SÖYLEŞEN: CİHAN ERDOĞAN
Cihan Erdoğan: İsterseniz en baştan başlayalım..
Biraz kendinizi tanıtır mısınız?
İbrahim Eroğlu:1963 Yozgat, Bahadın doğumluyum. 1980 yılından beri Hollanda’da yaşıyorum. 14 yıl bir çiçek bahçesinde işçi olarak çalıştıktan sonra Rotterdam Eğitim Bilimleri Akademisi Türkçe Bölümü’nü ve Inholland Öğretmen Okulu (Hollandaca sınıf öğretmenliği bölümü)nu bitirdim. Bir ilköğretim okulunda sınıf öğretmeni olarak çalışıyorum.
Bugüne dek; altısı şiir, beşi de gülmece toplam on bir kitabım yayınlandı. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli şiir ödülleri kazandım.
“Ufkunda Ceylanları Kovalanmış Ceylanların Tedirginliği” adlı dosyamla da Cegerxwin’in yüzüncü doğum yıl dönümü nedeniyle düzenlenen şiir yarışmasında dikkate değer görüldüm.
Cihan Erdoğan: Yozgat tarihte çok farklı bir kent olarak bilinir. Bu şehri biraz da şair gözüyle anlatmak isterseniz neler söylersiniz?
İbrahimEroğlu: Şükrü Erbaş’ın aşağıdaki şiiri Yozgat hakkında sorulan sorulara verilecek en güzel yanıt niteliğindedir. O nedenle uzun uzun Yozgat’ı anlatmak yerine şairimizin “Yozgat” şiirini alıntılamayı daha uygun görüyorum:
Yozgat
Yozgat bir kar kentidir
Sürmeli bir türküdür
Serttir soğuktur küçüktür.
İki dağın dudağına kısılmış
İncecik bir sudur
İçinde zamandan başka herşeyin aktığı…
Güneşi bir nazlı konuktur yazlar içinde
Ömrü çiçeklerin rengi kadardır.
Ağaçları çatılardan yüksek
Avluları evlerinden geniş
Bir rüzgar kentidir Yozgat
Çam kokuları ve bıçkın delikanlıları ile
Yıllardır kesilmeden esen
Yoksullukla düşlerin içiçe büyüdüğü
Dar sokaklar eğri evler boyunca..
Kadını bir eski zaman resmidir
İşin ve konuşmanın tutkun aynasında
Erkeği odalar dolusu ağırlık…
Duruldukça kendini bulan sular gibi
Çocukları büyüdükçe büyüklere benzediği
Bir taşra kentidir Yozgat
Zor inanıp güç değişen…
Durur zamanın alnında donuk
Bir basma entarinin eteğinde
Soluk , eski desenler gibi …
Günler içinde birgün
Dokundu parmakları hayatın
Ufkumun bunalan perdesine …
Fırınları sinemaları minareleriyle
Hareket ülkesi bir kent simgesi olarak
Yozgat , girdi ömrüme ..
Şükrü Erbaş
Cihan Erdoğan: Edip Cansever
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Cansever, şiiriyle ne güzel anlatmış. Bu güzel şiirden yola çıkarak, Yozgat’ın üzerinizdeki etkilerinden biraz söz etsek mi?
…
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğilimine
Konya’nın beyaz
Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
İbrahim Eroğlu: “İnsan yaşadığı yere benzer.” Çok sevdiğim ve sık sık alıntıladığım dizelerinden biridir bu, ama ben iki yere birden benziyorum diye düşünüyorum; on yedi yaşıma kadar Bahadın’a, on yedi yaşımdan sonra da Uluslararası Adalet Divanı’nın olduğu şehir La Hey’e. Sorunuz üzerine benzediğim yerin ilkiyle ilgili yanıt vermeye çalışayım:
Çocukluğumuzda arkadaşlarımıza övünmek, hava atmak amacıyla gezdiğimiz gördüğümüz köyleri sıralardık. Aramızda; Sorgun’u, Yozgat’ı ve az da olsa Ankara’yı görenler vardı. Gördüğümüz yerleri sıralarken aynı köye birden fazla giden daha bilgili görgülü oluyordu gözümüzde ya da bana öyle geliyordu. Köyümüzün çocuklarının babaları (nerdeyse hepsi) altmışlı yılların ilk yarısında göç kervanına katılarak yurtdışına gitmişler. Benim babam da Hollanda’ya gitmiş. Hiç unutamam, bir seferinde tatile geldiğinde adres sorar gibi babamın kim olduğunu sormuştum yakınlarımıza.
Yozgat’ın mozaik yapısı vardı (belirli anlamlarda o mozaik yapı şimdi de korunuyor). Kürtler, Ermeniler, Çerkezler, Arnavutlar, Muhacirler, Tatarlar, Aleviler ve Sünniler bir arada yan yana yaşarlardı, ama bizler yine de kimliğimizi gizlemek zorunda kalırdık. Bugün bile “Bahadınlıyım” dediğinde insanların yüz ifadeleri değişir. Bu bile kendi köklerinize dönmeniz, bir arayış içerisine girmeniz için yeterli bir nedendir.
Burada bir parantez açıp bir örnek vermek istiyorum: Edremit Kitap Fuarı’nda iki yıl önce araştırmacı- gazeteci İsmail Saymaz ile ayaküstü söyleşirken bana nereli olduğumu sordu. “Yozgatlıyım” deyince “içinden mi?” dedi. “Hayır” dedim “Bahadın’danım. “Kardeşim, doğrudan Bahadınlıyım desene! Orası ayrı bir cumhuriyet!” dedi. Onu onaylamak için ekledim: “Evet, aydınlık yüzlü insanların cumhuriyeti!” İşte o aydınlık yüzlü insanların cumhuriyetinde geçti çocukluğum. Kış aylarında köy koşullarında durumu iyi olanlar “oda yakarlardı.” Çok önemli sosyal bir ihtiyaca cevap veren odalarda köyün özellikle yaşlı erkekleri, kendilerine yakın olan odalardan birine kış mevsimi süresince giderlerdi. Odalar sabahtan akşamın geç saatlerine kadar açık tutulurdu. Önce dedem, kesin dönüş yaptıktan sonra da babam odamızı açık tutmuştu. Sosyal dayanışmanın, paylaşmanın, birliğin, bütünlüğün pekiştirildiği yerlerdi bu odalar.. Bizim odaya gelenler arasında Kurtuluş Savaşı’na bizzat katılmış olanlar da vardı. Anılarını, öyle içli içten anlatırlardı ki, sanki o anda köy odasında değil de cephede sanrdınız onları…
Radyodan “Köye haber” programını topluca dinlerler, haberler bittikten sonra yorum yaparlardı. O yorumlarda; başta tartışma, fikir yürütme, nesnel düşünebilme ve farklı düşünenin düşüncesine saygı olmak üzere her şey vardı.
Şiir okuyanlar, masal anlatanlar, bilmece soranlar, türkü söyleyenler de olurdu. Sık sık bizim odaya gider, yaşlılara zevkle hizmet ederdim. Ben de onlar gibi anlatılanları can kulağıyla dinlerdim (senin dersin yok mu uyarıları vız gelirdi bana). Keşke şimdiki teknoloji o gün de olsaydı, anlatılan yüzlerce masalı, hikâyeyi, şiiri, bilmeceyi, türküyü kayıt altına alsaydım!.. Hele bir de “mazlum- zalim” çatışmasını değerlendiriş biçimleri vardı ki, etkilenmemek elde değildi.
Çok önemsediğim bir ayrıntıya işaret etmek istiyorum: Köyümüze ne zaman yerel bir yönetici veya “önemli şahsiyet” gelse, köyün sözü, sohbeti dinlenir insanları hemen çağrılır, gelen misafirle onlar ilgilenirlerdi. Sözün gücünün ayrımına o zamanlar vardım diyebilirim. “Söz sahibi olmak” bir ayrıcalıktır. Bu da doğrudan söz sanatlarına, şiire götürür insanı…
Cihan Erdoğan: Biliyoruz; Yozgat birçok sanatçıya, şaire, edebiyatçıya ev sahipliği yapmıştır. Abbas Sayar, Yusuf Ziya Bahadınlı, Gülten Akın, Şükrü Erbaş, Asaf Koçak… Evet, bereketli topraklar hatta Abbas Sayar’ın Yılkı Atı Romanı kendinden çok söz ettiren önemli bir baş yapıttır. Bu yazar ve sanatçılardan kuşkusuz etkilenmişsinizdir.
Okurlarla paylaşır mısınız?
İbrahim Eroğlu: Yusuf Ziya Bahadınlı ile aynı köylüyüz. Asıl soyadı Çalışkan’dır. “Öyle Bir Aşk” adlı anı kitabında neden soyadını değiştirerek köyümüzün (kasabamızın) adını aldığını çok güzel anlatır. Öykü ve romanlarında Bahadın’ı (Güllüce’yi) işler genellikle. Köy Enstitülü eğitimci- araştırmacı- yazar- Arif Baş, soyadlarımız farklı olsa da amcamdır. Abbas Sayar ile çok samimilerdi. Abbas Sayar, sık sık konuğu olurdu amcamın.
Hemen her seferinde içerler, sohbet ederlerdi. Abbas Sayar’ın kitaplarının adları bizim oralarda kullanılan deyim ve sözlerden oluşur dersem herhalde yanılmam. “Can Şenliği” buna çok güzel bir örnektir. Yanınızdaki, yakınızdaki insanların günlük konuşmalarında kullandıkları bir deyimin ya da bir sözün çarpıcı bir kitap adı olmasını görmeniz ya da daha önce duyduğunuz, bildiğiniz bir hikâyenin; bir roman veya bir öyküye konu olduğuna tanık olmanız daha çocuk yaşlarda bile size “demek ki, yazarların yazdıkları öykülerin, romanların konuları gökten zembille inmiyor” düşüncesini pekiştiriyor ve sizi adeta yazmaya özendiriyor.
Gülten Akın (Cankoçak)’ın da halk kültüründen, destansı anlatımlardan ustaca yararlanıp arı – duru bir şiir dili kurduğu bilinen bir gerçek. Diğerleri de öyle. Kısa bir süre önce genç yazarlarımızdan Ethem Baran 66. Sait Faik Hikâye Armağanı’ nı kazandı (armağanın 66. olması, 66’ nın Yozgat’ın plakası, Ethem Baran’ın Yozgatlı oluşu ve konularını Yozgat’tan seçişi burada anmaya değer).
Tabii saydığınız isimlere eklemeler yapmak mümkündür, ama müzisyen İlda Simonian’a değinmeden geçemeyeceğim: Kızım Rotterdam Konservatuarı’ na hazırlanacaktı. Hazırlık aşamasında bir müzisyenden ders almasını istiyorduk. Bir arkadaşımızın önerisi üzerine
İlda Simonian ile iletişim kurdum, hemen kendisiyle randevu yaptım. Bizi stüdyosunda karşılayan İlda Simonian ile hep Hollandaca konuştuk. Bir ara, dostuna bir sırrını açıklar gibi “ben Türkçe biliyorum” dedi. Nerede nasıl öğrendiğini sorarken köken olarak Yozgat Sarıkayalı olduğunu da öğrendik. Bize babasının yürek burkan hikâyesini anlattı. Kızımla utanarak dinledik.
Cihan Erdoğan: Sizi edebiyatın birçok penceresinde görüyoruz.
Mizah, aforizma, hiciv, fıkra gibi. Sanatın dalları arasındaki ilişkiye değinir misiniz?
İbrahim Eroğlu: Söz sanatları arasında sıkı bir ilişki olduğuna inanıyorum. Ressam renklerle şiir yazarken, şair sözcüklerle resim de yapar. Şair; şiir yazarken sözün gücünü duyumsatmak için, mizahçı; “gülen düşünceyi/ zekâ parıltısını” göstermek için kullanır. “Her şey şiirdir”, ama görmesini bilene aynı zamanda fıkradır, aforizmadır, romandır, öyküdür, karikatürdür, tiyatrodur da… Sözgelimi: Kornona virüsü söylemek istediklerime çok güzel bir örnektir. Günlüklerini yazanlar, şiirlerini yazanlar, romanını yazmaya çalıştığını söyleyenler de var şimdilik. Beni facebook sayfamdan izleyenler tanıktır; her hafta, korona virüsü ile ilgili ‘laforizmalar’ yayımlıyorum. Burada bir – iki örnek de vermek isterim:
KORONA LAFORİZMALARI
Futbol sahalarından sonra hava sahaları da açılmış.
Türkçe meali: Ayak oyunlarına ve “bommmm bom”a devam!..
*
Artık eline mikrofonu alan değil, enstrümanı alan çıkıyor balkona.
*
AVM’ler tekrar açılmış.
−Kefen bezinde büyük indirim!
*
Diyanet İşleri Başkanı, buyurmuş: “Ucuza sebze ve meyve almak için akşam pazara çıkın.”
− İyi fikir! Hem sağ elin verdiğini sol el, hem de göz gözü görmez!..
Mozart’ı, mazot anlayan ahali; elbette koronayı kolonya anlar.
Af düzenlemesi i: “Bir daha Allah düşürmesin” den , “bir daha Allah düşündürmesin”e.
Cihan Erdoğan: Tarihin trajik ve espritüel koridorlarında yolculuktan sonra galiba biraz daha ısındık.
İlk şiirinizi ne zaman, nerede ve hangi duygularla yazdınız?
İbrahim Eroğlu: Hiç unutamam; ilkokul dördüncü sınıftaydım. Bir gün öğretmenimiz bize herhangi bir konuda duygu ve düşüncelerimizi yazmamızı ödev olarak verdi. Ben, “Dertli Çocuk” başlığı altında bir şeyler yazmıştım. Ödevlerimizi okuyan öğretmenimiz beni tahtaya çağırdı ve yazdıklarımı sınıfa okumamı istedi. Yazdıklarımı sınıfa okuduktan sonra yazdıklarım hakkında övücü, özendirici şeyler söyledi.
Öğretmenimiz, ulusal bayramlarda çok güzel şiirler okurdu. Biliyorsunuz bayramlarda öğrenciler de şiirler okurlardı. Neredeyse her seferinde şiir okuyacak öğrencilerden biri de ben olurdum. “Nâzım’ın “Türk Köylüsü” şiirini hem de kaç defa okuduğumu bugünkü gibi hatırlıyorum.
Hâlâ haberleştiğim öğretmenimin “Dertli Çocuk”ta bir şiirsellik sezdiğini düşünürüm hep.
İlk şiirim, “Memleket” adlı yerel bir gazetede yayımlandı. Nâzım’a adadığım şiirin adı da uzundu: “Daha Dün Hitap Ediyordu Halklarımıza Bugün Ezilmiş Halklar Eşliğinde.”
Cihan Erdoğan: Yaşamınıza büyük bir göç hikâyesi de yerleşmiş. Biraz da Hollanda’ya geliş öykünüzü dinlesek mi?
İbrahim Eroğlu: Aile birleşimi çerçevesinde 12 Eylül’den bir hafta önce Hollanda’ya gittim. 7 Eylül 1980 her bakımdan hayatımda bir dönüm noktasıdır. Dünyanın köyünden ve çevresinden ibaret olduğunu sanan biri olarak ilk kez uçağa bindim, ilk kez uzun bir yolculuk yaptım, ilk kez konuştuğum dilin beni kurtarmaya yetmediğine tanık oldum ve daha da önemlisi ilk kez annemden ayrıldım. Yüzmeyi bilmeyen birine “haydi kendini bu okyanusta kurtar” demek gibi bir şeydi Hollanda maceramın başlangıcı.
Konumum gereği bir an evvel bir iş bulup çalışmam gerekiyordu. ”Ne iş olursa yaparım” mantığıyla iş arıyordum. Bir gün, Niğde Aksaraylı bir arkadaş çiçek seralarında kaçak işçi olarak çok çalıştığını, bazı bahçecileri şahsen tanıdığını ve iş aramaya yetecek kadar dil bildiğini vs. sıraladıktan sonra bana birlikte iş aramayı teklif etmişti. Ertesi gün birlikte iş aramaya çıkmış, Westland bölgesinde bahçecileri gezmiştik (Söylediğine göre üç köyü yaya dolaşmıştık). İşte o gezimiz aylar sonra sonuç vermiş, iş sorduğumuz bahçecilerden biri sezon açılınca beni işe almayı kabul etmişti. Giriş o giriş! Tam on dört yıl çalıştım kasımpatı yetiştiren bir bahçede. Uzun yıllar kaçak işçilerin hangi şartlar altında, nasıl çalıştıklarına bizzat tanık oldum, çünkü ben de adeta bir kaçak işçi gibi çalışıyordum. O, on dört yılda çok şey öğrendim.
Bahçede ırkçı “iş arkadaşlarım” vardı. Yabancılar hakkında her fırsatta olumsuz şeyler söylerler, dil bilmediğim için yanıtını bir türlü veremez, ağlamsı ağlamsı olurdum. Bir seferinde de bana motorla saldıracak kadar ileri gitmişti ırkçı arkadaşlarımdan biri. Uykularım kaçmıştı. Hiç unutamam; bana motoruyla saldıran ırkçının motoru hasar görmüş, benim sigortamdan hasarın karşılığını talep ediyordu. Bir gün, öfkeyle telefonu bana uzattı. Telefonun diğer ucunda benim sigortamda görevli memur vardı. Memur, bana “kaza nasıl oldu anlat bakalım” gibisinden bir şeyler soruyor, ben her seferinde cümle kurmaya çalışıyor ve memurun sorduğu soruya yanıt veremiyordum. Memur, birden telefonda benimle dalga geçmeye, ağzıma öykünmeye başladı. Çok ağırıma gitti, neredeyse ağlayacaktım. Akşam eve geldiğimde Hollandacayı anadili olarak bilen eşime anlattım. Eşim, sigortaya telefon ederek benimle alay eden memuru buldu ve ağzının payını verdi. İşte o an Hollandaca öğrenmeye karar verdim. Türkiye’den lise bir terk olarak Hollanda’ya gelmeme, güçlü bir altyapımın olmamasına karşın eğitime dört elle sarıldım. Elli yaşıma kadar da okumayı sürdürdüm.
Eşimle sohbet ederken yer yer “o memuru bulup teşekkür etsem ne iyi olur” dediğim olur. Öyle aşağılanmasaydım belki de olduğum yerde sayacaktım.
1995 yılından beri eğitim alanında çalışıyorum. Eğitim alanında trajikomik durumlarla karşılaştım. “Bir Yabancı Öğretmenin Anıları” başlığı altında anılarımın bir bölümünü “öğretmen dünyası” dergisinde yayımlandı. Mark Rutte Eğitim Bakanlığı Devlet Müsteşarı’ydı o zamanlar. Den Haag’daki Türkiyelilerin önde gelenleriyle bir araya gelip sorunlarını dinlemek çözüm üretmek, bakanlığa tavsiyelerde bulunmak istiyordu. Ben, eğitimde karşılaştığım bir sorunumu anlatınca “bu dedikleriniz Hollanda’da, Den Haag’da üstelik Schilderswijk’te mi oluyor? Hemen üstüne gideceğim” dedi. Şimdi başbakan, bir vesile ile bir araya geldiğimizde “sizi bir yerlerden tanıyorum” dedi. Biraz ipucu verince “evet, Amalia” şiirini de okumuştunuz” diye de ekledi. Hâlâ üzerine (!) de gitmedi.
Cihan Erdoğan: Biliyoruz, esası şiir olmak üzere sanatın bir çok dalıyla yakından ilgileniyorsunuz. Sanatınız üzerinde Hollanda kültürünün etkileri var mıdır?
İbrahim Eroğlu: Marx, yaklaşık olarak “insanın doğaya karşı ürettiği her şey kültürdür” demiş. Hollanda’da kırk yılı devirdim. Hollanda kültürünün iyi yönlerini almayı bir görev saydım kendime. Ancak “iyi şeyler” göreceli bir kavramdır bana göre (de). Bana göre iyi olan bir başkasına göre kötü olabiliyor ya da tam tersi. Örneğin, biz (ağabeyim Haydar da çalıştı) bahçede çalışırken patronumuzun yaşlı bir babası vardı. Babası her sabah bahçeyi gezmeye gelirdi, işçilerle birer birer merhabalaşır haftada en az bir sefer de iyisinden bir demet çiçek alır giderdi. Aldığı çiçeğin parasını oğluna peşin öderdi. Bu durumu biz kabullenemezdik, bize çok tuhaf gelirdi. Bir gün patronumuz, bizim anlayacağımız şekilde anlatmaya çalıştı. “Babam, emekli. Giderleri sınırlı. Biz altı kardeşiz. Her hafta gelip bir demet çiçek alıyor. Bu sadece bir yılda elli iki demet çiçek eder. Bir demet çiçeğin fiyatı şu kadar. Babam öldüğünde altı kardeşin altısı da mirasını eşit bölüşecek” dedi. Ne anlatırsa anlatsın, nasıl anlatırsa anlatsın bize hep ters gelmiştir.
Siz, daha çok sanat açısından sorduğunuz için biraz da sanat boyutuna değineyim: Uzun yıllar Hollanda edebiyatına, sanatına sırt çevirdiğimiz “bunlar yazar olsa ne yazar” mantığıyla yaklaştığımız su götürmez bir gerçektir. Ancak Hollanda edebiyatından (daha çok şiirinden) çeviriler yapmaya başladıktan sonra ne kadar önyargılı olduğumuzun ayrımına vardım. Genelde Avrupa, özelde Hollanda şiirinde “zekâ parıltısı” ürünlerin ön plana çıktığını gördüm. Doğu toplumlarındaki imgeye dayalı duygu yüklü şiirlerin yerini, Batı’da; ironiye (mizaha) dayalı zekâ ürünü şiirlerin aldığı gerçek. Bizim için, benim için bu müthiş bir olanak sunuyor aslında. Lirizmle, ironiyi harmanlayarak yeni bir sentez, yeni bir soluk getirebiliriz şiire. İkinci Dünya Savaşı’nda şair babası toplama kamplarında ölmüş, savaşın acılarını eserlerinde işleyen ve hâlâ hayatta olan şair var, Nazilerin bombardımanından sağ çıkabilmek için anne ve babasının sığındığı kümeste doğan şair var. Biz bunları yıllardır duymadık, görmedik bile. Bugüne dek yaklaşık on beş Hollandalı şairin şiirlerini Türkçeye çevirdim. Sözün gücünü nasıl kullandıklarını, hangi konulardan şiir devşirdiklerini gördüm. Benim açımdan çok ufuk açıcı oldu.
Cihan Erdoğan: Şiire dair birkaç söz söylemek isterseniz neler söylerdiniz?
Şiirde alışık olduğunuz bir tarz var mı? Mesela serbest ölçüde şiir ya da kafiye olmazsa olmaz…. Filan gibi. Ya da hiç yazmam dediğiniz bir şiir tarzı var mı?
İbrahim Eroğlu: Şiirin ne olup ne olmadığına dair çok şey yazıldı, çizildi. Genel kanı “şiirin tarif edilemeyeceği, tarif edilirse her şairin ancak kendi şiirini tarif edebileceği” doğrultusundadır. Bilineni tekrarlamak gibi olmazsa bana göre de şiir “söz sanatıdır, dil içerisinde dil yaratmaktır.” Bu tanımdan devam edersek –bana göre- dil içerisinde dil yaratmak için bütün olanaklar ve teknikler kullanılabilir. Şiir; ölçülü de yazılabilir, ölçüsüz de, uyaklı da yazılabilir, uyaksız da, sloganlı da olabilir, slogansız da. Günümüzde bazı şairler, Divan Şiirinin olanaklarını kullanıyorlar. Ben, Divan Şiirine çağdaş bir yorum getirebiliyorlar mı, bir yenilik ekleyebiliyorlar mı, ustaca yararlanabiliyorlar mı ona bakarım. Son dönemlerde “Gezi Şiirleri” diye tanımlayabileceğim şiirler yazıyorum. Dörtlük formunda yazdığım şiirlerde gezdiğim, gördüğüm ülkeleri, şiirin süzgecinden geçirerek büyüteç altına almaya çalışıyorum. Bu tür şiirlerimden ilki olan “Portekiz Dörtlükleri” yayımlandı. Bir yayınevi benden “Fas Dörtlükleri” dosyamı istedi şimdi o dosyayı hazırlıyorum. Bunu; “Türkiye Dörtlükleri”, “Hollanda Dörtlükleri” ve “Bosna Hersek Dörtlükleri” izleyecek, şimdilik…
Toparlarsam; dörtlük formunda, temalı şiirler yaratıcı kılıyor insanı. Sırf “dörtlük formuna karşıyım” mantığıyla davransaydım yaratıcılığımı köreltmekten başka bir işe yaramaz (dı) diye düşünüyorum. Bu bağlamda, ağabeyimden örnek de vermek isterim; gazeller, rubailer, maniler ve tuyuğlar yazıyor. Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde “Çağdaş Hayyam” diye başlık atılarak söz edildi kendisinden. “Eski” tarza, yeni bir boyut katmasındadır o başlığın atılmasındaki sır. “Her şey şiir” olduğuna göre; biz, her şeyden şiir çıkarmaya bakalım.
Cihan Erdoğan: Şu ana kadar herhangi bir şiir yarışmasına katıldınız mı?
Varsa aldığınız ödüllerden bahseder misiniz?
İbrahim Eroğlu: Ödüller, yarışmalar tartışmalı bir konu. Ödüllere, yarışmalara prensip olarak katılmama kararı alan şairler ve yazarlar bir hayli fazla. Bunda elbette jüri üyelerinin büyük payı var. Yer yer yarışmaların, ödüllerin saygınlığına gölge düşürdükleri de oluyor, ancak ben kökten “yarışmalara, ödüllere karşıyım” demenin doğru bir tavır olduğuna inanmıyorum. Enerjimizi, “şeffaf bir jüri neden oluşturulamaz?” sorusuna yanıt aramak yerine protesto edip geri çekilmeye harcıyoruz. Ödüllerin, yarışmaların çok özendirici, tetikleyici olduğu göz ardı edilemez bana göre.
Bazı şiir yarışmalarına ve ödüllerine katıldım. Bartın Kitap Fuarı’nda üç kez ödül aldım. Aykırısanat dergisi Özel Ödülü’ne layık görüldüm. Bir yarışmada da dereceye girdiğimi yıllar sonra öğrendim. Hollanda’da Poetry International kapsamında verilen Dünya Şiir Ödülü’ nü ve NPS Radyosu’nun şiir ödülünü kazandım.
“Ufkunda Ceylanları Kovalanmış Kırların Tedirginliği” adlı dosyamla Cegerxwin’in yüzüncü doğum yıl dönümü nedeniyle düzenlenen şiir yarışmasında da dikkate değer görüldüm. Jüri başkanı sıfatıyla bunu Arif Damar’ın açıklamış olması benim açımdan çok anlamlıdır.
Cihan Erdoğan: Hollandaca deneme metinleri, şiirler çevirdiniz. Hollanda’da yaşayan sanatçı ve edebiyatçılarla Balad Şiir Vakfı’nın kurucuları arasındasınız.
Biraz da Vakıf faaliyetlerinden söz etsek mi?
İbrahim Eroğlu: Balad Şiir Vakfı, kurulalı sekiz yıl oluyor. Şimdiye dek, hiçbir kurumdan beş kuruş ödenek almadan gerçekleştirdi etkinliklerini. Madem sordunuz gerçekleştirdiği etkinliklerin en önemlilerini sıralayayım:
−Güncel Sanat Dergisi’nde “Günümüz Hollanda Şiiri Özel Bölümü”
(Bu bölüme yaşayan 18 Hollandalı şair katkı sundu. Hollandalı şairlerin yaşamöyküleri ve birer şiirlerini çevirerek fotoğraflarıyla birlikte Hollandaca/ Türkçe bir değerlendirme yazısıyla birlikte yayımladık).
− “Hollanda’ da Yaşayan Türkiyeli Şairler Şiir Özel Bölümü”
(Yine aynı dergide yayımladı. Bu bölüme Hollanda’ da yaşayan 28 arkadaşımız katkıda bulundu.)
−Hollanda’da Yaşayan Türkiyeli Şairler Şiir Antolojisi
(Bu antolojide 44 arkadaşımızın şiirleri yer aldı.)
−Nâzım Hikmet Heykeli
(Balad Şiir Vakfı’nın bir etkinliği olarak “Okurları Nâzım’ın Heykelini Dikiyor’ başlığı altında başlattığımız ve her okurun 10 euro ile katkı sunacağı projeye nerdeyse kimse katkı sunmayınca, bütün masraflarını vakfın başkanı sıfatıyla ağabeyim Haydar üstlenerek Hacıbektaş’ a Nazım’ın heykelini diktirdi.
−Dünya Şiir Günü Kutlamaları
(Hollanda Birinci ve İkinci Meclisi’ne 17 şairin katılımıyla gezi düzenledik. Türkiye’den konuk şairlerimizden Yelda Karataş, her yıl hükümet programının okunduğu Şövalye Salonu’nda şiir okudu.)
−Söyleşiler
Balad Şiir Vakfı’nın face sayfasında , aralarında; Özkan Mert, Tekin Gönenç, Nevzat Çelik Salih Bolat, Ahmet Telli gibi şairlerin de bulunduğu şairlerle Türkçe söyleşiler; yine aralarında Tsead Bruinja (bu şair daha sonra Hollanda’nın vatan şairi seçildi), Jana Beranová (Milan Kundera’nın da çevirmeni), Sabine Kars, Edith de Gilde gibi Hollandalı şairlerle şiir üzerine ufuk açıcı söyleşiler yaptık.
−Hollanda Şiirinden Çeviriler
(Bu bölümde bugüne dek on beş, on altı Hollandalı şairin şiirlerini Türkçeye çevirdik.
−Haftanın şairi
Face sayfamızda, her hafta dünyanın dört bir tarafından bir şairimizi haftanın şairi olarak tanıtıyoruz (Dosyasını kendisi göndermeyen hiçbir şairin ürünlerine sayfamızda yer vermiyoruz).
−Şiir Atölyesi
Cem Duman arkadaşımızın çabalarıyla şiir atölyesi projemize maddi kaynak sağlandı. Şiirin tarihi, Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı, akımlar, kuşaklar, yazım kuralları, şiir ve çeviri gibi konularda katılımcılara dersler verilecek. Korona virüsü nedeniyle atölye çalışmalarını geçici bir süre ertelemek zorunda kaldık. İlk fırsatta başlatacağız. Buradan da ilgilenecek olanlara duyurmuş olalım; atölye çalışmasına herkes katılabilir. Bu konuda sadece Balad Şiir Vakfı’nın yönetim kuruluyla iletişim kurulması yeterlidir.)
Cihan Erdoğan: Günümüzde şiire yeterince önem veriliyor mu? Önem verilmiyorsa sizce neden?
İbrahim Eroğlu: Aziz Nesin’ in deyimiyle her üçümüzden beşimiz şairiz, ama seksen milyonluk bir ülkede bir şiir kitabı ortalama bin, bin beş yüz adet basılıyor. “Şairlerin bile şairleri okumadığı” da söyleniyor.
Hollanda’nın nüfusu Türkiye’nin nüfusundan çok daha az olmasına karşın, burada da şiir kitabının fazla basıldığı ve satıldığı söylenemez. Yakınmak yerine nesnel bir bakış açısıyla neden ve sonuç ilişkisini iyi analiz etmek gerekiyor. Bana göre şiir, diğer sanat dallarına kıyasla okurundan çok daha fazla çaba istiyor. “Şiir, şair ile yaşam arasında başlayan şiir ile okur arasında sürüp giden diyalektik bir ilişkidir” tespitinde bulunanlar, boşuna bu tespitte bulunmuyorlar sanırım. Her okurun aynı şiiri farklı bir okuyuş ve anlamdırma tarzı vardır. Hatta aynı okur, aynı şiiri ikinci üçüncü kez okuduğunda bir öncekilere göre daha farklı anlamlar yükleyebilir. Biraz daha ileri gidersek; şairin söylemek istediğinden daha güçlü anlamlar da çıkarabilir şiir okuru (tabii tam tersi de olabilir). Bazen herkesin çok beğendiği bir şiiri hiç beğenmeyebilirsiniz ve herkes beğeniyorsa ben de bir eksiklik (gariplik) var duygusuna da kapılabilirsiniz. Bu nedenden dolayı da “şiir bir imâ sanatıdır” ve yoğun okumalar gerektirir. Yoğun okumalar için zaman ayırmak gerekir. Günümüzde, zamanınızı kimin nasıl kullandığını söylemeye bile gerek yoktur…
Şiire yeteri kadar önem verilmemesi şiirin önemsiz olduğunu göstermez.
Cihan Erdoğan: Bu salgınlı, Koronalı günlerinden konuşalım istiyoruz.
Neler yapıyorsunuz, neler okuyorsunuz, üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı?
İbrahim Eroğlu: Daha önce örneklerini verdiğim gibi “Korona Laforizmaları” yazıyorum. Yine daha önce belirttiğim gibi gezdiğim gördüğüm ülkelere özgü –her biri kitap bütünlüğünde- dörtlükler yazıyorum. Aşk şiirlerini içeren şiir dosyamı tamamlamak üzereyim. Çocuklar için şiirler, resimli öyküler yazıyorum (Resimli öyküleri daha çok Hollandaca kaleme alıyorum). Hollanda şiirinden yaptığım çeviriler de bir dosya oylumunda. “Hollanda Şiiri Antolojisi” hazırlıklarına başladım diyebilirim. Yine, “Lâleler Ülkesin(d)e Yazılmış Şiirler Seçkisi” hazırlıyorum. Bu seçkinin birinci bölümünde yolu Hollanda’ya düşen şairlerin (F. Hüsnü Dağlarca, Özkan Mert, Sebahattin Yalkın, Murtaza Vural vd.) şiirleri, ikinci bölümde de Hollanda’da yaşayan şairlerimizin Hollanda hakkında yazdıkları şiirlere yer vermek istiyorum. Eğer olanaklarım el verirse iki dilde, yoksa sadece Türkçe hazırlayacağım seçkiyi. Hâlâ öğretmenlik yaptığım için anılarımı yayımlamama rağmen kitaplaştırmakta biraz ağırdan aldırıyorum yeni anılar da ekleyebilmek için.
Cihan Erdoğan: Tarihin sanat sayfalarını aralayan Hollanda’da yaşıyorsunuz. Sizi etkileyen Hollandalı edebiyat ve sanatçıları sizin dilinizden sanat severlere anlatırsak daha iyi olacak.. Bir güzel pencere de buradan açalım mı?
İbrahim Eroğlu: Tabii…Biliyorsunuz Hollanda resim sanatında çok ileride. Dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü ressamları arasındadır Hollandalı ressamlar. Hollandalı ressamların yaptıkları resimler / tablolar aynı zamanda birer şiirdir de bakmasını bilene. Hollanda şairleri hakkında önyargılarımı belirtmiştim. Önyargılarımı bir tarafa bırakıp Hollandalı şairlerin şiirlerini Türkçeye çevirmeye karar verince yaptığım büyük yanlışlığın farkına vardım.
cees buddingh’ , Remco Campert, Vasalis, Jan Jacob Slauerhoff, Martinus Nijhoff, Justus Anton Deelder, Constantijn Huygens, Gerrit Komrij ve Janus Secundus (1511- 1536) gibi birbirinden değerli şairler yetişmiş bu avuç içi kadar küçük ülkede. Özellikle Janus Secundus’e kısaca değineyim: Kısacık ömründe şiirlerini Latince yazmış ve Latinceden Hollandacaya çevrilmiş. Balad Şiir Vakfı ve Şiirler.. grubu için birkaç şiirini Türkçeye çevirdim. Yaşadığı dönem, kısacık ömrü, özyaşam öyküsü ve o kısa yaşama sığdırdığı şiirleri göz önünde bulundurulduğunda “keşke biraz daha fazla yaşayabilseydi de bize daha fazla şiir bıraksaydı” demeden kendinizi alamıyorsunuz. Diğer şairlerdeki ironi damarının aksine bu şairde epik (destansı) ve lirik bir ses var. Beni çok etkiledi şiirleri. Bir gün, şiirlerinin tamamını Türkçeye kazandırmayı aklımın bir kıyısına not ettim. Şairin şiirlerini merak edenler Balad Şiir Vakfi’ nın face sayfasını ziyaret edip gerilere doğru giderek bulup okuyabilirler.
Eroğlu’nun Pandemi Sürecinde Yayınlanan Şiir Kitabı
Cihan Erdoğan: Biraz absürd olacak. Şiirlerinizde yaşadıklarınızı mı yazıyorsunuz, yaşamak istediklerinizi mi?
İbrahim Eroğlu: Her ikisini de.
Cihan Erdoğan: Bizlere zaman ayırdığınız için teşekkürler..
İbrahim Eroğlu: Ben de size teşekkür ederim.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Beşinci Sanat çalışanlarına çok teşekkürler.Daha iyi daha güzel içeriklerle donanmanız kültürel çölleşmeye yüz tutmuş ülkemizin yararına olacağı kesindir.Başarınız daim olsun.
Biz teşekkür ederiz. Saygılar…