İNCELEME
Sinemanın sesleri ve renkleri işleyerek beyaz perdeye yansıtması; anlatı biçimlerinin, zamanın ve mekânın yeniden kurgulanmasını ve farklı boyutlarda gelişmesini sağlamıştır. Bu süreç, sinemanın yalnızca bir görselleştirme aracı olmaktan çıkarak, düşünce ve estetik alanlarında yeni ifade biçimlerine ulaşmasına zemin hazırlamıştır. Öyle ki, sinemanın estetik arayışları, kimi zaman teknolojiyi peşinden sürüklemiş; sanatla bilimin etkileşimi içinde sinema, hem anlatım olanaklarını genişletmiş hem de izleyiciyle kurduğu ilişkiyi derinleştirmiştir. Seyirci kitlesi olarak başlangıçta belli bir sınıfa hitap eden ve lüks bir eğlence aracı olarak kabul edilen sinema, zamanla toplumun tüm kesimlerine nüfûz ederek kitlesel bir kültür unsuruna evrilmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada sinema, bir sanat formu ya da eğlence türünün ötesinde; insanın dünyayı algılama, anlamlandırma ve ifade etme biçimlerinden biri hâline geldiği gibi aynı zamanda görüntünün dili, yaşamın içindeki olguları yansıtan ve dönüştüren bir araç da olmuştur. Böylece sinema, modern dünyada bireysel kimlikten toplumsal hafızaya kadar uzanan geniş bir etki alanı yaratmıştır. Modernitenin en güçlü araçlarından biri olan sinema, estetik bir ifade biçiminin yanında tarihsel, sosyolojik ve felsefik bir söylem rejimidir. Tarihsel gerçekliği görselleştiren, kolektif hafızayı şekillendiren ve ideolojileri meşrulaştıran sinema bir tarih anlatıcısı olmakla birlikte bir kurucu tarih işlevine de sahiptir. Tarihsel hadiseleri temsil eden sinema, mimesis ve diegesis anlatılar arasında gerilim yaratan bir sanat dalıdır. Söz konusu aksiyon ise tarihsel gerçekliğin sinemada ne kadar korunabileceği ya da dönüştürebileceği ile ilgilidir. Çünkü sinemada tarih anlatımı estetik ve retorik çözümlemelerin yanısıra ideolojik ve yöntemsel tercihlerle ortaya konulan bir kurgudur. Sinema bu yönüyle tarihsel olguları yalnızca aktarmakla kalmaz; onları görsel ontolojiye taşır ve duyumsal deneyime dönüştürerek yeniden sunar.
Sinemanın tarihle ilişkisi bir tek temsille sınırlı değildir. Bireysel ve kolektif belleğin oluşmasında ve inşâsında kritik bir rol oynayan sinema, geçmişi görselleştirdiği kadar, tarihi tekrar hissedilebilir ve yaşanabilir kılar. Öznenin dünyaya dair konumunu belirleyen anlatılar üreten sinema, tarihsel olayları görselleştirirken az önce söylediğim gibi, ideolojik tercihi ön plana koyarak hegemonik sınıfların iktidarlarını meşrulaştıran anlatılar da ortaya koyar. Dolayısıyla sinema öznenin konumlanışında çoğunlukla hegemonyayı doğallaştırır ve sorgulanamaz hâle getirir. Bireysel ve toplumsal bellek oluşumunu bu şekilde yönlendirir. Tarihsel anlatılarda zamanın imgesi olan sinema; flashback, non-lineer kurgu ve anakronizm gibi anlatı teknikleriyle zamanı içselleştirir ve anlam katmanlarına dönüştürür. Bilhassa travmatik olayları konu edinen filmler; Holokost, askeri darbe ve soykırım filmleri zamanın doğrusal yapısına müdahale eden sinema eserleridir. Böyle düşünüldüğünde sinema, bastırılmış veya ifade edilmesine izin verilmemiş tarihsel deneyimleri gün yüzüne çıkarır.
Sadece zamanı değil, tarihin kendisini de yeniden yapılandıran sinema, nesnel ve gerçek bilgileri tarihin karanlığından aydınlığa çıkararak duygular, anlamlar, imgeler ve anlatılar aracılığıyla tarihi yeniden ele alır. Robert A.Rosenstone tarafından ortaya atılan “Sinematik histografi” kavramı, sinemanın tarihi yeniden ele alışını anlatan önemli bir mefhumdur. Bu kavram etrafında tarihçilerin bilinçli veya farkında olmadan gözardı ettikleri insan deneyimleri ve görsel hafıza, “sinematik histografi”nin merkezine taşınır. Belirtilen kavramla oluşturulan kurmaca filmler, tarihsel olguları duygusal ve estetik düzeyde yeniden yorumlar. Sinema tarih ile kurduğu ilişki sayesinde sadece geçmişin anlatıcısı olmayıp, geleceğin belleğini hazırlayan bir sanat anlayışıdır.
Tarihsel olaylara kolektif anlam katan sinema mânâsı itibariyle geçmiş ve gelecek arasında bir ideolojik aygıttır. Tarihsel bilgileri yeniden kuran ve sorgulatan sinema çok katmanlı bir kültürel epistemolojidir. Sinemayla, tarih arşivden çıkarak perdede, montajda ve kadrajda artık sadece yazılmayan aynı zamanda görülen, duyulan ve deneyimlenen bir anlatı olur. Sinematografın hayatımıza girmesiyle birlikte, tarih yazımı yeni ve güçlü bir kaynakla tanışmıştır. Geleneksel tarih yazımında başvurulan yazılı belgeler, arşiv kayıtları ve sözlü anlatılar uzun süre tarihçilerin temel referans noktası olmuş ve bu kaynaklar dışında kalan anlatılar çoğu zaman dışlanmıştır. Ancak sinematograf, zamanın akışını görselleştirme yeteneği sayesinde, geçmişi yalnızca yazılı metinlerle değil, imgelerle de aktarma imkânı sunarak tarih disiplininde yeni bir çağın kapısını aralamıştır. Başlangıçta görsel anlatının gücüne mesafeli duran tarihçiler, sinemanın yeni bir devri başlatmasını ve toplumsal hafıza üzerindeki etkisini artık göz ardı edemiyorlar. Bugün, gerek yakın geçmişin kayıt altına alınmasında gerekse geleceğin tarihsel zeminini oluşturmada sinema, vazgeçilmez bir araç olarak kullanılıyor. Bununla birlikte, sinema her ne kadar güçlü bir tarihsel temsil şekli önerse de beraberinde tartışmaya açık pek çok sorunsalı da gündeme getiriyor. Zira tarihsel filmler yalnızca olgulara değil, senaristin duygularına, düşüncelerine ve ideolojik eğilimlerine de dayanır. Mevcut durum ise tarihsel gerçeklikle sanatsal kurgu arasındaki çizgiyi belirsizleştirir. Fakat, senaristin öznel yorumlarıyla içerikleşen tarih anlatıları, özellikle teknolojik gelişmeler sayesinde daha etkileyici, yaygın ve ikna edici olmuştur.
Bilim ve teknolojinin gelişmesi ve dijital kültürün yaygınlaşması, sinemacılar ile tarih arasındaki etkileşimi daha da derinleştirmiştir. Geldiğimiz noktada modern toplum, geçmişi anlamak ve deneyimlemek için artık kitaplardan ziyâde tarihi sinema eserlerine başvuruyor. Günümüz insanı, sinemanın ilettiği görsel hafızayla birlikte geçmişle bağ kurarken, benzer şekilde sinemanın tarihsel meselelerle daha yoğun bir şekilde ilgilenmesini de teşvik ediyor. Bu nedenle, sinemanın gelişimi sadece teknik yeniliklerle değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel dönüşümlerle de yakından ilintilidir. Teknolojinin ilerlemesine bağlı olan ama teknik bir icadın milâdıyla sınırlı olmayan sinemanın doğuşu yeni bir toplumsal yapının, düşünme biçiminin ve algı dünyasının habercisidir. Örneğin, Sanayi Devrimi’nin doğurduğu yeni yaşam tarzı, bireyleri kitle toplumuna dönüştürmüş; üretim ve tüketim süreçlerindeki değişim ise, insanların algı biçimlerini metalaştırmıştır. Bu sebeple sinemayı burada sadece bir anlatı aracı yorumlayamayız, bireyi pasif bir tüketiciye dönüştüren bir kitle iletişim aygıtı olarak değerlendirmeliyiz.
Mevcut durumda görsel kültürün etkisiyle yapılanan yeni dünya, bireyin gerçeklikle kurduğu ilişkiyi sinema aracılığıyla yeniden var ediyor. 20. yüzyılın ortalarına doğru, hızla gelişen endüstri ve teknolojiyle birlikte büyüyen kitleler, yeni bir varoluş biçiminin doğmasına zemin hazırlamıştır. Sinema, bu oluşum sürecinde, hakikatin ve kurmacanın iç içe geçtiği bir görsel mozaik hâline gelmiş; bireyin kendini, geçmişini ve toplumsal kimliğini yeniden keşfetmesine olanak tanımıştır. Sinematograf bundan sonra sadece bir kayıt cihazı değil, aynı zamanda bir hafıza mekânıdır. Geçmişle bağ kurma, hatırlama ve kültürel sürekliliği sağlama noktasında sinema, yaşayan bir tarih bilincine evrilmiştir.
Sinema, zamanın ruhundan ve geçmişin bağlamından kopmadan, olayları anlamaya yönelik bir imkân sunarken bir yandan da sosyal yapının bir bileşeni olmuştur. Günümüzde hem bir sanat dalı hem de devasa bir kültür endüstrisi olan sinema, tarihle ve sosyal dokuyla organik bir bağ içerisindedir. İlgili bağ, sinemanın sürekli olarak tarih duygusunu hatırlatma, yorumlama ve yeniden kurma çabasında kendini gösterir. Sinema, geçmişi günümüzle buluşturarak dünü gözlemleme ve yeniden deneyimleme açısından önemli bir olanak sağlar. Bunun yanısıra sinemanın otantik coğrafyaları, farklı kültürleri ve zihniyet yapılarını görünür kılma kapasitesi, onu yalnızca sanatsal değil, tarihsel ve kültürel bir temsil biçimi seviyesine getirmiştir. Kameraların yaygınlaşması ve görsel arşivlerin çoğalması, sinemayı tarihin ve tarihin bir parçası olan kültürün ihtiyaç duyduğu bir belgeleme aracı haline getirirken; tarih de sinemanın anlatı dağarcığına girerek kendini sürekli yenileyen bir forma bürünmüştür. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren yaşanmış sosyal, kültürel, ideolojik ve politik çalkantılar, tarih konusunu sinemanın ana gündemlerinden biri hâline getirmiştir. Bu dönemde tarihsel olaylar, yalnızca belgesel tarzında değil, dramatize edilmiş kurgu filmler aracılığıyla da anlatılmaya başlanmıştır. Ana akım sinema, sosyal, kültürel, ideolojik ve politik çözümlemeler ve toplumsal eleştiriler için alternatif bir kaynak olmuş; böylece tarih, statik bir anlatı olmaktan çıkarak dinamik bir yapıya kavuşmuştur.
Bu gelişmeler, sinema ve tarih ilişkisini gerek teorik gerek pratik düzeyde incelemeyi zorunlu kılmaya devam ediyor. Sinema ve tarih disiplinin çok boyutlu yapısını anlamak, tarihsel bağlam içindeki konumunu kavramak büyük önem taşır. Sinema, teknolojik, sosyolojik,kültürel, ideolojik, politik ve ekonomik unsurların etkileşim içinde olduğu karmaşık bir sistemdir. Görsel dili ve dramatik yapısı sayesinde sinema, tarih anlatımında çok katmanlı bir derinlik sunar. Sinema, özellikle tarih yazımında, insanı içine çeken anlatımıyla klasik tarih metinlerinden farklı bir etkileyicilik sergiler. Örneğin, İstanbul’un Fethi’ni konu alan filmler, yalnızca bir olayın anlatımı değil; aynı zamanda tarih, kültür ve kimlik üzerine yapılan sinemasal bir yorumdur. Bu tür filmler aracılığıyla seyirci; Bizans’ın sonu, Fatih’in idealleri, savaşın şiddeti ve inançlar arası mücadele gibi birçok tarihsel katmanı eşzamanlı olarak deneyimleme imkânı bulur. Tarihî filmler yalnızca olayları aktarmakla kalmaz; tarihsel algıyı yönlendirme gücüne de sahiptir. Bu da sinemacı ile tarihçi arasındaki diyaloğun ve gerginliğin merkezini oluşturur. Zira pek çok tarihçi, tarihî filmlerin olgusal gerçeklikten uzaklaştığını, romantizme kayarak tarihsel hakikati çarpıttığını iddia eder. Buna karşılık sinemacılar ise tarihin yalnızca akademik çevrelerin tekelinde olmadığını, toplumun farklı kesimlerinin de tarih anlatımına katkı sunabileceğini savunur. O nedenle tarihsel filmlerin doğruluk ve temsil arasında kurduğu denge, hâlâ tartışma konusudur. Yine de sinemanın tarihsel konuları beyaz perdeye taşıması, toplumsal tarih bilincini canlandırmak açısından büyük bir etkiye sahiptir.
Dijital teknolojilerin gelişmesiyle birlikte tarihî kaynaklara ulaşmak kolaylaşmışken, tarih yazımının yalnızca belgeye dayalı bir kurgulanma süreci olmadığı fikri, belirtilen etkinin yarattığı tesirle birlikte daha çok kabul görüyor. Bu anlayış, tarih yazımında sinemaya alan açarken, sinemacılara da tarihsel anlatı yaratımında meşruiyet kazandırıyor.Öyle ki, bugün tarih sırf yazanların değil, görselleştirenlerin de ortak üretim alanına dönüşmüştür. Sinema sayesinde tarihe bireysel ve toplumsal düzeyde dokunmak, onu bugünün bir parçası yapmak her geçen gün daha fazla değer buluyor. Sinema, bahsi geçen değer sayesinde tarihi, bireyin empati kurabileceği ve içselleştirebileceği bir anlatı biçimine dönüştürerek; onu yalnızca okunacak bir bilgi değil, yaşanacak bir deneyim yapmaya devam ediyor. Süregelen başkalaşımla birlikte, tarih ile toplum arasındaki mesafeyi azaltan sinema; geçmişi bugünün aynasında yeniden görmemize katkıda bulunuyor.
Sinema, tarih ile kurduğu diyalektiği içinde barındıran; onu yansıtan ve şimdiki zamanın içinde yeniden tesis eden epistemik bir pratiktir. Tarihsel gerçekliğin ontolojik kırılmalarını görselleştirerek, temsiliyetin sınırlarını zorlayan sinema; mimesis ve diegesis arasındaki gerilimi sürekli olarak yeniden kurgular. Sinema, kolektif belleğin hem mekânsal hem de zamansal örüntülerini dokuyan bir zaman-mekân üreticisi olmanın yanında, modernitenin şeffaflığında tarihsel olgunun deneyimsel bir fenomen hâline gelmesinde ciddi bir rol oynar. Sinema sanatı bu hususta, tarihi; geçmişin statik bir izdüşümü olmaktan çıkararak onu anlamlar ve duygular ağı olarak yeniden üretir, yorumlar ve toplumsal tahayyülün dönüşümünde etkin bir aktör yapar. Süreç sırasında sinema, kültürel epistemolojinin kesişim noktasında yer alarak, iktidar ilişkilerinin ve hegemonik söylemlerin mekânı işlevini görür. Sinema bu alternatif yönleriyle tarihsel anlatının araçsallaşmasına ve öznenin konumlanışını belirleyen ideolojik yapıların görünür kılınmasına kadar oluşan her şeyin sorgulanmasına fırsat tanır. Ancak, tetkik edilenler, sinemanın kendi estetik-politik pratikleri içerisinde; öznel yorumun ve teknolojik müdahalelerin katmanları arasında karmaşık bir sınırda var olurlar. Üstelik, algılanan muğlaklıklar sinemaya, tarihsel gerçeğin yansımasından ziyâde, çoklu ve çoğulcu yeniden tasarım imkânları sunar. Sinema pluralist olan bu niteliğiyle, tarihsel gerçekliğin epistemolojik sınırlarını genişleten ve onun ontolojik dönüşümünü deneyimsel düzeye taşıyan bir kültürel dizayndır.
Sanatsal yaratıcılıkla, toplumsal belleğin yenilenen oluşumunu birbirine bağlayan sinema, bireysel algı ile kolektif hafıza arasındaki boşlukları doldurur ve tarih ile güncelin sürekli müzakeresine aracılık eder. Sahip olduğu mahiyetleriyle sinema, modern dünyanın tarih algısının bir yandan kurucu diğer yandan sorgulayıcı bir pratiği olarak, zamanın yalnızca bir ölçüsü değil; tarihsel varoluşun kendisi olduğunu gösteren bir sanattır.
Heybet AKDOĞAN
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…