ORHAN PAMUK’UN ROMANINDA MENKIBE ve EFSANELER / Fatih Oto

İNCELEME

ORHAN PAMUK’UN ROMANINDA MENKIBE ve EFSANELER / Fatih Oto
289 views

Osmanlı dönemi edebiyatı; resim, müzik, mimarî sanatlarında olduğu gibi inançlar, kültür, devlet yönetimi alanlarıyla etkileşimi sonucu kendine bir yol çizmiştir. Yalnız İslami kültürden değil Hint, Çin, İran, eski Anadolu kültürlerinden, birçok kültürden paylar alıp yoluna devam eder. Aslında bu da sanatı, edebiyatı zenginleştiren bir şeydir.

Osmanlı dönemi şiiri edebî sanatlar, ses yapısı, nazım şekilleri (beyitler, bendler), türler (örneğin hicviye, kıyafetnâme, mersiye, mevlid, muammâ, nazîre, şarkı, şehrengiz, tezkire) açısından zengin bir içeriğe ve derinliğe ulaşır. Matbaanın olmadığı o dönemlerde kitaplar hazırlanırken işin içine birçok zanaat dalı girerdi ki hepsi de birer meslek kolu haline gelmişti. Bu sanatlardan biri de nakkaşlık, tezhip sanatıdır. Nakkaşlık minyatür resim sanatı olup sayfa aralarına yerleştirilen resimlerden oluşur. Minyatür resminin özelliği Batı resim özelliklerinden tamamen farklıdır; ışık, gölge, perspektif taşımaz. Canlı, düz renklerle üç unsur kullanılmadan yapılan figürlerden oluşur. Dini konular, düğün, tören, savaş vs. sahneler işlenir. Konuyu anlatan figürler kullanılır. Cami, at, ağaç, şahıslar, çeşitli eşya ve cisimler bunların arasındadır. Minyatür resim nakkaşın sanatında kazandığı beceriyle yer bulur. Kitaplar el yazması olarak hazırlandığı için sarayın kendi kitaplığını oluşturmasına yönelik olarak nakkaşhane bölümü bulunur. Burada hem nakkaşlar yetişir hem kitaplar hazırlanır. Dışarıya iş yapan nakkaşlar da vardır. Kitap hazırlama işinin epey zahmetli ve maliyetli olduğu anlaşılabilir. Bazen bu işlere meraklı çevre ülkelerin hükümdarları nakkaşlara iyi ödenek verip onları etrafında toplar. Bazen de nakkaşlar ödenek bulamayıp işsiz kalırlar.

Bu yazımda Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanının içerik analizini, eleştirisini yapacağım. Romanın zaman ve yeri 16. yy’ın son çeyreği olarak İstanbul’da geçiyor. Safevi savaşlarının olduğu dönem. Konuda nakkaşlar ve minyatür resim sanatı ele alınıyor. (İletişim Yayınları, 1998, 472 sayfa). Bütün metin boyunca resim ifadesi kullanılırken minyatür ifadesine yer verilmemiş. Oysa romanın konusu minyatür resim sanatıyla ilgili. Nakkaşlığı belli kalıplara, tekniğe dayandığı için de bir zanaat işi olarak anlamak yerinde olacaktır. Bu işlerde ekol, üslup, yaratıcılık gibi Batı resim sanatındaki özellikler aranmaz, daha çok sembolize etme, gösterme, görsel bilgi verme amacı taşır. İslam coğrafyasında resim sanatı minyatür alanıyla sınırlı kaldığı için Batılı anlamında bir resim sanatı gelişememiştir. Çünkü İslami çevreler Batılı anlamdaki resim sanatını din karşıtlığı, küfür, kafirlik olarak görerek yasaklama getirmişlerdir. Dolayısıyla sosyal alanda resim-heykel sanatı kendine gelişme yolu bulamamıştır. Ancak on dokuzuncu yüzyılda Batılılaşma hareketinden sonra bu sanat Batıda eğitim görmüş üst tabaka arasında ortaya çıkmıştır. İlk akla gelen isimlerden biri Osman Hamdi’dir. Bu dönemin kimi paşaları, devlet adamları Batıyla olan kültürel ilişkiler içerisinde Batı resim sanatını öğrenmiş ressam olmuşlardır. Nakkaşların işleri ise minyatür resim sanatı çerçevesinde kalır. Tabii o dönemde Batı resim tarzına özenen nakkaşlar da vardır ancak bunu uygulamaları için gerekli olan ortam ve özgürlüğü bulamazlar. Bazı padişahlar portrelerini minyatür tarzında da olsa Batılı ressamlara yaptırmışlardır. Romanda nakkaşlık konusu işlenirken yazma kitapların edebiyatla ilişkisine hiç yer verilmemiştir.

Konu iki merkezli bir eksen üzerine oturtulmuş. Biri cinayet, diğeri de aşk hikayesi. İki konu da nakkaşların arasında geçmektedir ve roman bunların üzerinden (minyatür) resim sanatının sorunlarını ele almaktadır. Bu sorunlar dinî anlayış ve inancı yobazca savunan kesimlerle resim sanatını geliştirmek isteyenler arasındadır. Kanlı bir-iki cinayet ve tutkulu bir aşk hikayesiyle de bu sorunlar, (minyatür) resim sanatının durumu, konuları menkıbe ve efsanelerle dolu hikayelerle sürdürülür. Ağırlığı menkıbe ve efsanelere dönen romanın metin yükü gittikçe ağırlaşıp hantallaşır. Hatta eklektik bir hal alır, bir yerden sonra derinlik katmak yerine roman kendi mecrasından çıkıp farklı bir niteliğe bürünür denebilir.

Metinde ağaç, köpek, at, hatta renk gibi varlıklar kişileştirilmiştir. Edebî sanatlarda bu tür kişileştirmeler görülmeyen bir şey değil. Hem klasik edebiyatta hem modern edebiyatta bu türlere rastlıyoruz. Ancak yazar bu kişileştirmeleri ayrı bölümler halinde verdiği için onları metnin diğer bölümlerinden yalıtma, ayırt etme belirginliği bulunmakta. Bu da romanın ayrı bir türe yerleştirilmesinin önüne geçiyor. Romandaki her karakter ve varlık kendi ağzından bağımsız bölümler halinde verilmiş. Aslında romanın bütünü klasik bir tarzda kurulmuş olup giriş-ön bilgilendirme, gelişme-düğüm ve sonuç-çözüm sırasını takip etmektedir. Bağımsız bölümlerde ölünün kendini anlatması, ağaç, hayvan gibi varlıkların konuşması romanı farklı bir tür ve özelliğe sokmaktan ziyade metnin gidişatına katkı sunan bilgi, görüş parçaları olarak kendini belli ediyor. Metinlerarası ilişkiler, üstkurmacayla (kurmaca olduğunun ilanı) roman postmodern özellikler taşısa da (bu konuda açıklama ve yazılar mevcuttur) klasik ve modern özellikleri de kapsayan karma bir yapı oluşturmaktadır. Ancak bölümler birbirinden bağımsız olarak verildiği ve ana eksen olarak klasik, modern çizgi izlendiği için bunu postmodern olarak değerlendiremeyiz, metindeki ana ekseni dikkate almak gerekir. Postmodern bölümler yardımcı, tali durumunda kalmaktadır.

Enişte adındaki nakkaş küçük kızıyla beraber yaşamaktadır. Kızından on iki yaş büyük yeğeni ailesini kaybedince onun yanına verilir. Kara adındaki yeğen onun yanında çıraklık yaparak bu işi öğrenmeye başlar. Yirmi dört yaşına geldiğinde on iki yaşına girmiş Şeküre’ye aşık olur. Aşkını ona göstermek için Şirin’le Hüsrev’in (minyatür) resimlerini yapar ve altlarına kendi adlarını yazıp verir. Şeküre’nin yerine koyduğu Şirin’i mavi renge, kendisinin yerine koyduğu Hüsrev’i de kırmızı renge boyar. Böylece roman başlığının neye dayandığını öğrenmiş oluruz. Enişte onun aşk ilanını öğrenince Kara’nın bir daha eve gelmesini yasaklar. Kara da bir paşanın yanında katiplik yapmak üzere İstanbul’dan ayrılıp Tebriz’e gider. Aradan on iki yıl geçtikten sonra Enişte bir mektup yazıp Kara’yı İstanbul’a gelmeye davet eder. Kara da artık aradaki buzların eridiğini düşünerek İstanbul’a döner. Küllenmiş olan aşkı yeniden canlanır. Bu arada Şeküre evlenmiş, iki erkek çocuğu olmuştur. Ancak kocası bir sefere gitmiş bir sipahi olup dört yıldır kendisinden haber alınamamaktadır. Ne öldüğü ne yaşadığı bellidir. Bu durumda kadın boşanamamakta, yardımlardan mahrum kalmakta ve kendine yeni bir hayat kuramamaktadır. Hanefi mezhebi bu konuda boşamalara yanaşmamakta, Şafii mezhebi ise kolaylık göstermektedir. Şeküre kayınpederinin yanında kalırken kayınbiraderi Hasan’ın rahatsız edici davranışlarına maruz kalır. Bunun üzerine iki çocuğuyla babasının evine döner. Enişte’nin Kara’yı çağırmasındaki asıl neden ona padişah tarafından verilen gizli bir nakkaşlık işinde kendisine yardımcı olmayı istemesidir. Bu işin gizli tutulmasındaki nedense minyatür geleneğine aykırı olarak padişahın bir portresinin yapılmasının istenmesidir. Yobaz kesim, Erzurumlu Nusret Hoca ve cemaati bu türden resimleri kafirlik, küfür saymakta, cemaati kışkırtabilmektedir.

Enişte çalışma için kendine dört nakkaş ustası seçmiştir. Bunlardan Zarif takma adlı nakkaş Nusret Hoca taraftarı olup yaptıkları işin zındıklık, kafirlik olduğunu düşünmekte ve bunu cemaate bildirmeye niyetlenmektedir. Ekibin hepsinin takma adları olan bir üyesi Zarif’i hunharca öldürür, kuyuya atar. İlk bölüm ölen Zarif’in kendini anlatmasıyla geçer. Daha sonra öldüren katil de kendisini anlatır ama kim olduğunu belirtmez. Böylece bir cinayet bilmecesiyle başlayan roman metnin sonuna kadar sürecektir. Tahmin edilebilecek hiç ip ucu verilmez.

Aslında ekipten nakkaşın bu cinayeti işlemesinde ileri sürülen nedende zayıf taraflar var. Yani ileri sürülen neden Zarif’in bu gizli işi cemaate haber verme niyeti olduğuna göre katil bunu niye ekibin başı olan Enişte’yle görüşüp hal yoluna gitmiyor? Bu olması gereken bir yol değil mi? Böyle bir olanak varken niye katil olma yolunu seçiyor?

Kara, Şeküre’ye aşkını gösteren mektuplar yazar, aralarında mektuplaşırlar ama Şeküre içinde bulunduğu durum nedeniyle ona evet diyememektedir. Bir de ona karşı Hasan’ın ilgisi sürmektedir. Enişte de kızının yeni bir hayat kurmasını istemez. Sonunda Kara onu razı eder, birkaç akçe verdiği imamın yardımıyla karşısına çıktığı kadıda Şeküre’nin boşanma kağıdını çıkartıp evlenirler.

Katil nakkaş bir akşam Enişte’nin evine gelerek -tesadüfen o sırada evde kimse yoktur(!)- Enişte’yle konuşur. Nakkaşın eve habersiz girmesi Enişte’yi niçin hiç şüphelendirmiyor? Konuşurlarken katilin kendisi olduğunu söyler ama Enişte kötü bir şeyler sezmesine rağmen hiçbir tedbir almaz, önünde kuzu gibi durur. Katil tunçtan yapılı ağır mürekkep hokkayı defalarca onun başına vurup öldürür ve Enişte’nin yaptığı, göstermek istemediği son resmi de çalarak oradan ayrılır. Enişte’nin onun kendini öldürebileceğini sezmiş olmasına rağmen önünde tedbirsizce durması olağan insan davranışına uygun bir şey değildir. Ayrıca katilin Enişte’yi öldürmesi nakkaş Zarif’i öldürme nedeniyle çelişmekte, ortaya tutarsızlık çıkmaktadır. Nakkaş Zarif’i yaptıkları işi cemaate bildirmek istemesi nedeniyle öldürmüştü. Yani ekibin çıkarlarını korumak için bu yola gitmiş birinin ekibin başını da öldürmek istemesi tutarsızlık yaratıyor. Enişte’nin yaptığı son resmi ona göstermek istememesi nedeniyle bu yola gitmesi varsayımı ise oldukça tutarsız. Yani metinde birçok tutarsızlık boy gösteriyor. Kara ve gruptan bir nakkaş onu yakalarlar ama onların elinden kurtulur ve dış ülkeye kaçmak isterken öldürülür.

Şeküre eve geldiği zaman babasının cesediyle karşılaşır ve çocuklar görmesin diye elleri, elbisesi kan içinde kalarak onu kafası yerlere çarpa çarpa merdivenlerden aşağı sürükleyip aşağıdaki bir odaya taşır, kapıyı kapatır. Burada duygulu bir kadının böyle soğukkanlı bir davranış göstermesi olağan insan davranışına hiç uymuyor. Sonra Kara’ya haber verir. Onun öldürüldüğünün ortaya çıkmasını istemezler. Çünkü şüpheler kendi üzerlerine çevrilecektir. Ertesi gün Kara, eceliyle öldüğünü söylediği Enişte’nin yıkanması için imamla konuşur. Oysa cesedin kafasındaki büyük yara onun hiç de eceliyle ölmediğini gösterecektir. Burada imamın kör bir yardımcısı olduğu kişisi ortaya çıkarılır. Yıkama işini o yapacak ve durum anlaşılmayacaktır. Senaryo dolambaçlı yollara saptıkça tutarsızlıkların çoğaldığı gözlenebiliyor.
Daha sonra Enişte’nin öldürüldüğü ortaya çıkınca Kara kendisinin bu işle bir ilgisinin olmadığını kanıtlamaya çalışır. Saray görevlilerini de bu konuda ikna eder. Şüpheliler geriye kalan üç nakkaştan biridir. Onların içinden katilin kim olduğunu araştırmaya başlarlar. Tabii metin bu bilmecelerle dikkati çekmek ister, sürüp giderken araya bir sözlüğü dolduracak kadar onlarca isimin geçtiği menkıbe ve efsaneye yer verilmesi diğer tutarsızlıklar da göz alındığında romanın asıl amacının bunları vermekmiş olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Bu arada ortaya çıkıveren argo ifadeler de göze çarpıyor. Şeküre ve Kara’nın zar zor buluşup konuştukları boş evde ve Kara’nın onunla yaralı halindeyken bulunduğu mekanlarda on altıncı yüzyılın edebiyat, yaşam anlayışına hiç uygun düşmeyen, biraz da zamanımızdaki ucuz film sahnelerini anımsatan tasvir ve ifadelerle karşılaşılıyor.

Fatih Oto

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

 

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.