İlker Mutlu yazdı: “Sempati”

Bugün, yıllar sonra tekrar, Europe ’51 adlı İtalya filmini seyrettim. Roberto Rossellini’nin yazıp yönetirken yapımcılığını da yaptığı, başrolü de eşi Ingrid Bergman’a verdiği, 1952 yapımı bir yenigerçekçi yapım bu film…

İlker Mutlu yazdı: “Sempati”
226 views

Bugün, yıllar sonra tekrar, Europe ’51 adlı İtalya filmini seyrettim. Roberto Rossellini’nin yazıp yönetirken yapımcılığını da yaptığı, başrolü de eşi Ingrid Bergman’a verdiği, 1952 yapımı bir yenigerçekçi yapım bu film. Bu yazımda filmden çok bende yarattığı çağrışımları ele alacağım.

Amerikalı bir kadının zengin bir İtalyan’la yaptığı evlilik, onu İtalyan jet sosyetesine sokmuştur. Küçük bir oğulları vardır. Kadın, oğlunun o yaşta gerçekleşen (belli belirsiz) intiharından kendini sorumlu tutar ve kocasının yorduğu şekliyle, bir komünist olan kuzeninin etkisinde kalarak gecekondu mahallelerinde yaşayan fakir, alt tabakadan insanlara yardım etmeye başlar. Onlarla fabrikada çalışır, hastalarına para yardımı yapar, bir fahişeyi hastalığının son evresinde yalnız bırakmaz ve o mahalleden olup bir banka soygununa karışan bir delikanlıyı korur. Hatta o delikanlıya yardımı nedeniyle karakola düşer ve sonunda akıl hastanesine yatırılır. Filmin son sekansında aynı saatlerde onu ziyarete gelen zengin ailesi ve gecekonducular karşılaşır ve o insanlar kadının ailesini onu tımarhaneye tıktıkları için suçlar. En sonunda çaresizce odasının parmaklıklı penceresinden bakan kadına yönelip ona bir azize gibi hitap ederler…

Filmde benim ilgimi çeken elbette günümüz için fazlasıyla demode kalmış anlatım tarzı değil (ki bu tarz, filmin günümüzde hala bir başyapıt olarak anılmasına engel değil), anlattıklarının tarihteki pek çok örnekle kesişmesi. Sosyalist, hatta komünist doktrinleri savunan kuramcıların çoğunun aslında varlıklı ailelerden gelen, iyi eğitim almış kişilerden olması ilginç gerçekten de. Halbuki bir sınıf savaşı söz konusuyken aslında bu insanların ait oldukları tarafı tutmaları gerekir mantık olarak. Bu aynı zamanda şuna da benziyor: Aslında oldukça varlıklı ailelerden gelmelerine ve iyi eğitim almış olmalarına rağmen, bazen sefalet sınırında hayat sürerek eser vermeye çalışan sanatçılar olur. Bizde de bir sürü örneği vardır.

Ben de yarım asırlık ömrüm boyunca benzeri çelişkilerin içinde dönüp durdum. Babam, ’68 kuşağından bir doktordur. Onun büyük nostaljiyle anlattıkları, evde okunan gazetelerin ve dergilerin, kitapların çeşitleri, yaşanan toplumsal, politik olaylara evde getirilen yorumlar etkiliyor elbette insanı. Oysa hiç yokluk çekmemişim. Anadolu Lisesi (ki bizim zamanın koleji oydu) bitirmiş, üniversite sonrası da asla işsizlik yaşamamışım. Çok da kötü bir durumda değilim anlayacağınız. Peki, ait olmadığım sınıfa karşı bende yerleşen bu duyarlılık da ne? Neden filmlerdeki ezilen karakterler bu denli üzüyor beni ya da çöpten geçinen insanların haberleri verildiğinde neden cızırdıyor içim? Ben de mi Europe ’51 filmindeki o kadın gibi deli miyim?

Rossellini, kadındaki duyarlılığın ortaya çıkışını çocuğunun ölümünden kendini sorumlu tutmasına bağlar. Peki, benimkinin ya da bana benzeyen insanlarınkinin adını ne koymalı şimdi? Bizim gibiler yeni bir sınıf mıdır yoksa? Giderek etrafına karşı duyarsızlaşan bir yığının karşısına dikilmesi gereken, ama bundan ölüm kadar korkan bir sınıf mıdır bu? Filmdeki kadın hiç tanımadığı bir toplumun içine dalma cesareti gösteriyordu, biz onun kadar cesur olabilir miyiz?

Bugünkü bilincimle bunun imkansızlığına inanıyorum artık. Bir topluluktan olmayan birinin onlar için döktüğü gözyaşı, en azından yarı yarıya, sahtedir. Konforumuz var bizim, vazgeçilmezlerimizin en başında! Siyasette de böyle bu. İyi eğitim görmüş, hali vakti yerinde ailelerden gelen bir sürü lider, mikrofon başına geçip o yığınlara “Sizi ben kurtaracağım!” diye bağırıyor. Sanmayın ki onun karşısındaki güruh buna iman etmişçesine inanıyor! İnanmış gibi yapıyor, çaresizliğinden.

Gerçekçi olmalı, neyi temsil ettiğimizi, edeceğimizi iyi seçmeliyiz. Bu, ezilenden yana olmanın önünde duran bir şey değil tabi. Ama kararınız bu yöndeyse, onunla aynı yer sofrasına, iğrenmeksizin oturabilmeli, onunla aynı müzikten, aynı oyundan keyif alabilmeli, onunla onun gibi konuşabilmelisiniz. Bu da bir cesaret işidir. Yürek işidir. Laf söylemek kolaydır.

Bu tür cesur insanlar, aynen filmdeki gibi, ‘deli’ diye yaftalanacak, dışlanacak, ait oldukları toplumdan koparılıp atılacaklardır. Ama en azından o pencerenin altında toplanan kalabalık sizi ‘aziz’ ilan edecek ve asla unutmayacaktır. Bir ihtimal…

Bahsettiğim o yetmiş yıllık filmi izlemenizi öneririm. Günümüz film izleme alışkanlığına biraz aykırı bir seyir tecrübesi olacak sizler için ama yeniden düşüneceksiniz bazı şeyleri, iddia ediyorum. Bu arada Ingrid Bergman da Hollywood’daki en şaşaalı günleri sırasında o konforu terk edip İtalya’ya göçerek ve Rossellini ile güçlü bir yuva kurarak hayatının kumarını oynama cesaretini göstermiş bir oyuncudur.

Sevgiyle, sanatla kalın.

İlker Mutlu

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.