EDEBİYAT
“(…)Yaşar, yaşamak ve yazmak için İstanbul’a gitmeliyiz. Adana’da bize artık ne yaşamak var ne de yazmak.(…)”
“(…)Gidelim ama İstanbul’da parasız nasıl yaşarız ve nasıl yazabiliriz Orhan?(…)”
“(…)Üzülme Yaşar! Senin sesin gür. Benim de gücüm yerinde. Alırız bir el arabası. Sokak sokak sebze satarız. Sen sebze diye bağırırsın ben de el arabasını itelerim. Böylece hem ekmek paramızı kazanırız hem de yazmaya devam ederiz.(…)”
(Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, Alain Bosquet ile Görüşmeler, YKY.)
***
Kapitalizmin edebiyatı araçsallaştırdığına dair eleştiriler devam etse de günümüz edebiyatı artık eskisi gibi sınıf sorununu merkeze alan metinlerle dolu değil. Piyasa ekonomisi ve pohpohladığı edebiyat eserleri, yazarları âdeta birer stara dönüştürmüş durumda. Daha çok yazmanın, daha çok ünlü olmakla özdeşleştiği günümüz edebiyat anlayışı; popüler tarzın ikonlarına bağlı olan edebiyat akımını, her geçen gün daha fazla olağanlaştırıyor.
Edebiyatın içeriğinden ya da amacından ziyade, prestijinden bir şeyler elde etmeyi uman yazarlar ve okurlar, edebiyat dünyasının bir reklam aracına dönüşmesine katkı sağlayarak edebi eserleri birer siparişe indirgiyorlar. Kapitalizmin tek itici gücünün sermaye olması, edebi eserleri sermayenin yeniden üretimi için kullanışlı hâle getiriyor ve her edebiyat eseri netice itibarıyla kâr endeksli birer reklam kampanyasından ibaret kalıyor. Bu nedenle toplumcu edebiyatın yok denecek kadar azaldığı bir dönemde; toplum için edebiyat yapanları; “O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler.” sözünden bağımsız hatırlayamadığımız gibi, o insanlar gibi edebiyatçıların bir daha olmayacağını da kabullenmiş oluyoruz.
Edebiyat dünyamızda ne Yaşar Kemaller ne Orhanlar ne de Fakir Baykurtlar kaldı. Oysaki yoksulluk, işsizlik her geçen gün yaygınlaşıyor. Ezilen kitleler, potansiyel olarak dünyanın en kadim yerlileri olmaya devam ediyor. Dolayısıyla her gün daha fazla halklaşıyoruz ama tuhaf olan şu ki; halk olarak sınıfsal aidiyetten uzak bir kimliksizleşmeye doğru yol alıyoruz. Sosyal ve sınıfsal kimliğimiz olan halk kavramına gün geçtikçe yabancılaşıyoruz.
Toplumsal kurtuluşun yerine bireysel başarılara kendimizi şartlandırdıkça, geriye toplum için yazan yazarlar ve toplum için okuyan okurlar kalmıyor. Bu nedenle toplumun önemli bir kesimi, sınıfsal eşitsizlik yokmuşcasına düşünüyor ve edebiyat eserlerini; anlamak için değil, gerçeklerden kaçmak adına daha da vahimi kendilerini uyuşturmak niyetiyle okuyorlar. Kapitalizmin aşıladığı bu okuma bilinci, edebiyatı kültürel bir meta alanı olarak domine ediyor. Kapitalist yaşamda edebiyatın bir meta olarak işlev görmesi, hedeflenen anomik toplumu idealleştiriyor. Böylelikle, yazılan her edebi eser, bireyleri büyülü bir dünyanın yolculuğuna çıkarıyor. Bu sihirli dünyada modern birey, toplumu kaybettiklerine gerekçe, kazanmak istediklerine engel olarak görüyor.Kapitalizm yarattığı popüler kültür, toplumcu edebiyat anlayışını bu türden neticelerle itibarsızlaştırıyor. Popüler edebiyatın motive ettiği okuyucular da bu minvalde yazılan metinlerle kontrol altına alınıp toplumsal olan her şeyden soyutlanıyorlar.
Sınıf bilinçli edebiyat eserlerini ütopik ve kaotik eserler olarak lanse eden kapitalist kültür ve bu kültürün öncüsü olan burjuvazi, çürüyen bir toplumda, popülist yazarları edebiyatın öznesi yaparak, edebiyatı bir ideolojik aygıt olarak kullanıyor ve bireylerin eleştirel bilincini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriyor. Kapitalist kültür bu maksatla kendi ideolojisine uygun sosyal ve kültürel parametrelerle; düşünemeyen ama hep kendi çıkarları için hayaller kuran ve bu hülyalarını gerçekleştirmek için hiçbir toplumsal hassasiyeti tanımayan bireyleri doğurmaya devam ediyor. Bu açıdan edebiyatın giderek toplumsallıktan uzaklaşması; okuyucuların, yalnızca bireysel tercihleri ele alan eserlere öncelik vermesine neden oluyor. Sınıflı bir toplumda, edebiyatın toplumsallaşamaması, toplumla edebiyat arasındaki çelişkinin varoluşsal bir sorunudur. Bu durum edebiyatın, ezen sınıfın mülkiyetine girip metalaştığının kanıtı olmakla birlikte, edebiyatın bir sömürü aracına evrildiğinin de ispatıdır. İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemde bu olgu, piyasaya sürülen eserlerle gerçekliğini koruyor. Bilhassa edebiyatçının ve edebiyat eserlerinin fetişleşmesiyle müşahede edilen bu hakikat, edebiyat dünyasındaki her gelişmenin sanat endüstrisine sağladığı katkılarla daha açık bir şekilde görülüyor. Zira, yakın tarihte, Türk edebiyatında, imkânsızlıklar içerisinde; sınıf bilinciyle roman, öykü, deneme, şiir ve diğer türden eserler üreterek ölümsüzleşmiş yazarlarımız, yazdıklarıyla hiçbir maddi güce erişememişken; bugün yazdıkları eserlerin hiçbir toplumsal ve sanatsal karşılığı olmamasına rağmen, satışa sunulan yapıtlarıyla yüksek miktarda maddi kâr elde eden “yazarların” sayısı günden güne artıyor. Bu bağlamda, modern dönem edebiyatında yaratımın neyi, nasıl yarattığı çok önemli bir meseledir. Çünkü kapitalist (modern) sistemde, yazılan her eser, sermaye çarkının dönmesine yardımcı olmalıdır. Tam da bu yüzden edebiyatta sınıf bilinci ve sınıfsal duruş; edebiyatın kapitalist kültüre hizmet etmemesi için önemlidir.
Sınıfsal sorunları içermeyen edebiyat eserlerinin topluma faydalı oluşundan söz edemeyiz. Doğal olarak edebiyatçılar, ezilen insanlığın sömürülmesine neden olan olguların ortadan kalkmasına kalemleriyle emek vermedikleri sürece edebiyatın ve edebiyatçının gerçekçiliği daima gölgede kalacaktır. Bir edebiyatçının sınıf bilincini yok saymasıyla bağlantılı olan sonuçsuz seçimler, edebiyatı toplumsal pratiklerden koparır ve edebiyatı toplumüstü bir özgürlüğe ve özerkliğe yönlendirir. Halbuki, toplumcu bir yazar topluma ait olan şeyleri toplumüstü bir yaklaşımla değil, sınıfsal bir duyarlılıkla duyumsar, irdeler ve toplumun özerkliğini toplumsallaşmakla aynı görür.
Edebiyat, özünde insana ve insanın bir parçası olduğu topluma zarar veren her şeye karşı sanatsal bir müdahele alanı olduğu için edebiyatın özünü kavramış bir edebiyatçı da toplumsal kurtuluş adına, anlatılması gereken her şeyi sınıfsal bir perspektifle yazar. Gördüğünüz gibi, kapitalizmin sınır tanımayan toplumsal sömürüsü karşısında edebiyatçılara düşen sorumluluk azalmıyor; bilakis artıyor. Çünkü halkların ve sınıf mücadelesinin sistemli bir şekilde saldırıya uğradığı çağımızda edebiyatın, kapitalist kültürün egemenliği altında olması ve bireyciliği teşvik ettiren eserlerin yazılması, toplumsal eşitsizliklerin üzerini örterek sınıf çelişkilerini görünmez kılıyor. Toplumun onurunu ve adalet duygusunu savunması gereken edebiyatçılar bu sorumluluğu kabullenmedikleri zaman, kapitalist sistemi meşrulaştırıyorlar. Aynı zamanda sanatın hakikati dile getirme işlevini engelleyerek edebiyatı, burjuva sanatının yeniden üretildiği bir alan hâline getiriyorlar. Öncelikle bu nedenlerden dolayı edebiyatçılar, sınıf bilinciyle topluma kendilerini adamış öncüllerini örnek almalıdırlar.
Toplum için yazmayı, Yaşar Kemaller, Orhanlar ve Vedat Türkaliler gibi, çıkarsızca ve prestij kaygısı gütmeden yapmalıdırlar.
Heybet AKDOĞAN
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…