Küçücük Bir Nefes – Erdal Çakıcıoğlu

ANI – ÖYKÜ

Küçücük Bir Nefes – Erdal Çakıcıoğlu
Yayınlanma: Güncelleme: 403 views

İstanbul’dan Ardahan’a her gidişimizde, kesinkes yolda bir sorun yaşarız. Hem de gözlerimizde bulut bulut Ardahan’a kavuşma hayali uçuşurken. Yüreğimiz Ardahan baharını kucaklamanın heyecanıyla çırpınırken… Bizim için şaşmaz bir gelenek oldu bu.

Neyse ki otobüsler “gıcır” şimdi; yolda kalma korkumuz yok. Çünkü altmışlı, yetmişli yaştaki canlar bilirler, eskiden bir de o korkumuz olurdu yol boyunca. Adını “Hışır Turizm” koyduğumuz Ardahan otobüsleri asla yolu –Kars- Ardahan arasında bile- sağ salim tamamlayamazlardı. Ya lastiği patlardı yol ortasında aşırı yükten, ya eskilikten öksürüp tıksırarak çalışan motoru aniden durur, ya da su kaynatırdı tam Yayla Karakolu’nu geçip Sakaltutan’a vardığımızda. Ve biz, koltuk aralarında meleşen kuzu ve keçilerle, tıslayan kazlarla, gıdaklayarak uçuşan tavuklarla ve hatta bazen büyükbaş hayvanlarla birlikte, yolun ortasında kurtarıcı beklerdik. Hele bir de mevsim kışsa, yandı gülüm keten helva!

Şimdi, en azından otobüsten yana şanslıyız. Ama bu kez de Ardahan özlemi aklımızı başımızdan almış olmalı ki, tersliği biz yaratıyoruz. Kenan amcam biletleri yanlış almış. Arkalı önlü koltuklar yerine, bir sıra atlayarak oturmak zorunda kalıyoruz.

Kalıyoruz, çünkü aramızdaki koltuklarda oturan iki kadın da dakikalarca dil dökmemize karşın, ne öne ne de arkaya geçmeyi kabul etmiyorlar:
“Annem rahatsız, onun için özellikle 12- 13 numaraları aldık.”

Artık 12- 13 numaralı koltuklarda nasıl bir şifa varsa…
İzmit’e, bu merak ve moralsizlikle varıyoruz. Eh, İzmit demek, yeni yolcular demektir Ardahan otobüsleri için. Denkleriyle, bagajlar dolusu yükleriyle yeni yolcular… Ve muavinin on beş dakika mola anonsuna karşın, bir saate yakın beklemek demek. Memleket özlemiyle yanıp tutuşan ve bir de ön koltuklaki “bacılarımızın” nobranlığıyla morali bozulan bizler için oldukça uzun bir zaman… Geçer mi ki?

Ama İzmit’te otobüse öyle bir yolcu biniyor ki, ne gam bırakıyor bizde, ne de kasavet.

Hemen yanımızdaki tekli koltuğa, genç bir kadınla dört beş yaşlarında tatlı mı tatlı, hafif şehla bakışlı bir kız çocuğu oturuyorlar. Kızın, yolculamaya gelen annesiyle –ki hâlâ ıslak elleri, ayağındaki şıpıdık terlikleri yakındaki evlerinin mutfağından ya da çamaşır başından çıkıp geldiğini gösteriyor- birlikte otobüsten ineceğini sanıyoruz önce.

Ama öyle olmuyor. Annesi, ateşin üzerinde bıraktığı yemeğe ya da leğende bıraktığı çamaşıra yetişmek için alelacele vedalaşıp iniyor. O da sonradan teyzesi olduğunu öğrendiğimiz genç kadının kucağına yerleşip bıcır bıcır ötmeye başlıyor…

Bir süre teyzesiyle söyleştikten sonra, dönüp hemen yanı başlarında oturan eşimle ve baldızımla da kırk yıllık dostmuş gibi konuşmaya başlıyor. Hem de bir saniye olsun susmaksızın…

Öyle tatlı ki, bir saniye olsun gözümü ondan ayıramıyorum.
Ve ilk molada da dayanamayıp seviyorum, adını soruyorum.
“Nefes,” diye fısıldıyor, çekingence. Pek yanaşmıyor benimle söyleşmeye.
Eşim, aramızdaki buzu eritmek için:
“Bak Nefes,” diyor, “Bu amca hem yazar, hem de öğretmen.”
Yazarlığım elbette ilgilendirmiyor minik Nefes’i. Ama öğretmenliğim, aramızdaki bütün buz dağlarını buharlaştırıp yok ediyor. Ve gelip pat diye kucağıma oturuyor Nefesçik. Oturur oturmaz da önce sorgulamaya, ardından da anlatmaya başlıyor. Ama nasıl anlatma…

İstanbul’dan Ardahan’a giden yol bitiyor da Nefes’in öyküleri bitmiyor.
Ben, daha önce bu denli düş gücü gelişmiş bir çocuk görmedim.
Neden söz etsem, sözü ağzımdan kapıp öyküsünü kuruveriyor. Herkesi tanıyor, her şeyi biliyor… Ve anlattığı her öykünün ana kahramanı da kendisi.
Arada bir ağabeyini de katıyor ama olumsuzluklarda, başarısız sonuçlarda. Örneğin, ağabeyi ineğe dokunduğunda hayvan boynuz sallayıp yanına yaklaştırmıyor. Ama Nefes okşadığında, onun deyimiyle çok seviniyor.

Bir ara, yaşını öğrenip:
“Senin yaşında bir torunum var Nefes,” diyorum.
“Tanıyorum,” diye atılıyor, eşimin eline tutuşturduğu poğaçayı iştahla ısırırken.
“Peki, adını söyler misin bana?”
Şehla gözlerini gözlerime dikerek gülümsüyor:
“Sen söyle.”
“Üç torunum var benim. Büyüğü Arın Güney, ortancası Ada Deniz, küçüğü de Roni İnan. Sen, Roni’nin yaşındasın.”
Kıkırdıyor:
“Biliyordum ki zaten…”
Ve ânında da bir öykü kurgulayıp anlatmaya başlıyor. Hem de ne öykü… Torunum dinlese bayılır.

İstanbul’dan Ardahan’a yolculuk uzundur; hoşsohbet bir yol arkadaşınız yoksa kasvetlidir; yorucudur. Yol uzar da uzar inadına. Gündüz geceye evrilir de yine yol bitmez.

Gün geceye dönüşüyor ağır ağır. Nefes yoruluyor. Esniyor. Uyku basıyor besbelli, uyuyacak. Ama nerede? Teyzesiyle paylaştığı tekli koltukta mı?
Hayır…

Bu kadar tatlı bir çocuğun geceyi tekli koltukta, teyzesinin kucağında geçirmesine gönlümüz razı olamaz, olmuyor. Eşim, hemen tekli koltuğa geçip ona ve teyzesine kendi yerini veriyor. Benim de telkinimle başı baldızımın, ayakları teyzesinin kucağında, mışıl mışıl uyuyor.

Keşke uyumasaydı diyeceğim ama çocuk işte… Uyuyor. Uyumalı.
O uyuyor ama bize, bana uyku haram. Oldum olası otobüslerde uyuyamıyorum. Uyumaya kalksam, başımı nereye koyacağımı bilemiyorum. Huzursuz oluyorum. Hele de horultular yükselmeye başlamışsa.

Uyuyamıyorum. Gözüm akıp giden yolda, yakınından ya da uzağından geçtiğimiz köy/ kent ışıklarında, yol tabelalarında, gecenin sessizliğini dinliyorum. Kulaklarımda Nefes’in şirin sesi çınlıyor, gündoğumunu sabırsızlıkla beklerken.

Uyan artık Nefesçik… Uyan ve cansuyu ver otobüsün çorak sessizliğine!
Beklediğimden geç de olsa, uyanıyor.
Uyanır uyanmaz da soluğu yine benim yanımda alıyor. Kaldığı yerden sürdürüyor kurguladığı öyküleri anlatmayı. Ta Ardahan’a varıncaya dek de öykü anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor…

Yol bitip Ardahan otogarına vardığımızda, hatta otobüsten indiğimizde bile o anlatmayı sürdürüyor. Aşağıda, yanaklarından öpüp:
“Seni unutmayacağım Nefes,” dediğimde, boynuma sarılıyor. “Unutma,” diyor, hüzünlü bir gülümseyişle.
“Ama sen de beni unutma.”
Gözlerini kırpıştırarak kıkırdıyor:
“Ben unuturum…”
Evet, minik Nefes…

Olasılıkla sen beni unutmuşsundur. Ama ben seni unutmadım, unutmayacağım. Sen bana yol NEFES’i oldun çünkü…

Erdal Çakıcıoğlu

YORUMLAR (2)

  1. Her hangi bir şey yazmamız için en azından Erdal abinin kültürüne, bilgisine, yaratıcılığına, üretkenliğine yakın bir yerde olmamız gerekir. Sen Varol Erdal abim. Senin gibi çok çok olsun ülkemizde.

  2. Öncü Yener Öztürk 2 Haziran 2024, 08:27

    Bir kayanın gözünden boşalan çeşme duruluğunda ve susuz insana haz veren güzellikte bir öykü Emeğine ve duygularına saygıyla..! TEŞEKKÜRLER

YORUM YAZ

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.