BİR TUTAM İSTANBUL -2 /Melek Koç

ANLATI

BİR TUTAM İSTANBUL -2 /Melek Koç
Yayınlanma: Güncelleme: 1.228 views

Karaköy’e geldiğimde Tünel’e doğru gidiyor ayaklarım. Kulaklarımda hâlâ çocukluğumdaki gürültülü vagonların sesleri. Yaşı ellinin üzerinde olan İstanbulluların mutlaka hatırlayacağı o şangır şungur ses. Bugün yağ gibi kayıp giden vagonlar o eski tadı vermiyor bana.

Her Tünel’e binişimde üstü başı perişan, yoksul küçük oğlan çocuğunu arar gözlerim ve Sait Faik’in Tüneldeki Çocuk öyküsüne misafir karakter olarak katılırım. Mümkün olabilse geriye sarabilsem zamanı. Tünel’den çıktıktan sonra, Beyoğlu’nda başında şapkası, yüzünde sarışın çocukluğu, pardösüsünün yakasını kaldırmış, dudağında sigarasıyla dalgın yürüyen  Sait Faik’e rastlasam…Koluna girip onu Markiz’de bir soluk almaya ikna edebilsem… Bana öykülerinden, Burgazada’dan, Varbet’in topal martısından, Yorgiya’dan söz etse kahvelerimizi yudumlarken.

Taksim’e doğru yürürken kitapçı vitrinlerine bakıyorum. Yeni açılan birkaç kitabevi içimdeki umut kandilinin fitiline dokunuveriyor uzaktan. Yüreğimi aydınlatıyor hâlâ güzel şeyler yapan insanların oluşu. İçeri girip kitapları karıştırıyorum. Büyükçe bir bölümde “Ne alırsan 50 TL” yazıyor. O fiyattan satılması o kitaba saygısızlık olabilecek kitaplar görüyorum aralarında.  K.Jaspers’in Nietzsche hakkında yazdığı bir kitabı seçip alıyorum. 600 küsür sayfalık kitaba elli lira verirken Jaspers’ten özür diliyorum.

Galatasaray’a gelince Duduodalar sokağına giriyorum. Bedir Han yorgun gözlerle bana bakıyor. İkinci kattaki diş deposunda çalışan o kızı hatırladığı aşina bakışlarından belli.
“Sen de yaşlanmışsın!” diyor. “Nerede o güzel kız?”
“Çok uzaklarda kaldı” diyorum.
“Her şey değişti buralarda” diyor. “Beyoğlu, eski Beyoğlu değil!”
“Boş ver, ben de eski Melek değilim zaten” diyorum uzaklaşırken.

Balık Pazarı’nda midye tava, kokoreç kokusu. Ekmek arası midye , bol tarator canım çekiyor. Tavadaki kararmış yağı görünce vazgeçiyorum. Eskiden olsa umurumda olmazdı. İnsan yaşlandıkça canı tatlı oluyor galiba…
İnci Pastanesi’nin önünden geçerken vitrinden içeri bakıyorum. Tezgahın üzerindeki porsiyonlanmış  profitoroller uzaktan göz kırpıyor.
Ama benim tatlı yemem yasak!
Şeker komasına girebilirim.
Olsun, ağzının tadıyla ölen kaç kişi vardır dünyada?
Görünmez bir el omuzlarımdan içeri doğru itiveriyor. Tezgahtan bir tabak kapıp kapının yanındaki küçük masaya ilişiyorum.
İlk kaşıkta müthiş bir hayal kırklığı…
Nerede o çikolata sosunun 1970’lerdeki muhteşem lezzeti?
Bir şeyler düğümleniyor boğazımda, jilet kesiği gibi incecik bir sızı yerleşiyor yüreğime.

Fitaş Pasajı’nın önünde durup afişlere bakıyorum. Pasajın eski sıcaklığından eser kalmamış. Fitaş sineması kim bilir kaç parçaya bölünüp cep sinemalarına dönüştürülmüş, öğrenmek istemiyorum.  Dr. Jivago, Rüzgar Gibi Geçti, Aşk Hikayesi bir telaş geçiyor gözümün önünden…

Birden burnuma nefis bir pilav kokusu geliyor. Etrafıma bakınıyorum, az ötede Ağa Camii’nin köşesinde nohutlu pilav satılıyor. Küçük, üç tekerlekli bir araba, önünde üç-beş tabure.
Hizmette sınır yok!
Bugün arsızlığım üzerimde. İçimdeki çocuk şımarmak istiyor.
Minik taburelerden birine oturuyorum.
“Bir mi, bir buçuk mu olsun abla?” diye soruyor güleç yüzlü genç adam.
“Bir” diyorum.
“Karabiber ister misiniz?”
“Hayır!” diyorum, “Varsa bir tutam eski İstanbul olabilir.”
Genç adam yüzünde soran bir ifadeyle bana bakıyor.
“Aldırma” diyorum, “Karabiber sevmem. Zaten eski İstanbul da kalmamış.”

Melek Koç

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

YORUMLAR (1)

YORUM YAZ

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.