Mustafa Güresti’nin İncelemesiyle: “Toz Bulutu”

Tufan Kara ve Murat Güngör, onlardan ikisi, hayatı satranç tahtası olarak gören, beyazların karşısında her şeyin siyaha boyandığına inanan iki adam. Renkler bu iki adamın sergilediği müthiş özgüvenin ışık kırılmasından..

Mustafa Güresti’nin İncelemesiyle: “Toz Bulutu”
366 views

Tufan Kara ve Murat Güngör, onlardan ikisi, hayatı satranç tahtası olarak gören, beyazların karşısında her şeyin siyaha boyandığına inanan iki adam. Renkler bu iki adamın sergilediği müthiş özgüvenin ışık kırılmasından geçerek bir tayf hattında sanki bir kader hasadında biçilmişler gibi kendilerini siyah ve beyaz olarak kutuplaştırırlar. Bir özgüven ki güvendikleri ayaklarının değil hayallerinin bastığı satranç tahtasıdır.

Tufan Kara en sıkışık kriz anlarında satranç oynar.

Siyah ve beyaz öfkedir. İkiye bölünmektir. Satrancı hayat ile özdeşleştirmek çok risklidir; çünkü gerçekte hayatla oyun oynadığınızın farkına çok geç varırsınız, ama iş işten geçmiştir. Önce satranç tahtasını hayatın kendisi olarak görmekle başlamışsınızdır, orada iyiler kötüleri eninde sonunda bir köşeye sıkıştıracaktır. Öyle sanırsınız. Beyazları giyinmişsinizdir çünkü. Ancak bu tahta bir süre sonra siz farkında olmadan karşınıza oyunun kendisi olarak dikilmeye başlar; taşlar ilerledikçe artık oyun oynadığınız hayatın kendisidir; kendi hayatınız. Ve o andan itibaren hayat kimin beyaz kimin siyah olduğuna bakmaz, bir tarafı ezer geçer. Son hamle bedeninizin değil ruhunuzun son nefesini verdiği zamandır; Tufan Kara’nın da romanda öldüğünü anladığı an bedeninin ölüm saati değildir.

Murat Güngör de bir satranç ustasıdır; soğukkanlıdır; oyunu daha iyi oynar Tufan Kara’dan. Böyle olmasının bir sebebi de Tufan Kara’nın yaralı olmasıdır; çok eski zamanlarda, masum çağlarda alınmış yaralardan. Hamlelerinde aldatıcı bir soğukkanlılık, bastırılmış bir güceniklik, onarılmamış hayal kırıklığının ağırlığı gizlidir. Murat Güngör’e oyunda yenilse de, gerçek yaşamda oynadığı satranç ona hep kazandırmıştır o güne dek. Kazandıkça öfkesini söndürdüğü bir oyun haline gelmiştir iş hayatındaki başarısı. Hep bir hamle, sonra bir hamle daha. Hırsını almak için hayatın yakasına yapışmıştır. Bir süre sonra kimin kimin yakasına yapıştığı belli olmayan bir sürece girilmiştir sona doğru yolu hazırlayan.

Hırsını alamadığı ise umutlarının bahçe bahçe yeşerdiği gençlik çağında delikanlılığının yeni tomurcuklandığı en zayıf anında yakalandığı, eliyle uzanıp ta tutamadığı mesafede yaşadığı ve sonunda avucundan su gibi kayıp giden gençlik aşkıdır.

O tomurcuk delikanlı güçlü bir erkeğin kendisinde vücut bulduğu yetişkin bir adama dönüşene kadar, doğru yapılan işlerin ürünüdür Tufan Kara. Dostlukların kıymetini bilen. Ama ne var ki geldiği noktada baktığında önünde gördüğü ancak görmemek için başını çevirdiği şey ona bakan dipsiz boşluktur; içindeki uçurumdur. Bu noktadan sonra Tufan Kara hatalar yapmaya başlar; bu hatalarına önce ona en çok destek olan dostlarından başlar.

Hayat satranç tahtasından daha fazlasıdır; onu yanınızda dostlarınız olmadan oynamak hayatta bilerek ya da bilmeyerek göze alacağınız en büyük risktir. Dostlarınız ki onlar ne zaman kazanacağınızı ne zaman kaybedeceğinizi size söylerler. Siz ölmeden. Siz oyunda kalasınız diye oyundan ne zaman çekileceğinizi söylerler. Hayat nasıl olsa üzerinize tekrar gelecektir. Ölümün çeşitleri vardır çünkü.

Romanın bu noktasından sonra kahramanımız ortaya çıkar: Kamil Sağlam. Ve sonra problematik aşkı Selin. Bundan öncesinde olay örgüsünün arka koltuğunda seyahat ediyor olan Kamil ve Selin arabanın ön koltuklarına geçerler. Bundan sonra olay örgüsünün direksiyonuna kâh bir Kamil kâh bir Selin yapışacak, direksiyonu birbirlerinin elinden kıyasıya almaya çalışacaklardır. Artık olay örgüsünün yolculuğu dramatik, hatta trajik bir seyir izleyecektir.

Kamil Sağlam’ı romanda TFN Tekstil Firmasının ofisinden içeri girerken görürüz. Sonra ‘durun bir dakika, bu adamı biz dün akşam görmemiş miydik?’ diye hemen sorarsınız kendinize. Evet doğrudur, Kamil Sağlam sanki dün akşam siz bir barda yüksek taburelerde otururken yan yana, lâf açılıp size kendinden söze etmeye başlayan kişiymiş gibi gelir; hayli sempatik, hatta eğlenceli biridir. Kendisini anlatırken iç sesini dış sese çevirmekten çekinmez, sergilediği kişilik haritasının ara sokaklarında gizlediği duygu kökenli zayıflıklarını anlatmaktan keyif aldığı bile söylenebilir; tabii o sokaklara girmeden, sadece geçerken o sokakları parmağıyla işaret ederek yapar bunu. Naiftir. Bu yüzden iç sesi dış sesine karışır çok zaman, ayırt edilmez; sempatik yapan da budur onu.

Kendisini her daim sorgulayan yapısı onu sorgulayan özellikte bir meslek sahibi yapmıştır. Tufan Kara’nın Şirketinde onu ilk defa gördüğünüzde Kamil Sağlam kapıdan finansal danışmanlık şirketinin denetçisi olarak içeri girer. Romanda kendisini çocukluğu ve sonrası yetişme çağlarında “sokakların sessiz çocuğu” olarak tanımlamaktadır. “Tehlikeli sokaklarda dolaşan çocukların arasında büyüdüğünü, ama her seferinde bir çizik almadan karşı kıyılara ulaşmasını bilmiş” olduğunu söyler. Bunu herhalde attığı her adımda sürekli iç sesiyle konuşmasına ve kendisini sorgulamasına borçlu olsa gerektir. Sessizliğin her zaman bir sesi vardır; o iç-sestir; İçerdeki gürültüyü kimse duymaz siz sokaklarda sessiz dolaşırken. İç-ses hep düşünür; zemini eylemsizliktir; sonra birden bazen de şaşırtıcı bir şekilde iç-sesle fazla bastırılan eylemsizlik püskürerek eyleme geçer, romanda bunu görüyor olacağız.

Gençliğinde “sokakların sessiz çocuğu” şimdi finansal denetçi kimliğiyle kozmopolitan bir şehirin iş ve finans merkezlerinin toplandığı yüksek binaların koridorlarında yürüyen ve ara sokaklarında fark edilmeden dolaşan “plazaların sessiz çocuğu” olmuştur. Buralarda olup biteni sessizce izleyip gördüklerini üzerine ‘işte’ diyerek parmağını bastığı noktaları arkalarında enerji biriken bir takım figürlere dönüştürmektedir; bizim kendilerine rakam dediğimiz, müşterilere realite olarak sunulan. Kâmil sessizce realitenin tanıklığını yaparak hayatını kazanan kişidir; ama bu tanıklık içerde başka türlü işlemekte, bu sayede kendi gerçekliğini kendine kanıtlayabilmektedir. Yaptığı işi kendisini buna inandırmak için tanık göstermektedir. Mesleğini icra ederken dışarıdan son derece pekin sağlam yürüyen bir zihin görünürken, içeride son derece problematik, dinginsiz, her an sürprizlere gebe bir zihin örüntüsü yaşam sürmektedir. Ara ara gittiği psikiyatrı onun için bir oyalanma-eğlence izlenimi verse de, onu iç-sesinin uzantısı yaparak zihin örüntüsünün parçası haline getirdiği görülmektedir.

Realitenin tanıklığı eylem değildir, eylemsizliğin zeminidir; bu zeminde durdukça eylemde bulunamazsınız, isterseniz ‘Tarihe tanıklık yaptım’ deyin, netice değişmez. Kamil Sağlam bu zeminde durmaktadır. Çocukluk ve büyüme çağında hep durduğu zemin bu zeminken, şimdi yaşamın testlerle yürüdüğü dilimi diye adlandırabileceğimiz yetişkinlik çağında da bu zeminin dışına çıkamamıştır.

Eylem tarih yazmak değil, kendi yaşamınızı başka insanların yaşamıyla çözündürerek, hem kendi yaşamınızı hem de ilişkiye girdiğiniz insanların yaşamını eş zamanlı değiştirmek üzere attığınız adımlar, yapıp ettiklerinizdir. Bu yapıp ettikleriniz bir kapıdan giriş yapar iki kapıdan birine çıkar: sevgi ve nefret. İkisi de kendi iyinizin peşinde koşmakla başlar. Sonra çıktığınız bu iki kapıdan biri sizi sevgi veya nefretten biriyle yüklü olarak tekrar eylemin giriş kapısına yöneltir;

Kamil Sağlam’ın yetişme çağında sevgi temelinde kurmaya çalıştığı birliktelik eyleminde uğradığı hüsran onu tam bu türden açmaza sürüklemiştir. Etik değerlere bağlılığıyla iyi bir insan olması onun yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve gücenikliğin yönlendirdiği bu iki kapının başında yıllarca beklemesine sebep olmuştur. Sonunda seçtiği kapı beklenmedik olayların zorlamasıyla nefret kapısı olmuştur.

Aslında mesleğini icra ederken realiteyi rakamların diline çeviriyor ve rakamların tanıklığında başkalarının eylemleriyle bu iki kapıdan hangisini seçtiğini tespit ediyor olmanın verdiği negatif hazzın onu motive eden yaşam gücü olduğunun farkına varmamıştı Kamil Sağlam. Şimdi ise realitelerine tanıklığını yaparken hırsını almaya çalıştığı başka insanların yaptıkları tercihlerle mecbur kaldıkları bu iki kapıdan kendi geçiyordu.

Kamil Sağlam’ı bu iki kapının önüne getiren romandaki kadın karakter Selin’dir. Selin bu romanın olay örgüsünün hem atkısı hem çözgüsüdür. Selin için çok şey söylemek mümkün değil; çünkü Selin romanda eylemleriyle var; eylemleri katalize eden, olayların ipliğini dokuyan kişidir. Bu romanın kurgusundan değil Selin’in karakterindendir. Selin Kamil’in tersine düşünmeyen, hal ve tavırlarından düşünmeyi sevmeyen bir kişiliktir. Dışarıdan kendisini hayatın olağan akışına bırakmış gibi görünür. Önemli kararlarını acı ve haz eşiklerine geldiği zaman verir; verdiğinde de hasar yaratır. Sanki Godot’yu bekler gibi (bilinir ki Godot hiç gelmez) zihninde ve kalbinde tam şekillendiremediği büyük mutluluğun resmini geleceğe hep iter, onu hep gelecekte bekler gibidir. Halk dilinde ‘ne istediğini bilmeyen’ takısıyla takılanan bu zihin ve ruh durumu geri planında bu kadar basit olmayan bir problematiği gizler. Ama güçlü bir kadındır bunu göstermez.

Selin’in karakter olarak kendisi ve bu problematiği romanın kendisi okunarak anlaşılabilecek bir şeydir. Çünkü Selin hayatında plan yapmayan yürüdükçe planı ortaya çıkan biridir; ancak yapıp ettikleriyle anlaşılabilir; bu da romanın kendisidir.

Romanın kendisine gelirsek, olay örgüsü satranç oynayanlarla oyundaki taşlar arasında geçer; satranç oynayanlar arasında değil. Oynanan böyle kör bir oyundur. Kimse karşısındaki siyahları perde gerisindeymiş gibi tanımaz. Satrancı oynayanlar Tufan Kara ve veziri Murat Güngör’dür. İş dünyasında var olma-yok olma mücadelesine girdikleri bir oyundur bu. Hamleleri koca bir iş dünyasına karşıdır. Kamil Sağlam ve Selin Tuna bu oyunda satranç taşlarıdır. Onlar Tufan Kara ve Murat Güngör’ün bu oyunda yaptıkları hamlelerde kozlarıdır. Ne var ki gerçek hayatta oynanan bu oyun her zaman satranç tahtasındaki oyun kurallarına göre işlemez ve ilerlemez. Çünkü taşların da kendi oyunları vardır; her taşın gizli ajandası vardır satrancın içinde. Bir nevi matruşka bebeklerine benzer gerçek yaşamda satranç oyunları. Bir satranç oyunun içinden başka bir satranç oyunu çıkar. O yüzden siz kendi hamlelerinizi yaparken ummadığınız biçimde oynadığınız at birden file dönüşüverir, sizi çapraz ateş altında bırakır. Çünkü altta oynanan satrançta sizin atınız fili oynamaktadır. Aniden sizin tahtada ortaya çıkar, at ortadan kaybolmuştur. Bu romanda böyle çok hamleler göreceksiniz. Romana adını veren ‘toz bulutu’ bu göz gözü görmezliktir.

Roman yakıtını Tufan Kara ve Kâmil Sağlam’ın delikanlılık çağında karşılığını tam bulamayan, başlayıp ellerinde tutamadıkları kayıp aşklarının enerjisinden alır. Bu her ikisinin yetişkin yaşamında bastırılmış unutulmuş bir matem gibi ruhlarında taşımaya devam ettikleri bir enerjidir. Bu haliyle romanda Kamil Sağlamın başta ve sonda tekrarladığı ‘Freud’un Hastası’ ifadesiyle başvurduğu Freudien bakış açısıyla bütünlük taşır. Çünkü kendi kavram dizininde Freud ruhsal enerjileri arzu nesnelerine yatırılan birer yatırım olarak görür. Yine Freud arzu nesnelerine yatırılmış duran ve o nesneler ortadan kalktığı halde (ölüm ya da kayıp) hala o nesnelerden geri çekilemeyen enerjilerden bahseder. Tufan Kara’da ve Kamil Sağlam’da olan tam da budur. Enerjileri hala eskiden sevdikleri unutamadıkları sevgililerinde takılı durmaktadır: Sevgi hesabında bloke olmuş bu yaşam enerjilerinin karşılığını yerine koymak için başka bir enerji kaynağına başvurmuşlardır: Güç istenci. Geri çekilemeyen enerji güç istencine evirilmiştir.

Bu güç istenci onları güç egzersizinin hâkim ve tek ölçü olduğu bir oluş ve akış dünyasına yöneltmiş, ne olursa olsun güçlerini artırmaya daha da artırmaya götüren bir dünyayı kendilerine mesken edinmişlerdir. Güç istenci kötü sonsuza hükmeder. Erişilen her güç nesnesi kısa süren bir hazzın ardından bir sonraki durağı işaret eder. Ancak güç istencinin hâkim olduğu dünyada hiç kimse yalnız bırakılmaz. Herkes güç istencini koyduğu nesnelerde gücünü artırırken tehdit altındadır. Bu tehdit onlara ihtiyaç duydukları enerjiyi verir. Her kazandıkları mücadelede içte bir ses ‘ölmedim işte!’ der. Nietzsche’nin çok bilinen sözü “Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir.” bu anlama gelse gerektir bu insanlar için.

Güç istenci zamana yayılan bir arenadır. Boyutu zaman olan bu arenada dövüşler fiziksel alanın belli noktalarında değil, zamanın belli noktalarında gerçekleşir. Ve her arenada olduğu gibi o da ölümlerle beslenir siz o zaman noktalarına yakalandığınızda yeni güç istençlerine yer açmak için. Romanın kahramanları da bu yazgının çevriminden uzak duramamıştır. Bir kısmı fiziksel ölüm bir kısmı manevi ölümle çıkmışlardır bu döngünün içinden.

Roman kendilerini bir vakitler iyilerin kulübünde gören romandaki kahramanların zaman içinde kaybedenler kulübüne dönüşmesinin hikâyesidir. Toz bulutu romana adını veren bu sürecin kendisidir.

Mustafa Güresti

Hasan Çelikkol Kimdir?

1953 yılında Denizli’de doğdu. İlk ve orta öğretiminden sonra akademik eğitimini 1974 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinde tamamladı. Sümerbank Teftiş Kurulundaki kamu görevinden sonra özel şirketlerde yöneticilik yaptı. Evli ve bir çocuk babasıdır.

Yayımlanmış kitapları

ŞİİR

Gri Oksijen Dengesi (2017) Noktürn Yayınları
Mevsim Kül Rengi (2017) Noktürn Yayınları
Düş Yansıması (2015)
Çekiç Sesleri (2015)
Prometheus’un İzinde (2013)

ROMAN

Toz Bulutu (2021) Klaros Yayınları
Küller Savruldukça (2014)
Kayıp Zamanların Rüyası (2013)

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.