler vardı.

Lubra” veya “jin” olarak aşağılanan kadınların buralara girmesi düşünülemezdi bile. Onun için Jonnie’yi bulur bulmaz doğaya götürdüler. Aborijin kadınlarıyla birlikte bulunuş vesilesiyle törenler düzenlediler. Yakılan ateş çevresinde, Jonnie için ağlamalar oldu, eski masallar anlatıldı. Beyaz kültürle yetişmiş olan Jonnie ilkin bu duru mu şaşkınlık ve korkuyla izledi, süreç içinde benimsemeye başladı kendi kadim kültürünü.

Ali ailesini aramaya çıktığında Aborijin tarihi hakkın da hiçbir şey bilmiyordu. Annesini arayış ile bulduktan sonraki süreçte, çölde geçen on harika yıl içinde halkı- nın kayıp tarih idrakine kavuştu. Kamp ateşi kıyısında anlatılan hikâyeler ile gezindiği toprakların ruhu bunda önemli rol oynadı. Ve yazmaya başladı. 18 yaşına kadar zaten evdeki tüm kitapları okumuş, bir edebî temele sahip olmuştu. Kendi halkının tarihine olan ateşli ilgi, onu şiire yönlendirdi. Çekilen acıların ve yaşadığı güç yaşamın üstesinden şiirle gelebileceği sonucuna vardı. İlk şiirleri, Little Bit Long Time (Küçük Biraz Uzun Zaman) adıyla ilkin 2009’da, Avustralya Şiir Merkezi tarafından broşür biçiminde, sonra kitap olarak basıldı. Bunlar, kendi hayatı ile Aborijin halkının, sömürgeci beyaz tarih bo- yunca yaşadıkları içinde gezinen şiirlerdi.

Kendisini Yankunytjatjara şairi olarak gören Ali, daha sonra, üç şiir kitabı, iki manzum roman ve bir anı kitabı daha yayınladı.

Ruby Moonlight adlı yetmiş sayfalık manzum romanını, Güney Avustralya’nın orta kuzeyinde köpeğiyle birlikte yaşarken yazdı. Roman çizgisel bir anlatıyla, hem bağımsız hem de bağlantılı şiirlerden oluşuyor ve her sayfada bir şiir yer alıyor. Her şiirin farklı bir esintisi ve hikâyesi var. Bunlar, yaşayan siyah gerçeğin hafızasından Ali’nin sayfalarına akan renk hevenkleridir. Güney Avustralya’nın orta kuzeyinde, Ngadjuri topraklarında yaşayan ve tüm ailesinin katledilmesinden kaçıp kurtulan genç bir kızın, Ruby Moonlight’ın hikâyesini konu alıyor. Ruby, romanın merkezinde, mucizevi bir kurtuluşla hayatta kalmış olmanın zirvesi gibi, romanın kalbi gibi görünüyor. Ruhtaki serüven, yas ve travma anlatıya can katıyor. Ruby’nin sevgi dünyası mevsimlerin değişmesiyle biçimleniyor.

Doğanın duyarlı bir şekilde dinlenişi ve gözlemiyle örülmüş bir eser bu. İyi tonlanmış. Canlı ve çevik bir teknik, dokunaklı ve narin, yalın ve özlü. 1880 civarında Güney Avustralya’nın ortasındaki Alice Springs’teki sömürge yaşamının yüzüne, Aborijin-Beyaz ilişkilerine, Aborijin kadın ve erkek dünyasına, yalnızlığa, yasak aşka, ruhsal varlıklara, Aborijin katliamına, cinayetlere, zehirlemelere tanık oluyoruz. Roman, Ruby’nin, kendisi gibi hiçlenmiş biri olan İrlandalı Jack ile ilişkisine, kendisini gözetleyen ruhla etkileşimine tanık oluyoruz. Bir katliam ve aşk romanı da diyebiliriz buna. Romanın konusunun geçtiği 1880’lerde, bu tip katliamlar oluyor- du. Garip şeyler de oluyordu. Bunlardan bir örnek verirsek, mesela 1883’te Queensland Körfezi’nden geçen, Emily Caroline Creaghe adlı genç bir İngiliz göçmen, tuttuğu günlükte Jack Watson’a ait Lorne Hills istasyonunda kaldığını ayrıntılı olarak anlatıyor. Anlatının bir yerinde, 40 civarında Aborijin kulağının, çiftliğin duvarlarına çivilendiğinden söz ediyor.

Anlatıyı, merakın yoğunlaşıp harlandığı bilinmez sonuca başarıyla taşıyan bu roman, doğanın ve kuşun şarkısındaki yaşam sevincini, bu sevince güveni esas alıyor. Travmalı, karmaşık ve yalın duyguları, sömürgeci dünyanın vazgeçilmez zamansal gerçekliğini, hiç acele etmeden, betimlenmiş yakıcı zaman zerrecikleriyle serimliyor. Anlam değişiyor, derinleşiyor. Aborijin tarihini fısıldayan ve mavi kıvılcımlarla vahşete karşı alazlanan kamp ateşinin sonsuza dek süreceğini umar gibi oluyoruz. Bana kalırsa bu iyi bir edebiyat. Bu edebiyatta özgürlük veriliyorsa değil, bir engel yıkıcı olarak ve özden doğarak geliyorsa özgürlüktür.

2017’de Ali’nin dünya çapında tanınmasına yol açan bir olay oldu. Ali, Ruby Moonlight (Yakut Ay Işığı) romanı ile dünyanın önemli ödüllerinden birisi olan Windham-Campbell Edebiyat ödülünü kazandı. 215 bin dolar tutarındaki ödül kendisine duyurulduğunda, bir karavanda yaşıyordu ve banka hesabında 47 doları vardı.

SHANE MALONEY

Shane Maloney (1953) ile arkadaşız. Benden 5 yaş küçüktür. Ben, eski bir Malakan köyü olan Zavot çocuğuyum. O, Melbourne çocuğudur. Maloney ile tanışmamıza, 1993’te Melbourne-Brunswick müzik festivalinde yaptığım konuşma vesile oldu. Daha sonra yaşadığım eve geldi. Ben de onun evine gittim. Victoria Parlamentosu’nun Queen’s Hall bölümünde düzenlediğim bir resim sergimin de açılış konuşmasını yaptı. Maloney ile biraz ortak bir politik geçmişe, özellikle Mao ile onun önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Dev rimi’nden etkilenme noktasında benzer bir geçmişe sahibiz. Dalgacılık, hiciv ve mizahi mizaçlarımız da benzer birbirine.

Maloney, yazma serüvenine, makalelerle başladı ve bunu, konuları Melbourne’de geçen, önemli politik hiciv, suç kurgu romanlarıyla sürdürdü. Kendisi, Mel bourne’ün Brunswick ve Coburg bölgelerindeki farklı dil ve kültürlerin içinde yaşadı ve onların dünyasını hayranlık verecek bir hassasiyetle özümledi. Maloney’in edebî çabası, egemen politikanın ve yaşamın kritik noktalarını yakalayan ince, mizahi bir zekâya sahip olduğunu; Melbourne’ün tarihini, politik ve sosyal kültürünü, çok yönlü yaşamını ayrıntılarıyla bildiğini ve bu avantajını canlı bir dille romanda ustaca kullandığını gösterdi.

Maloney, en çok, Victoria eyalet siyasetinin, İşçi Partisi (ALP) özelinde, iç dünyasını açığa çıkaran altı politik hiciv veya suç kurgu romanıyla ünlendi. Bu bana, sistemin çürümüş doğasını açığa vurması bakımından, Frank Hardy’nin Power Without Glory adlı romanını ve o romanla ünlenişini anımsatır. Maloney’i ünlendiren altı politik hiciv romanının ilki Stiff’dir. Stiff, İşçi Partisi’nin ülke çapında ve Victoria’da iktidarda olduğu 1980’lerin sonlarını konu alır. Ona, Melbourne’nin ’80’lerdeki görünmeyen karanlık, gizemli ruhu da diyebilirim. Roman, merkez kahraman durumunda olan, İşçi Partisi görevlisi Murray Whelan çevresinde dönen dolapları, etnik güçlerin ilişkilerini anlatıyor. Romana ikinci planda kahramanlar olarak Türkler de giriyor. Bunların içinde, romanı meşgul eden ve okurun da dikkat merkezine yerleşen birisi var ama bu, romanda canlı olarak değil, vasıfsız göçmen işçiler çalıştıran ve yüksek bir ciroya sahip olan Coolaroo’daki bir et fabrikasının büyük dondurucusunda donmuş bir işçi olarak yer alıyor. Roman, bu donmuş ölünün yarattığı atmosfer içinde, Whelan’ın, ölüm nedenini ortaya çıkarma çaba ve ilişkileriyle güç topluyor.Nükte ve mizahla nakışlanmış, ilginç ve devingen bir kent yaşamı. İlmik ilmik dokunan, canlı karakterlerin yer aldığı sıkı bir olay örgüsü. Argonun, züppe veya bitirim aksanının, komik, çatlak bir tarzda yer yer renklendirdiği bir ocker* dili. İşçi partisi yöneticilerinin, sarı sendikaların ve büyük şirketlerin yolsuzlukları, ayak oyunları. Siyasi ortamın, et paketleme tesisinin, etnik gerilimlerin (Türk-Kürt) sahiciliği… Ciddi, düşündürücü şeylerin ti’ye alınışı. Çeşitlilik, gizem, uyuşturucu iklimi…
* Ocker: (argo) Kültürsüz Avusturalyalı.

Türk temizlikçi Memo gibi sıradan bir karakterin, Red karakteri gibi tipik çizilişi, Maloney’in Türkleri iyi tanıdığını ya da sezgi ve gözlem yeteneğini ele veriyor.
Maloney’in Stiff (Sert) romanı, egemen sınıfların sah- tekâr olduğunu, halkın da çizilen sınırlar ve irili ufaklı sahtekârlıklar içinde kendi küçük ve de komik dünyasıy- la var olmaya çalıştığını anlatıyor bize.
Shane Maloney, eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır, yani özgün bir adam. İrlandalı yazarlara has bir teşbih ustalığı, metaforculuk, kalıp kırıcılık özelliklerine sahip. İnsana, sadece kendi gözleriyle değil, kendi iç evreninde birbirlerine madik atan kahramanların da gözleriyle bakan bir adam. Aldığı roman ödülü de ünlü isyancı Ned Kelly’nin adına konulan bir ödüldür. Şimdi onun beni nasıl anlattığına bakalım. Maloney’in ekteki yazısı, Avustralya’nın Cumhuriyet gazetesi diyebileceğim The Age’de, 1993’de yayınlandı.

Kitabın sonunda Shane Mloney’in Avusturalyanın tanınmış gazetelerinden birisinde Muzaffer oruçoğlu ile ilgili yazdığı yazıyı okuyoruz.

KANGURULARIN OTLADIĞI YERLERDE YAŞAMAK SHANE MALONEY

Yazar, şair ve ressam Muzaffer Oruçoğlu, cezaevinden bir kitap çuvalı içinde kaçırılmak istenmişti. SHANE MALONEY kendisiyle yeni hayatıyla ilgili görüştü. Yirmi beş senedir, Türkler ve Kürtler Coolarroo ve Broad- meadows’a göçmüşlerdir. İlkin, büyük Ford fabrikasında çalıştılar, sonra, kendi evlerini inşa ettiler ve isyankâr çocuklarının Avustralyalı oluşunu şaşkınlıkla seyrettiler.
Onların hayattaki yolculukları, yazar, ressam ve on üç sene ağır koşullarda hapis yatan, siyasi tutuklu Muzaffer Oruçoğlu’nun yüreğine yakındır.

Coolaroo, 1986 yılında Ege Denizi’nde bir tekne ile başlayan, Atina, Köln, Antwerp ve Paris’den geçen bir yolculuğun son durağıdır. Onun edebî sürgündeki yeri, birbirine benzer, yeni inşa edilmiş, tuğla evlerin bulunduğu, Melbourne’nin en kuzey ucundaki mahallenin son sokağında bulunan evlerden birisidir. Çağdaşlarının çoğunun gözünde, Muzaffer bir hapishaneden çıkıp, bir başkasına girmiştir. Fakat bu tesadüfi bir yerleşim noktası değildir. Çünkü burada, Coolaroo’da, Oruçoğlu’nun hapishane yıllarındaki yazdığı eserlerden beslenen insanlar yaşamaktadır. “Burası bir Türk köyüdür,” diyor. “Burada Muzaffer isimli bir adam yabancılar arasında değildir.”

149

46 yaşındaki Oruçoğlu için, yurttaşlarının göçü, destansı boyutlara ulaşan, rüyaların, korkuların ve muhteşem maceraların bulunduğu, köy geleneklerinden, modernliğin yıkıcılığına doğru giden, mitolojik bir yolculuktur.

En nihayetinde, yazabilme özgürlüğünü elde etmiş olsa bile, Oruçoğlu bu özgürlüğünü yalnızca sürgünde, asıl okur kitlesinden uzak bir yerde kullanabilmektedir. Bütün insanlar gibi, sürgündeki yazarlar da geçimlerini bir şekilde sağlamaları gerekiyor. Oruçoğlu da zaten Türklerin, Avustralya’ya özgü olan şeylere, keselilere ve Aborijinlere karşı duydukları merakın gayet farkın- da. Bu yüzden, her sabah, komşuları imalat fabrikalarına, kebap dükkânlarına veya taksi duraklarına işbaşı yapmak için yola koyulurken, Muzaffer Oruçoğlu, evinin güvercin-mavisi halısına oturup, hayal gücünün özgürce yeni yapılmış evlerin, ağaçların dolmasını bekleyen boş arsaların, fabrikaların üzerinden; kanguruların otladığı yerlere doğru uçmasına izin veriyor.

Kangurular adlı yeni bir roman üzerinde çalışıyor ve kanguru kolonisini de Türk kabilesine benzetiyor. Büyük yaşlı erkek, kabiliyetlerinin farkında, esen rüzgârı ciğerlerine çekiyor. Uzakta bir çayır görüyor ve tepeleniyor. Dişi kangurular, her an bir başka yere kaçmaya hazır olabilmek için, keselerinin içine yavrularını koyuyorlar. Oruçoğlu Türk insanlarının daha çok Cennetkuşları gibi davrandıklarını söylüyor. Özgürlüğü yaşarken bile, eski alışkanlıkların yitip gitmesi zor olabiliyor. Oruçoğlu’nun masasındaki daktilo henüz kullanılmamış bir vaziyette. Sobanın önünde bağdaş kurarak oturuyor ve yazmaya başlıyor. El yazısı, tıpkı basılmış bir kâğıttaki yazı gibi temiz ve düzgün. Avustralyalı hanımı Reyhan’ın isteği üzerine, yatak odasından hatıra eşyalarının bazılarını getiriyor. Şu an Türkiye’de 4. baskısında olan otobiyografik romanı Tohum’un, bir sigara paketine sığabilecek biçimindeki orijinal yazılımını bana gösteriyor. Bir tane de atleti var. Siyasi tutuklulara tek tip el- biselerin zorla giydirilmesine karşı çıkmış, “ne halin varsa gör” cevabını almış ve cezaevinde on sekiz ay boyunca bana gösterdiği, yamalı, yıpranmış don ve atletle cezaevi yönetimine karşı direnmiş.

“Kışın soğuk olmaz mıydı, hiç üşümedin mi, nasıl o halde kışın dayanabildin?” diye sordum. Beni yanlış anlamış olacak ki, şömineyi göstererek, “bu ağacın odunu çok güzel ısıtıyor,” dedi. Bir sanatçının hayatı, genellikle en iyi dönemlerinde tehlikeli bir işe dönüşebilir, fakat dünyanın bazı bölgelerinde bu tehlike çok ciddi boyutlara ulaşmaya devam etmektedir. Daha henüz bu ayın başlarında, bir grup yazar, şair ve yayıncı, bir edebî yarenlik için Sivas’ta toplandıklarında, dinî fanatik bir çete, o aydınların bulunduğu oteli basıp, 36 insanı yaktılar. Bunlarla kıyaslama yapacak olursak, Muzaffer Oruçoğlu, biraz ucuz kurtulmuş. Demirci adlı şiir kitabı 1978’de basıldığında, Türk yargısına destek olan bilirkişiler, Oruçoğlu’nun yedi sene hapisle cezalandırılmasını talep ettiler. Talepleri iki şeye dayanıyordu; ilki, şiirlerin titiz bir incelemesine; ikincisi ise şiirlerin hapishanede ve de askerî hükümete karşı gelmiş bir siyasinin yazmış olmasına. “Kullandığım sembolizme özellikle dikkat ettiler. Dahası, Türk cezaevlerinde destansı şiirler yazmak yasaktır.” “O zaman, hak ettiğin bir cezaydı, öyle mi?” diye sordum. “İlk yedi sene geçtikten sonra, fena değildi,” dedi. Oruçoğlu şimdi özgür ama yine de Türkiye’nin son yıllarda liberalleşmesine rağmen, Türkiye’ye dönme yasağı henüz kaldırılmış değil ve yazdığı denemeler, şiirler, romanlar, hâlâ yetkililer tarafından kınanmaktadır. Daha geçen ay, Ankara polisi Oruçoğlu’nun kitaplarını basan bir yayınevini bastı ve en son yazdığı Newroz romanının elyazmalarına el koydu. Bu olayı bana, şu sözlerle anlattı, “yeni kitabım geçenlerde tutuklandı.” Tutuklanan, kendisi de olabilirdi.

İngilizcesindeki yetersizlik ve okuyucularının dünyanın öbür ucunda yaşıyor olmaları, Oruçoğlu’nun Avustralya kültürel hayatına ara sıra katılmasına mâni olmuyor. Bu yılın başlarında, arkadaşları tarafından, ilerici aydınların düzenlediği bir kültürel geceye davet edildi. Bu gece için bir konuşma hazırladı ve gitti. Rod Quantock geceyi yönetiyordu, Joan Kirner 1940’larda- ki, Ascot Vale’deki sevişmeleri anlatıyordu ve Martin Flanagan, Glenrowan yakınlarında bir vukuatı anlatıyordu. Birisi bir keman çaldı, bir şapka elden ele dolaştı. Ve ilerici aydınlar tam da beşinci kadehlerini tokuştururken, Muzaffer konuşmak için sahneye çıktı. Kendisini tanıttı ve düzgün bir Türkçeyle, Avustralya hakkındaki izlenimlerini dinleyicilere anlatmaya başladı. Bir şey, bir şey, dedi, “Ned Kelly.” Bu isim, dinleyi- cilerin ilgisini çekti, daha dikkatli dinlemeye başladılar. Bir şey, bir şey söylüyordu, “Margaret Preston.” Bir şey, başka bir şey, “Gough Whitlam.” Her ne söylüyorduysa, doğru düğmelere basıyordu. Büyük bir alkış aldı. Belki de, en dikkatli dinleyiciler, siyah direnişin ilk liderlerinden Pemulway’ın isminin, ilk okunduğunu fark etmişlerdir. Oruçoğlu’na göre bir yurdun özü, o yurdun kahramanları ve isyancılarıdır ve bunu temel alaraknyerine getirmek istediği en zor şeylerden bir tanesi de,  Aboriciniler ile Avustralyalı Türkler arasında bir bağ kurmaktır. Aslında iki toplum arasında somut bir bağ zaten vardır. Melbourne’li Kürtler geleneksel yeni yıl kutlamalarını yapmak için bir araya geldiklerinde, Aborijin sanatçı Ruby Roach performansçılar arasında yerini aldı.

Edebî anlamda, Türk ile Avustralya toplumu arasında bir bağ kurmak oldukça zordur. Türkçe dilinde yayınlanan pek az Avustralyalı yazar var. Belki de, sadece Patrick White var. Türk toplumu içinde yer alan bazı çevreler, Frank Hardy’nin ismini duymuşlardır. Bu, Hardy’nin, komünist şair Nâzım Hikmet ile olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde, Avustralya’da, daha önceleri Yaşar Kemal ve son zamanlarda daha çok Orhan Pamuk’un yazdıkları okunmakta- dır. Belki bu durumu düzeltmek istediklerinden dolayı, Edebiyat Kurulu Oruçoğlu’nun Avustralya romanının taslağını finans etmeyi kabul etti. Fakat olası okuyucu- larının, olaylara Coolaroo’daki perdelerin arasından bakıp bakamayacağını, söz değil kılıç tayin edecektir. Türk Devletinin, Kürt azınlığıyla olan savaşı durmaksızın devam etmektedir ve Oruçoğlu da, bütün Türk erkekleri gibi askere gitmek zorundadır. Bu yüzden, eğer anavatanına geri dönerse ya hapse, ya da öykülerini yazdığı insanlara karşı savaşa katılmak zorunda kalacaktır. “Burada, ben sadece bir sanatçıyım. Orada, aynı zamanda, bir asker olmam gerekecektir.” Ve elyazmalarını bir yana bıraktıktan sonra, şömineye bir kaç odun daha attı.

The Age. 1993 – Melbourne
Çeviren: İlksen Aydoğmuş

Oruçoğlu ’yarattığı kendine has yazı ustası olduğunu biliyoruz.. Kendisi de dilin ne kadar önemli olduğunu bir çok söyleşisinde dile getirmiştir: “Dil bir sanat yapıtını oluşturan tek öğedir. Elbette birçok yazar için dil her şeydir, birçok yazar kendine özgü bir dil, bir biçem kurar; her “sıkı” yazarın olmazsa olmazıdır bu. . Ancak Oruçoğlu’nu farklı kılan şey, düzyazıda romanda yarattığı dili onun okuyucuları hemen farketmeleridir. Farklı bir macredayazdığı bir denemesini okuduğunuzda ikirciksiz bir şekilde bu Oruçoğlu’nun ele aldığı bir denemedir. Diyebiliyorsunuz.

Avusturalya Edebiyatından Portreler kitabını Oruçoğlu ”Kitabın sonuna geldim. Avustralya edebiyatının son 25 yılını anlatmayacağım. Yoksul ülkeleri, denizaşırı şirketlerin ve onların vasal ordularının demir ökçesi altında ezen, sömüren imparatorlukların en güçlüsüne, Büyük Britanya İmparatorluğu’na ve onun kültürüne karşı kendi bağımsız kişiliğini oluşturmaya çalışan bir edebiyatın önemli simalarından bazılarını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Son 25 yılın edebiyatına 74 yaşımın verdiği yorgunluk ve zihin barlanmasıyla girmek istemiyorum. Oldukça genç, oldukça yeni, karmaşık ve delişmen bir edebiyattır ki buna binam el vermiyor.”

Diye sonlandırıyor.Oysa biz biliyoruz ki Oruçoğlu kıtayı ve oradaki yaşamı anlatan. 5 tane roman On’larca Resim ve heykel yapmıştır. Ancak mütevazi ve dervişliğini burada da sürdürüyor. Yazar arkadaşı Shane Maloney’in kendisi için bir Avusturalya gazetesinde yazdığı kısa bir yazıyı romana eklemiştir.

Biz iyisi mi Pandemi öncesi Oruçoğlu’nun kendisinin de katıldığı Selanik’te ‘Dünya Benim Evim Resim sergisi sonrası yazar arkadaşı Ragıp Dura’ın ‘Selanik’te Bir Derviş’makalesinden bir pasaj buraya alarak yazıyı sonlandıralım..

Sonra sergi açılış konuşmaları şahane idi. Yorgo Giannopoulos, Lascaux mağarası örneğinden yola çıkıp insanlık tarihinden birkaç kesit anlatırken, burjuvazi ile emekten yana olanların sanat alanındaki kavgalarından söz etti. Bizim Derviş ressam da, mağara leitmotifini sürdürürken kaçak yıllarında hakiki mağaralarda geçen günlerini, sonra atölyesinin ne tür bir mağara olduğunu anlattı.

Derviş ressam, Yazarlar ve Eserleri başlıklı seri çalışmasında Kazancakis’i getirmişti bir de Albert Camus’ya rastladım bir tabloda. Madenciler vardı, emekçiler vardı diğer soyut/somut resimlerde.
Aslında, 13 yıl hapislikten sonra askerliğe alınmış. Bu da fazla gelmiş arkadaşa ki, kıvrılıp kayıvermiş Türkiye’den Yunanistan’a. Bundan 33 yıl önce. Başın sıkışınca komşuna kaçarsın ya… Bu sefer artık sığınma söz konusu değil çünkü bizim derviş Avustralya yurttaşı olmuş çoktan.

Viyana ve Paris’e doğru yola çıktı. “Orada da arkadaşlar var, bir de sergi…” dedi Muzaffer Oruçoğlu.”
Sancı yayınları Oruçoğlu’nun 155 sayfaya varan Avusturalya edebiyatından Portreler kitabıyla bizi kıtanın yüz yıllarca öncesinden günümüze kadar büyük, doyumsuz bir yolculuğa çıkarmış. Okuyucu Klasik sömürgecilik döneminden modern döneme varan buruk bir ve uzun bir yolculuk içerisindedir…

Bizleri böyle bir eserle buluşturduğu için öncelikle Sancı Yayınlarına teşekkür ediyoruz.

Cihan Erdoğan 

 

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.