Bilgisayar / Heybet Akdoğan

ÖYKÜ

Bilgisayar / Heybet Akdoğan
Yayınlanma: Güncelleme: 103 views

Asfalt yol sıcağın altında eriyecek kıvamdaydı. İterek sürdüğü el arabasının lastikleri neredeyse sakız gibi asfalta yapışacaktı. Havanın hafiften dalgalanması onun için mutluluk kaynağıydı. Karşısında gördüğü her şey gözlerini sızlatan terden dolayı buğulanıyordu. Bir ağacın gölgesine sığınmış kedi dahi sıcakla mücadele ediyordu. Balkonlardan sarkan çamaşırlar, renklerini güneşe teslim etmiş, kıpırtısız bir tabloya dönüşmüştü. Ağır bir sıcaklık her şeyin üzerine kalın bir örtü gibi serilmişti. Her sokak uyuklayan bir insanı andırıyordu. Fakat ağzından çıkan şu ses yediuyurları bile asırlık uykularından uyandırabilirdi: “Demirciiieeee, demirciiieeee… demir alıyorum, eski demir alıyorum, hurda demir… demirciiieeee!” Yaptığı işi anlatmaya yorucu bir işti demesi yetmiyordu. Omuzlarında paslı bir dünyanın yükü ve önünde gıcırtıyla inleyen bir el arabası…Yalnızca bu işi yapan bilirdi!..

Ezilmenin, yoksulluğun; yazın,  güneşin gökten alev alev dökülen sıcağını, kışın ilmek ilmek bedene işleyen soğuğunu en çok da hurdacılık işini yapanlar biliyordu. Her gün sokaklarda avazı çıktığı kadar bağırmak…

Yazın hurdacı diye bağırırken alnından akan terin tuzlu bir tatla ağzına akmasını!..Kışın kemik çatlatan soğuğunda üşümüş bir boğazla bağırırken; yükselen sesin boğazı ne kadar yaktığını en somut hâliyle o yaşıyordu; eskiciler yaşıyordu. Eskiciler, çöplerin arasından hayat toplayan sessiz ozanlar!..Vakit güneşin yeryüzünü kavurduğu öğleni gösteriyordu. Sabahtan beri sokak sokak dolaşmasına rağmen bir tane hurda demir parçası koyamamıştı tahtadan yapılma tekerlekli arabasına. Ne paslı bir tel ne atılmış bir teneke parçası…”Bugün işler kesat.” dedi ama yine de şükretti. İçinden, “Akşama daha var. Mahalle mahalle, sokak sokak dolaşmaya devam ederim belki bugünkü rızkımız akşam vaktine doğrudur.” dedi. Hava çok sıcaktı. Aylardan eylül olmasına rağmen yaz, veda etmek istemeyen bir âşık gibi sarılmıştı şehre. Ayaklarının yürümekten davul gibi gibi şiştiğini ayakkabılarını zorlayan parmaklarından anlıyordu. Ayaklarının acısına zaten alışıktı. Sırtı, koltuk altları sırılsıklamdı. Uzamış sakalları yüzündeki terin ıslaklığıyla iyice kaşınıyordu. “Ah!..” dedi. “Tek çocuğumun; tek evlâdım olan oğlumun benden istediği bilgisayarı bir alabilsem!.. Keşke işler çok olsa; günlerce, haftalarca şehrin her tarafını dolaşmaya razıyım. Biraz para biriktirip o zaman oğluma bir bilgisayar alabilirim.” Oğlu Mehmet’in bu isteğini yerine getiremediği için bu defa şükür etmek yerine isyan etmek istiyordu. Oysa yıllardır hiçbir zaman yoksulluğuna isyan etmemişti. Ama oğluna bilgisayar alamamasına çok içerlenmişti.

Oğlu Mehmet lise ikinci sınıftaydı. Öğretmenler, öğrencilerin teknolojinin bütün imkânlarından faydalanması gerektiğini; üniversite sınavına hazırlanmalarına yararlı olması için ve bazı ders konularını internet üzerinden detaylıca araştırmaları bakımından talebelere bilgisayar sahibi olmalarını tavsiye etmişlerdi. Özellikle Mehmet’in sınıfında birçok arkadaşı bilgisayar almıştı. Fakat Mehmet’in babası hurdacılıktan kazandığı parayla ne bilgisayar ne de bilgisayara bağlanacak interneti satın alabilirdi. Mehmet derslerinde başarılı bir öğrenciydi. Özellikle sayısal dersleri daha iyiydi. İçe kapanıktı ama efendiliğiyle, derslerdeki başarısıyla öğretmenleri tarafından takdir ediliyordu. Sınıftaki arkadaşlarına en çok sayısal derslerde yardımcı olur ve her konuda paylaşımcı olmaktan ödün vermezdi. Üniversite sınavını kazanmayı ve matematik öğretmeni olmayı çok arzuluyordu. Öyle ki; ikinci sınıfta olmasına rağmen işi son seneye bırakmadan daha şimdiden başlamıştı üniversite hazırlık sorularını çözmeye. Okuldaki ve sınıftaki arkadaşlarının teneffüs aralarında bilgisayar hakkındaki konuşmalarını dinlemek istemiyordu. Ancak, dinlemek zorunda kalıyordu. Dinledikçe çok üzülüyor ve bu konuda eziklik yaşıyordu. Babasının ekonomik durumunu biliyordu. Bu yüzden evde bilgisayar konusunu hiç konuşmazdı. Lâkin bilgisayarı olmadığı için kendini kahrediyordu.

Gün yorgun bir seyyah gibi batıya doğru ilerliyordu. Aydınlık, solgun bir inci gibi parıldayan son ışıklarıyla güne veda ediyordu. Hurdacı Halil nihayet girdiği bir küçük sokakta, kapının önüne bırakılmış elektrikli ufak bir fırın gördü. Fırının boyası derisi soyulmuş bir balığın pulları gibi tel tel dökülüyordu. Evin zilini çaldı. Bekleyişi bir dua gibi evin duvarlarında yankılanıyordu. Fırını almak için müsâde istedi. Ev sahibi zaten herhangi bir hurdacının alması için fırını kapının önüne bıraktığını söyledi. Elektrikli fırını tablasına yüklediği gibi evin yolunu tuttu. “Bugünlük kısmet bu kadarmış, yarına Allah kerim.” tesellisiyle ve sızlayan ayaklarıyla tablasını itmeye başladı. Vücûdundaki ter akşamın serinliğiyle kuruyarak eve ulaştı. Eşinin hazırladığı akşam yemeğini yedi. Ayaklarını yıkayıp, minderin üzerine bir kayanın dibine çöken bir dağcı gibi oturdu. Bedeninin ne kadar ağırlaştığını oturunca fark etti. Oğlu Mehmet odasında ders çalışıyordu. Babasının yorgunluktan çektiği “of… of” seslerinden eve geldiğini anlamıştı. Babasının yanına geldi ve selâmladı. Hurdacı Halil mahcup bir şekilde, oğlunun selâmına sesi neredeyse duyulmayacak bir tonda karşılık verdi. Sesi bir hüzün dalgası gibi kıyıya vurup çekilen denizin sesini andırıyordu; kırılgan ve uzaktı. Gözleri boşluğa dalmış söylenemeyen sözlerin ağırlığını taşıyordu. Oğlunun yüzüne bakamıyordu. Bakması büyük bir vicdan muhasebesiydi. Mehmet’in gözlerinde suskun ithamlar ve sessiz sitemler görmekten korkuyordu.

Mehmet bir süre babasıyla konuştuktan sonra dersine devam etmek için odasına çekildi. Ardında, içinde anlamlar taşıyan ağır bir sükût bıraktı. Hurdacı Halil, eşi Zehra ile hem dertleşti hem gülüştü. Her ikisi de gülerken gözleri buğulanıyordu. Çünkü bazı gülüşler boğulmuş bir ağlayıştan başka bir şey değildir. Sonra herkes uyumak için yatağına çekildi. Başlar yastığa, düşünceler ise yüreğe yaslandı. Baba Halil’in gözüne uyku girmiyordu. Mehmet gözlerinin önüne geldi. Bir çocuğun gözlerindeki buruklukla, bir babanın gözlerindeki mahcubiyet kesişti. Oğluna alamadığı bilgisayarı düşünüyordu. “Allah’ım sen bana yardım et, duy sesimi! Oğluma bir bilgisayar almak için bana yardım et.” Dualar kalbinden dökülürken gözlerinin nasıl kapandığını hiç fark etmeden yoksulluğun koynunda uyuyakalmıştı. Halil her sabah Mehmet okula gitmeden önce uyanır, oğluyla ve eşiyle kahvaltısını yapar, oğlunu evin çıkışında okuluna yolcular ve sonra hurdacı arabasını iterek rızkını aramaya koyulurdu. Ama bu sabah Hurdacı Halil için sanki başka bir günün başlangıcıydı. Kalbinde bir mutluluk, ruhunda bir başka ferahlık duyuyordu. Arabasını itelerken düşünüyordu ama bir türlü neden mutlu olduğunu anlayamıyordu. Hafiften esen rüzgâr sanki bir müjdeyi fısıldıyordu. “Vardır bunda da bir hayır.” diye tefekkür etti. “Demirciiieeee… hurdacııııı… eski demir alırım, demirden eşyalar alırım.” diyerek; ” O sokak senin bu sokak benim” dolaşıyordu.

Güneşin kızgın ışıkları teneke çatıları ısıtırken, sokaklar bir tablanın gıcırtısıyla güne uyanıyordu. Az ötede uğramadığı bir sokağı; tepeye kurulmuş binalardan görüp anladı. Yolu yokuştu. “Allahım, bu tablayla şu yolu nasıl aşarım” dedi. Ekmek hep yüksekten mi seslenmeliydi?.. Ancak ekmek parası için bu yokuşa çıkması lâzımdı.  “Bismillah!” dedi. Derin bir nefes aldı ve yokuşa doğru yola devam etti. Yokuşu, hurdacı arabasıyla çıkarken nefes nefese kalıyor ama dinlenmek için duramıyordu. Dursa, tabla geri geri gelecekti. İtelediği tabla bir dağ olmuştu gözünde. “Hay Allah!” dedi. Kenarda, köşede tablanın durmasını sağlamak için; lastiklerden birinin arkasına koymak maksadıyla taş bile yoktu. Az da olsa bir nefes almanın imkânsız olduğunu kabullendi. “En kârlısı bu yokuşu en kısa zamanda aşmaktır.” diye düşündü. Yokuşu geride bıraktığında karşısında düz bir sokak bir mucize gibi serilmişti ayaklarına. On dakika kadar soluklandı. Kollarının ve dizlerinin yorgunluktan sinirleri boşalmıştı, titriyorlardı. “İnşallah bu yorgunluğumun karşılığını birkaç hurda bularak alırım.” diye dua etti. Sokağı ilerlerken kaldırım üstüne yığılmış bir mücevher gibi parıldayan eşyalar gördü. Yılların vermiş olduğu göz tecrübesiyle, karşıda yığılı olan eşyaların içinde metal parçalar olacağını sezdi. Sevinçten yorgunluğunu unutarak hızlandı. Hurda eşyalarının yanına yaklaştıkça yüzü gülüyordu. Kalbinin ritmi hurda yığınındaki hazineye eşlik edercesine çarpıyordu. Arabasını eşyaların yanına çekti ve başladı hurdaları incelemeye. Demirden sandalyeler, kapısı kırık bulaşık makinesi, otomobil tekerleklerinin cantları ve daha neler neler!.. Hurdaları tablasına yüklerken eşyaların altında gördüğüne inanamadı. Eski model bir bilgisayar; kabloları, klavyesi ve faresi ile birlikte hurda eşyalarının altındaydı. Gözleri doldu, dizleri büküldü, parmakları kıpırdıyamadı! “Rüya mı görüyorum?” diye içinde bulunduğu andan kuşkulandı. Titreyen eliyle bilgisayara dokununca rüya görmediğine inandı. Arabasına yüklediği birkaç sandalye ve bir bulaşık makinesinden sonra bilgisayarı, evlâdını bağrına basar gibi kucakladı! Tozlanmış bilgisayarı nazikçe öptü ve kablolarıyla birlikte arabasının en güvenli köşesine yerleştirdi. Bulduğu bilgisayar ne zamandır içinde büyüyen bir babalık özlemiydi! Geride kalan eşyaları sevinçten almadı. Oysa bugün onun için çok bereketli bir gündü. Ama Halil’in o an tüm bereketi, aylardır oğluna alamadığı bilgisayardı. Servetin ve zenginliğin varlığı, oğluna götüreceği bu bilgisayarda gizliydi. Hemen eve  doğru yöneldi. Sanki yürümüyordu; kuş olup uçarcasına bir an önce eve varmak istiyordu. Yolda: “Aldım, aldım…Sonunda oğlum Mehmet’e bir bilgisayar aldım. Artık oğlumun da bilgisayarı var…”

Kendi kendisine konuşarak bilgisayarı yüklediği hurda arabasını itiyordu. Eve varınca kapıyı çaldı: “Seher!.. Kız Seher!.. Kapıyı aç kapıyı…” Sevinçle bağırıyordu! Seher kapıyı açınca kocası Halil’in kucağındaki bilgisayarı gördü. “Halil yoksa oğluma bilgisayar mı aldın?”  “Aldım…buldum, çok şükür artık oğlumuzun da bilgisayarı var.” Bilgisayarı Mehmet’in odasına götürdüler. “İyi de Halil bu bilgisayar eski görünüyor ve üstü çok tozlu. Çalışır mı acaba?” Halil yaşadığı mutluluktan dolayı bilgisayarın çalışmamasına ihtimal vermiyordu. “Çalışır tabi, neden çalışmasın.” Seher bilgisayarın tozunu aldı. Karı-koca oğlunun okuldan gelmesini beklediler. Mehmet okuldan çıkarken, mahallede devamlı uğradığı Sahaf Arif abiye uğramak istedi. Okulun arka bahçesinden geçerek, solgun bir ikindinin tenhalığında sahafçıya vardı. Sahaf dükkânı dar bir sokağa sıkışmış; sessizliği seyreden vitriniyle küçük bir mekândı. Sahaf Arif genç bir kitapçıydı. Mahallede ağırbaşlılığıyla sevilen bir esnafı. Kimseyle fazla konuşmayan; yalnız yaşayan vakarlı bir insandı. Çehresinde sürekli bir düşüncenin gölgesi ve sözlerinde ihtiyatla süzülen tereddütlü cümleler olurdu. Dükkânında yalnızlıkla hemhâl bir insanın kendi içine dönen dinginliği vardı. Mahalledeki komşularının aksine kahvehane ortamına katılmazdı. Hatta, mahalledeki kırâathânede “okey” oynayan insanları boş vakit geçirmekle eleştirirdi. Sahaf dükkânında ikinci el roman, hikâye, yeni ve kullanılmış test kitapları satardı. Özellikle üniversite sınavına hazırlanan gençler, Arif’in sahaf dükkânından envâi çeşit soru bankaları satın alırlardı. Sahafçının kapısında, “Kitap okumak boş zamanları değerlendirmek için en iyi uğraştır.” sözü yazılıydı. Mehmet, gün batımının sarısıyla sahafçının ahşap kapısından içeri girdiğinde, Arif abi yeni aldığı bilgisayarıyla meşgûldü. Merhaba demeseydi kendisinin geldiğinden sahafçının haberi bile olmayacaktı. Test kitaplarını incelemek için raflara doğru yöneldi. Günün son ışığı, daracık vitrin camından içeriye süzülerek kitap raflarına bir sarılık katıyordu. Bu sarılık kitapların solmuş renkleriyle âdeta kaynaşıyordu. Roman ve öykülerin yer aldığı raflara göz ucuyla baktı. Zamanın kuytu bir köşesine sıkışmış, Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” romanı incecik toz tabakasıyla örtülmüştü. Kitabın kapak sayfası; ıslak iken güneşin altında kurumuş herhangi bir yaprak gibi sararmış, buruşmuş ve aralanmıştı. Arif abi ise büyük bir sessizlik içinde, bilgisayarın faresini sağ avucuyla okşarcasına tutmuştu. Sahafçının sessizliği Mehmet’i biraz huzursuz etmişti. Arkasına doğru döndüğünde bilgisayar ekranında sembolik resimlerin, rakamların ve kahvehanede oynanan iskambil kâğıtlarının aynısının devamlı hareket hâlinde olduğunu ve Arif abisinin bu görüntüye bayağı kapıldığını fark etti. Oysa başka bir gün olsa sahafçı, Mehmet’in hatırını sorar ve ona kitaplar konusunda yardımcı olurdu. Fakat bu defa Sahaf Arif, onu fark etmemiş gibiydi. Mehmet daha fazla dayanamadı: “Arif abi hayırdır(!) yeni aldığın bilgisayara kendini iyi kaptırmışsın!..” dedi. Arif, “Kusura bakma kardeşim. Sahafa bugün fazla gelen olmadı. Ben de boş zamanımı değerlendirmek için yeni aldığım bilgisayarı öğrenmeye çalışıyorum.” dedi. Mehmet lafı fazla uzatmadı. Zaten bilgisayarı olmadığı için bu konu hakkında çok da konuşmak istemiyordu. Aradığı test kitabını satın aldıktan sonra sahafçıdan eve doğru yürüdü.

Kapının çalınışından Mehmet’in geldiğini anladılar. Halil minderin üstüne oturmuş, önünde keyif çayı yudumluyordu. Her şey bir bekleyişin sabrında bekliyordu. Mehmet’i görünce elindeki çayı sehpanın kenarına hızla bıraktı ve içli bir sesle, “Oğlum odana girip baksana ne göreceksin?” Bilgisayar, Mehmet’in aklının ucundan bile geçmedi. Annesi de ısrar edince çok heyecanlandı ve odasının kapısını açınca vücûda gelmiş bir hayali; ders masasının üstündeki bilgisayarı gördü. “İnanamıyorum…bilgisayar! Odamda bir bilgisayar!..Bu benim bilgisayarım.” Mutlulukla yükselen ses tonu duvarlara çarparak tavanda yankılanıyordu. Babası ve annesi çoktandır yüreklerinde biriktirdikleri sevinçle ağlıyorlardı! Mehmet önce babasına sonra annesine sarıldı. Her şey yerli yerindeydi artık. Babasına teşekkür ettikten sonra bilgisayarını çalıştırmak için odasına geçti. Bilgisayar çalışıyordu. Eski olmasına rağmen çalışıyordu. Mehmet artık bu bilgisayarla derslerine ve üniversite sınavına daha verimli çalışabilecekti. Bundan sonra arkadaşlarının bilgisayar sohbetlerine eşlik edebilecekti.

Halil, eşiyle birlikte buharında mutluluğun tüttüğü çayını yudumlamaya devam etti. Mehmet oturma odasına gelerek, “Baba bilgisayar için internet lâzım. İnternet bağlamamız gerekiyor. Her ay parasını ödemek şartıyla internet satın almamız gerekli.” dedi. Halil’in kısa sevinci yüzünde asılı kaldı. Ev bir kez daha suskunluğa gömüldü. İnternetten hiç haberi yoktu. Her ay telefon parasını ödemekte zorlanan Hurdacı Halil için İnternet parası büyük bir masraftı. Mehmet babasının boynunun büküldüğünü görünce anladı. “Üzülme baba!” dedi. Haftasonları, internet parası için bir iş bulurum, ben öderim. Okulumu etkilemez. Zaten üniversite sınavına daha çok zaman var.” Babasının başı bir kez daha öne eğildi ve çaresizlikten bir şey diyemedi. Mehmet haftasonları çalışmak için bir lokantada iş bulmuştu. Bulaşık yıkıyordu. Kimi zaman köpüklü elleriyle pencere kenarından süzülen ışığa bakıp dalıyordu. Tavandaki örümcek ağının çok karmaşık gözüken hatları, bazen dikkatini dağıtıyordu. Bulaşık yıkarken kafasında ders soruları dönüp duruyordu; hangi testleri çözeceğini belirliyordu. Zihninde çoğunlukla yaşadığı yorgunluk ve gelecek vardı. Gelecek, Mehmet için bilgisayar ekranının içinde duruyordu; ulaşılması çok kolaydı ama… Şu internet için elleri çatlayana kadar çalışması gerekiyordu. Çünkü evdeki internet onun yarınlara açılan penceresiydi. İnternet parasını artık ödeyebilecekti. Hafta içi okuldan sonra; bilgisayar başında ders konuları için araştırmalar yapıyor, farklı soru testlerini kolaylıkla elde edebiliyordu. Bir süredir bilgisayar çok işine yarıyordu. Teneffüslerde arkadaşlarından sosyal iletişim kanallarını, bahis sitelerini, arkadaşlık sitelerini ve oyun sitelerini öğreninceye kadar her şey beklenildiği gibiydi. Gün geçtikçe Mehmet, odasında artık ders çalışmayı boşlamıştı. İnternette arkadaşlarının söylemiş oldukları sitelere kendisini iyice kaptırmıştı. Lokantada çalışmasındaki mecburiyet hâlâ aynıydı ama niyeti farklıydı. İnternetin faturasını dersleri için ödemiyordu. Bulaşıkları yıkarken para kazanmasının gâyesi oyun, arkadaşlık ve bahis sitelerine girip, zaman geçirmek içindi. Hurdacı Halil’in ise keyfine diyecek yoktu! “Oğlum, odasında bilgisayarı sayesinde derslerini daha iyi çalışıyor. Bu gidişle üniversiteyi kazanacak ve büyük adam olacak.” hayallerini kuruyordu. “Beni de bu çileden kurtaracak umuduyla,” sokak sokak dolaşarak hurda toplamaya sabırla devam ediyordu. Zaman çabuk geçiyordu. Okul tatile girmişti. Öğrenciler karnelerini almıştı. Halil, “…oğlum bana en iyi karneyi getirecek.” diye işe henüz çıkmamıştı. Fakat Mehmet’ten hiç ses seda yoktu. Mehmet odasında oturmuş, başını dizlerine dayamıştı. Duvardaki çatlak çizgiler gözünde bilinmez bir yol olmuştu. O çizgilerden geçip uzaklara kaçmak istiyordu. Bilgisayar ekranından yansıyan ışık yüzüne dokunarak dalgınlığını dağıttı. Babasının salondan gelen adımlarını duydu. İçini bir telaş kapladı. Elini saçlarına attı, geriye doğru savurdu. Gözleri doldu. Babası, “Oğlum karnen nerde, sınıfı hangi dereceyle bitirdin? Getirsene karneni görmek istiyorum?” Mehmet’in bu yalanı saklama lüksü yoktu. Hem saklasa bile nereye kadar gizleyebilecekti. Karneyi gören baba, oğlunun sınıfta kaldığını anlamıştı. Oğlunun artık okumak istemediğini Mehmet’in ağzından sonunda duymuştu. Halil hurdacı arabasını yavaşça kapının önüne çıkardı. Mehmet, küçük alnını cama dayayarak pencerenin ardından babasını seyretti. Halil ardında bıraktığı uzun gölgesiyle arabasını itti. Her adımda daha da büyüyen gölgesiyle ilerlerken, “Almadım…almadım, buldum. Oğluma bilgisayar buldum ama onu da kaybettim. Oğlum bilgisayarına kavuştu ben de onun için kurduğum hayalleri kaybettim.” diye üzülüyor; güneşin altında kavrulan yolların ne kadar ısındığını dibi incelmiş ayakkabılarından hissetmiyor, hurdacı arabasını iterek yolları aşındırıyordu. “Demirciiieeee!…hurdacıııı… eski demirler alırım… demirden eski eşyalar alırım!” sözlerini haykırmaya devam ediyordu.

Sesi duyanların anladıkları, işittikleri gibiydi. Hurdacı Halil’in yanan yüreğinde tutuşanlar ise bambaşkaydı. Hurdacı Halil kalbinden: “Ölene kadar demir toplamalıyım. Daha çok hurda bulmalıyım. Okuyacak oğlum da kalmadı! Bilgisayar değil, satılacak hurda eşyalar bulmalıyım.” sözlerini geçirerek ayaklarına güç veriyordu.

Heybet AKDOĞAN

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.