Zamana Sıkışmak / Fatih Oto

İki bin dört yılının sıcak bir öğle sonrası loş halde bulunan odada ne yapmaya karar veremeyen Mert oturduğu kanepeden kalkıp masasının başına geçti. Yorgun dense değil ama bıkkın bir hali..

Zamana Sıkışmak / Fatih Oto
586 views

İki bin dört yılının sıcak bir öğle sonrası loş halde bulunan odada ne yapmaya karar veremeyen Mert oturduğu kanepeden kalkıp masasının başına geçti. Yorgun dense değil ama bıkkın bir hali vardı. Sıcaklar mı, tek düzelik mi ne olduğu açıkça belli olmayan bir ortam havası belki buna neden oluyordu. Mert sorunun kendisinde mi yoksa şu etrafında dönüp duran atmosferde mi olduğunu kendi kendine soruyor ve farklı bir yanıt bulamıyordu.

Bir sokak satıcısının ortamın sessizliğini yırtan sesiyle irkildi. Ne sattığı ya da söylediği anlaşılmayan acayip yırtıcı bir bağırıştı. İçinde bir sözcüğü seçmek çok zor. Tabii onu tanıdık, bildik yapan, özelliği değişmeyen o ses olmalıydı. Alıcıları onu ses yapısından çıkarır ya da ne satıyor diye meraklı biri pencereden, balkondan bakıp anladıktan sonra artık ne olduğunu bilirdi. Mert, “Ne satarsa satsın, benim dikkatimi ancak bu kadar çekebilir. Bana ne sattığını merak etmemi sağlayamaz,” diye söylendi. O acayip sesleri dinler ve kafasından silmeye çalışır. Ama ses de öyle kolay kolay yakasını bırakmaz. Tabii o harflerin arasına belli belirsiz başka harfler de karışır. Tam olarak ifade etmek mümkün değil.

Günün içerisinde başka sesler de kendini belli eder. O istemese de bu gürültücü seslerden kaçış yok. Ortam sessiz olduğu zaman kuş seslerini duyabilir. Doğrusu onlara diyecek hiçbir şey diyemez. Kuş seslerini duymaktan her zaman hoşnuttur, güvercin guruldamaları hariç… Kumrular kısmen evlere bağlıdır ama son derece naziktirler. Derken kulağına yırtıcı bir karga sesi gelir. Kargalar arada sırada öter. Şehir bir tuhaf oldu zaten. En yüksekte büyük kanatlı, koca gagalı martılar uçuşur. Zaman zaman sesleri köpek havlamasını andıran bir yankı yapar.

Oturduğu katın hemen karşı dairesinde anne babası kalır. Genellikle yemeği orada yer. Sebahat hanım gelenekçidir. Onun bu ailede saygı gören, sevilen hatırı sayılır bir yeri vardır. Şehir yaşamının tekinsiz koşullarında yalnızlaşmak istenen bir şey değildir. Her zaman yardım, dayanışma, destek ihtiyaçları kendini duyurur. Herkes elinden gelen bir iş bölümünden sorumlu olur. Bu keyfi değil daha çok bir zorunluluktan kaynaklanır. Dayanışmanın manevi, psikolojik yönden olması onu daha değerli yapar. Yani onlarınki maddiyata gömülü yalıtılmış, bencilleşmiş bir tarz değildir. Üyeler hayatın işleyen bir parçası, sorunları çözmeyi sağlayan bir fonksiyon olmaya devam eder ki bu da güven verici bir destek verir. İşin en tedirgin edici yanı da bir gün bu desteğin kopup gitmesidir. Bu nedenle üye kendi ayakları üzerinde durabilecek bir konuma gelmiş olmalıdır. Mert’i bu konuda kaygılandıracak bir şey yoktu, ancak mesele kişinin kendini garantiye almasından ziyade dayanışma ve paylaşımın sürdürülebilmesiydi. Mert de üzerine düşeni yerine getirip anne ve babasıyla paylaşımlarını sürdürüyordu.

Yine çeşitli düşüncelere dalıp gitti. O acayip ses düşüncelerini darmadağın edip bambaşka yerlere götürdü.

“Yine dikkatimi dağıttı,” diye söylendi. Gerçi bunun bazen iyi tarafları da vardı ama bir konuya yoğunlaşmışsa o zaman hiç hoş olmuyordu. Not almak istediği şeyler varsa onları kaçırırdı. Şimdi satıcının yırtıcı sesi yine düşünce akışını bozdu. Eskiden sokaklarda dolaşan bir simitçi vardı ki nağmeli bir sesle seslenirdi, ona saygı duyardı.

Dikkati dağılınca aklına çeşitli şeyler gelmeye başladı. Geçmişteki bir durumu düşündü. Onunla farklı dünyaların insanlarıydılar. Arada kapanmayacak kadar çok karşıtlıklar vardı. Dil içeriği farklı, duyuş, anlayış farklı vs. Hataya düştüğü oldu, bunu kabul ediyor. Bazen ortalık beklentilerinden uzakta bir kargaşaya dönüşebiliyordu.

Belki her olanak insanın elinde ama yolu bozan bir şeyler var. “Ne yapacaktım, ben, ah, ne yapacaktım?” diye söylendi. Elindeki not defterini açtı. Çeşitli yakın, tanıdık, arkadaş kimselerin telefon numaraları var orada. Şimdi biriyle konuşmak, hatta buluşmak iyi olmaz mı? İnsan tuhaf bir yalıtılmışlık içinde… Deftere baktı, görüştüğü kadın arkadaşlar bulunuyor. Kimileri evlenmiş ayrılmış, çocukları bir yanda. Şermin dikkatini çekiyordu. Mantıklı düşünmeyi seviyor, atletik yapılı, bedenine özen gösteriyor, rahat davranıyor. Hem Mert’e olan samimiyetini de gösteren biri. Aralarında ilişkilerini gerecek pek bir şey bulunduğu söylenemez. Özellikle tinsel, tematik olarak paylaşacakları şeyler var.

Gereklilikler dışında telefonda konuşmayı sevmez ancak bu zamanda yakınlara ulaşmak için telefondan başka da bir çare kalmıyor. Şermin’e telefon açtı. Kulağı gelecek “tık” sesinde. Telefon açılıyor ve Şermin karşısında. Mert hemen adını söylüyor. Şermin’in resmi havası kaybolup samimi bir hal alıyor. Sanki onun telefon etmesini bekliyormuş gibi. Mert umduğundan daha yakın bir rahatlıkla karşılandığına memnun oluyor. Mert üzerindeki ağırlığı atıyor. Sonunda öğleden sonrası için buluşmaya karar veriyorlar.

Metroya binmek üzere dışarı çıkan Mert yıllarca arşınladığı caddeden ve üzerinde bulunan Teknik Okulun önünden geçerken okulun pencerelerine bakıp yıllar öncesini düşünmeden edemiyor. Sıkı bir disiplin altında geçen yıllar, baskılar. Okul bittikten sonra karşısına başka sorunlar çıkıyor. Okul dönemindeki heyecanlar, korkular, arkadaşlıklar, eylemler, devrimcilik şimdi gerilerde kalmış sis bulutları arasında dağılmış gibi duruyor. Umutların, merakın kırıntıları bile bulunuyor mu acaba? Zamanda bükülme nasıl bir şey? Kuantum belirsizlikler, non-öklidyen bir uzam… İnsanı alıp götüren, belirleyen ne? Bu kopukluklar, temas kaybı niye? İnsanı böyle bir boşluğa kim atıyor?

Buluşacakları istasyona gidecek metroya bindi. Uzun karanlık tünellerden geçti. İstasyonu kaçırmamak için dikkat kesildi. Sonunda ineceği istasyona geldi. İndikten sonra küçük turlar atarak beklemeye başladı. Şermin henüz ortalarda görünmüyordu. Nerde kaldı, diye düşünürken o göründü. Buralarda gidilecek yerleri bilmediğinden o bir öneri sundu ve tekrar metroya binip oraya doğru yola koyuldular. Bahçeli bir kafeye geldiler. Hava kararmıştı. Siyasetten, genel konulardan konuştular. Birçok noktada düşünceleri uyuşuyor, birbirini destekliyordu. Şermin siyaseten oldukça kararlı görüşlere sahipti. Bazı noktalarda düşünceleri ayrılıyorsa da bunlar o kadar farklı şeyler sayılmazdı. Çaylarını içtiler. Bahçenin serinleyen havası, sohbet Mert’e iyi gelmişti. Şermin aile sorunlarından söz açtı. Çocukları karşı tarafta olduğu için onların öğrenimleriyle ilgili aralarında bir takım anlaşmazlıklar bulunuyormuş. Çocukların seçecekleri dalda onlara yardımcı olmak istiyor, bu konuda karşı tarafla aralarında birçok çekişme sürüyormuş. Onlar kendi istedikleri bir dalı dayatırken Şermin oğlunun ilgi duyduğu bir dala yönlenmesinden yanaymış.

Mert bir ara uzun zamandır içinde bulunduğu durumdan uzaklaşacak bir tatil yapmadığını düşündü. Hava kararıp vakit de ilerledikten sonra kalkıp içkili bir kafeye gittiler. Orada da geç vakte kadar oturup içkilerini yudumladılar. Mert saate baktı. Bu saatte eve dönmek hayli zor olacaktı. Gecenin karanlık otoyollarında yürümeye başladılar. Gökyüzünün geniş boşluğunda yıldızlar yanıp sönüyordu. Otoyoldan araçlar kurşun hızıyla geçip gözden kaybolmaktaydı. Şermin konuşmaktan hiç yorulmamış hâlâ bir şeyler anlatmayı sürdürmekteydi. Mert de yalnız dinleyici konumunda kalmak istemediğinden araya girip düşüncelerini ifade ediyordu.

Şu karanlık boşlukta, önlerine açılan ıssız yolda yürümenin hoş bir yanı vardı. “O da bu türden yürümeleri seviyormuş,” diye düşündü. Bu tür yürümelere alışıktı ama evinde rahatça uzanıyor olmayı da tercih etmiyor değildi. Bu şekilde yürüyerek eve gitmesi olanaklı görünmüyordu. Neyse ki son trene yetiştiler. O ayrılıp kendi evine gitti, Mert de yoluna devam etti.

Semtine yakın bir istasyonda inip şehrin karanlık caddelerini tırmanmaya başladı. Eski okulun yerinde İmam Hatip tabelası duruyordu. Gözlerini avuştursa da bir yararı yok. Birahanelerden de eser kalmamıştı. Caddedeki binalar da farklılaşmıştı. “Doğru yere mi geldim?” diye şüphelendi. “Yoksa yanlış bir yerde mi indim?” diye düşünmeye başladı.

“Nereye geldik?” diye kendine sordu. Şehrin meydanındaki bildik büstle karşılaşınca doğru yerde olduğunu anladı ama diğer farklı şeyler böyle düşündürmüyordu. İçini saran kaygı ve panik havası devam etti.

“Ne kadar acayip, soğuk, garip yerler olmuş buraları,” diye düşündü. Bildik caddeden de tırmandıktan sonra evinin bulunduğu tarafa geldi. Gözlerine inanamadı. Dev gibi üst üste yığılmış binalar ortalığı kaplamıştı. Emindi ki evden çıktığında sokak bu halde değildi. Kendi dairesine ulaşmak, anne babasının iyi olup olmadığını bilmek istiyordu. Kiremit renkli mütevazı binanın önüne geldi. Bu küçük apartman kendilerininki olmalıydı. Etrafında kule gibi yükselen binalar onu iyice sarmalamış, küçültmüştü. Kapıyı açmak için anahtarlığına uzandı ama o sırada telefon açılmıştı. Tarih on altı yıl sonrasını gösteriyordu. “Nasıl olur bu? Evden çıktığımda iki bin dörttü,” diye söylendi.

“Bir yanlışlık olmalı,” deyip dış kapıyı açtı, doğruca kendi dairesine çıktı. Karşıdaki daire kapısına baktı. Evdekilerin şimdi uyumakta olduğunu düşündü. Kendi dairesine girdi. Her şey oldukça eskimiş görünüyordu. Telefonu bir daha kontrol etti, tarihi iki bin yirmi olarak veriyordu.

“Tarihle hiç oynamadım, nasıl olur bu? Gördüğüm değişik binalar da doğrular nitelikte. Aradan on altı yıl mı geçti?” diye söylendi. Ailesinin oturduğu dairenin anahtarı kendisinde bulunuyordu. Oraya bakıp bakmamayı kafasından geçirdi. Şüphe zihnini öyle kemirmeye başlamıştı ki, “Bir girip bakayım,” dedi. Yavaşça daire kapısına yöneldi ve kapıyı açtı. İçeri girdiğinde havasız bir ortamla karşılaştı.

“Aaa, kimse yok mu acaba?”

Odalara baktı ama kimseyi göremedi. Evde kimse yoktu. Hızla dışarı çıkıp etrafı dolaşmaya başladı. Her taraf yüksek binalarla dolmuştu. Nefes alacak bir yer yok. Tekrar eve döndü. Bu saatte kimseye de telefon etmek istemiyordu. Ancak duyduğu panik ve tedirginlik onu iyice kuşatmıştı.

Oldukça yorgun hissediyordu. “Hiç yaşanmadan geçen bir on altı yıl mı, ne berbat olur,” diye düşünmeye başladı. Eve gelince aynaya baktı. Akşamdan kalma bir hali vardı ama fena da görünmüyordu. Peki, anneleri niye evde yoktu. Onların bir yere gitmeyeceklerini gayet iyi biliyordu.

Kendini yatağa atıp başını yastığa gömdü. Sabaha kadar sıkıntılı bir gece geçirdi. Uyandığında gün ışığı evin içini aydınlatmaya başlamıştı. Hemen yerinden kalkıp tarihe baktı, iki bin dördü gösteriyordu. Dışarı çıktı, bütün binalar yine bildik haldeydi. Bir gazete aldı. Her şey bildiği gibiydi. Eve dönüp annesinin oturduğu dairenin kapısını çaldı. Kapı açıldı.

“Nerdesin?” dedi.

Sorunun garip geleceğini bile bile, “Dün akşam burada mıydınız?” diye sordu. Annesi acayip bulduğu bu soruya,

“Evet, buradaydık, nerede olalım?” diye terslenerek cevap verdi. “Hiç,” diye karşılık verdi, Mert de. Başka bir şey söylemedi. Şimdilik her şeyin normal gittiğini düşünerek kahvaltı masasının başına geçti.

Fatih Oto

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.