Dijital Dünyada Sanal Hayatlar / Heybet AKDOĞAN

İNCELEME

Dijital Dünyada Sanal Hayatlar / Heybet AKDOĞAN
Yayınlanma: Güncelleme: 133 views

Çağın insanları olarak dijital bir dünyayı yaşıyoruz. Sosyo-kültürel hayatımız dijital kuşatmanın içinde. İletişimden etkileşime kadar dijital imkânların sunduğu olumlu ve olumsuz bütün olanaklara sahibiz.

İnternet dünyası içinde gelişen dijital evren; kimi zaman bilgiye ulaşmamızı kolaylaştırırken kimi zaman da istediğimiz birçok şeyi kısa bir sürede elde edişimizden kaynaklı öz güvenle, özgürlüğümüzün ve kişisel tercihlerimizin ölçülerini belirliyor. Bununla birlikte dijital dünyanın sahipleri tarafından bizlere sunulan şiddet ve dezenformasyon içerikleri var. Bireyleri belirlenmiş bir yaşam kültürüne yöneltmek için, her türlü görüntü ve bilgi kirliliği takip edilemez bir hızla sunuluyor. İletişim teknolojisinde yaşanılan bunca hızlı ilerleme, bizi bilgi toplumundan “deforme edilmiş ağ toplumlarına” dönüştürüyor. Hemen hemen herkesin bir sanal dünyası var.

Farkında olmasak da unuttuğumuz gerçek, günlük hayatımızın yanında dijitalleşmeyle birlikte paralel bir dünya bina edişimiz ve kendinimize alternatif bir yaşam yaratmamızdır. Bu hayatı en fazla sosyal medya platformlarında yaşıyoruz. Sosyal medyada dijital teknolojinin olanaklarıyla kendimizi tanıtma yöntemlerimiz; semboller, emojiler, tasarlanmış fotoğraflar bazen de avatarlar oluyor. Kendimizi bu şekilde tanıtmamız sadece “mümkün olduğu kadar” aslımızın kopyası olabiliyor. Gerçekte ise, kurguladığımız varlığımız zamanla mevcûdiyetimiz oluyor. Dijital dünyada kapladığımız yer; bedenimiz ve ruhumuz somut koşulumuzun soyut kavramlarında ifadeleşiyor. Fiziksel varlığımız fotoğraf ve videolarımızla sanal âlemde; dijital dünyanın veri kaynaklarını çoğaltıyor. Güzelleştirmeye çalıştırdığımız çehremiz, akrobatik davranışlarımız ve atletik göstermek istediğimiz vücûdumuz, internet dünyasının olağanüstü becerileri olarak kabul görüyor. Ancak bunlarda bize yeterli gelmiyor. Görsel temsillerin ötesine de geçmek isteyen çabalarımız, düşünce ve duygu dünyamızın internet ağlarında, var olmak ispatının donelerine evriliyor. Böylece dokunmak istediklerimiz, tadını ve kokusunu duyumsamak istediklerimiz, üç boyutlu varlıklar ortamında ve sanal mekânlarda hiç ulaşılamayan, tatsız ve kokusuz varlıklar olarak karşımızda duruyorlar. Ama nedense birçok insanın bu konuda bir karşı fikri hâlâ yok.

Zihinsel kapasitemiz, motivasyonumuz ve emek sürecimiz tamamen dijital dünyanın tuşları kadar kullanışlı bir hâle gelmiş. Neredeyse dijital âlemin oyuncu gerektirmeyen oyun karakterlerini içselleştirmiş gibiyiz. Bu âlemde böylesine zaman tüketenler, kendilerini kontrol edemeyen birer oyuncuya dönüştürmüş. Oynadığımız oyunlarla, servis ettiğimiz video ve fotoğraflarımızla bilinçli ve duygulu özneler olarak görünebilmek için; başkalarının üretip sunduğu oyunlarla, başkalaşmış fotoğraflarımızla ve montaj videololarımızla bütünleşerek bazen bir dekor, bazen bir arkayüz bazen de bir figürandan ötesi olamıyoruz. Buna mukabil dijital dünya nedeniyle; ırk, cinsiyet ve kültürel farklılıklar gibi olgularımız ortadan kalkıyor. Ne yazık ki, bu dünyada sahip olduğumuz yeni aidiyetlerimiz ve kimliklerimiz, hiçliğin ve boşluğun içinde gelişen; âdeta adıllaşan anlamsızlıkların nesneleri oluyorlar. Bilgisayarların ya da cep telefonlarımızın, birbirine internet ağlarıyla bağlandığı andan itibaren buluştuğumuz sanal topluluk ortamlarında, alternatif toplanma yerleri elde etsek de, aşağılanmış duygularımızla ve  simülasyonlaşan iletişimimizle, elektronik birer görüntü ve seslerden başkası değiliz oysa…

Yaşadığımız çağ gün geçtikçe dijitalleşmeye devam ediyor. Ve bizler gerçek hayattaki sorumluluklarımızdan kaçabilmek için, sığındığımız dijital dünyada; yaptıklarımızla, söylediklerimizle, hissettiklerimizle ve düşündüklerimizle sanal bir varoluşa doğru yol alarak, sanal hayatları gerçeklerimiz olarak sahipleniyoruz. İnsanın maddi ve manevi varlığına dair algıları köklü biçimde dönüştüren dijital dünya, sosyal ve kültürel hayatımızda varoluş sürecimizi tümüyle yönlendiriyor. Artık insanın özne oluşu, yalnızca fiziksel varlığıyla değil; ekranlarda yansıttığı imgeler, oluşturduğu sanal profiller ve içinde bulunduğu dijital ağlarla tanımlanıyor. Bu dönüşüm, bir anlamda insanın kendi sûretini simüle ederek yeniden üretmesidir. Bu yeniden üretim ise, insanın özgürleşmesini değil; çoğu zaman benliğin parçalara ayrılarak yüzeyselleşmesini beraberinde getiriyor.Kendi gerçekliğinden koparılan birey, dijital mecralarda anlam arayışını sürdürürken; özgünlüğünü, iradesini ve duygusal derinliğini, algoritmaların şekillendirdiği formlara teslim ediyor. Modern insanın dijital kimliği, artık bir “yansıma”dan ziyâde, onun gerçekliğini kuran asli bir unsur hâline geliyor. Bu durum, Jean Baudrillard’ın “simülakrlar” kavramıyla ifade ettiği, gerçeğin yerini alan sahte temsiller dünyasıyla sıkı sıkıya örtüşüyor. Geldiğimiz noktada, dijitalleşme yalnızca bir teknolojik ilerleme değil; varoluşsal bir kırılmadır. Kimlik, aidiyet, iletişim, sosyalleşme, kültür ve hakikat gibi temel insani olgular, sanal alanlarda yeniden biçimlenirken birey, bu akışta daha fazla veri, daha az özne oluyor. Bundan ötürü dijital çağın insanı, yalnızca teknolojiyle değil; kendisiyle, hakikatle ve anlamla yeniden yüzleşmek zorundadır. Aksi takdirde dijital yaşam biçimi, insanın kendi varlığını tükettiği bir mecra olmaya devam edecektir.

Heybet AKDOĞAN

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.