ÖYKÜ
“Sevgili öğrenciler şu anki fen dersi konumuz bu olmamasına rağmen, düşüncenizin doğru olduğuna katılıyorum. Sizler renklerin karışımından farklı renklerin ortaya çıkabileceğini söylediniz. Dediğiniz doğru olmakla birlikte, bilmeniz gereken bir başka şey ise, bir rengin; kendi rengini bir başka rengin varlığına borçlu olmasıdır. Bu tamamen bilim tarafından ispatlanmış bir gerçektir.” Öğretmenin sözleri sona ererken, paydos zili çalmıştı.
Şiyar okulun en zeki öğrencileri arasındaydı. Eve gelirken, komşusu Delal abla kapısının önünde ekmek pişiriyordu. Komşu Delal abla, Şiyar’ı taze ekmek yemesi için çağırdı. O bugünkü okul sevincini ablasıyla paylaştı. ” Delal abla bugün okulda öğretmenim tüm öğrenciler içinde beni övdü. Örnek bir öğrenci olduğumu, derslerimde çok başarılı olduğumu ve ödevlerimi her zaman eksiksiz tamamladığımı söyledi.” “Aferin sana, biz zaten senin ne kadar çalışkan bir öğrenci olduğunu biliyoruz.” ” Yav he he anladık… anladık. Ama Zazalar yine de bizim Kürtler kadar çalışkan olamaz. Sizin kafanız soğan yedikçe çalışıyor. Soğan yemezseniz aklınız duruyor.” “Neden öyle diyorsun Diyar? Ayıp olmuyor mu? Hani biz de Kürt idik? Hani hepimiz birdik?” Diyar bir anda neye uğradığına şaşırdı. Tükürdüğünü yalamış gibiydi. Şiyar’ın bu sorularına cevap veremediği için öfkelendi. “Tamam…tamam…uzatma… Siz Zazalar, Kürt iseniz bizim sayemizde Kürt oldunuz. Bu topraklarda yaşıyorsanız bizim sayemizde yaşıyorsunuz.” Araya giren Delal abla, ortamı yatıştırdı.
Şiyar beyninde çakan şimşeklerle eve doğru yürüdü. Akşam yemeğini yerken düşünceli olduğunu fark eden annesi: ” Hayırdır oğlum neden bu kadar dalgınsın?” “Anne biz Kürt müyüz yoksa Zaza mıyız?” ” Hem Kürdüz hem Zazayız oğlum. Hayırdır neden sordun?” Annesine cevap vermeden tekrar sordu: “Anne aynı anda bir insan nasıl iki şey olabilir? Siyah renge beyaz diyebilir miyiz? Ya da aynı anda beyaz renge hem beyaz hem de siyah diyebilir miyiz? Biz ya Kürdüz ya da Zazayız.” ” Vallahi bilmiyorum oğlum. Ben büyüklerimden böyle öğrendim.” Şiyar kendisini tatmin edecek cevabı alamadığı için sofradan erken kalktı. “Anne ben dedemin yanına gidiyorum. Birlikte çay içer biraz sohbet ederiz.” Dedesi akşam namazını kıldıktan sonra Şiyar’la konuşmaya başladı. Biraz havadan sudan muhabbet edildikten sonra, Şiyar artık aklını kurt gibi kemiren soruyu dedesine sordu. “Dede bizim aslımız nereden geldi?” “Evladım biz çok önceden Mardin’den göç etmişiz buraya.” “O hâlde biz Kürt müyüz dede?” ” Evet biz Kürdüz torunum.” ” Ama dede neden o zaman biz Kürtçe konuşmuyoruz?” Dedesi asırlık bir sırrın ortaya çıkması gibi; Şiyar’ın karşısında buzdan bir heykele döndü. Soruya hakikatli bir cevap verecek birikime sahip olsa, vereceği ilk cevapta yetmiş yıllık bedeni, ateşe yaklaşmış soruların yanında eriyecekti. Elinde çektiği doksandokuzluk tespihin taneleri durmaya başladı. “Oğlum Zazaca da, Kürtçeye ait bir dildir.” “İyi de dedem, ama sen Zazaca konuşunca sadece Kürtçe bilen biri seni anlamıyor neden?” Dedesi hiddetlenerek “Evladım neden böyle sorular soruyorsun? Sen kafayı mı yedin? Ben ne bileyim. Bize kimse bir şey anlatmadı. Bu yaşıma kadar hiç böyle sorular duymadım ve bu konu hakkında hiç düşünmedim. Sen de düşünme, oku, efendi ol. Belki bir memur olursun. Hayatın kurtulur! Sen işine gücüne bak.” “Haklısın dede fakat bugün komşumuz olan Delal ablanın oğlu beni Zaza olduğum için aşağıladı. Bu topraklar da siz Zazalar bizim sayemizde yaşıyorsunuz dedi.” “Olur mu öyle şey Şiyar’ım! Onlar önce benim tarlalarımda gizlice koyunlarını otlatmayı bıraksınlar ondan sonra konuşsunlar. Bu bölgede en geniş araziler benim. Toprak sahibi olan benim onlar değil. Dedene bunun için ağa diyorlar. Onların bir karış toprağı bile yok. Yayla insanı onlar. Sen yine de uyma onlara canım benim. Arkadaşın boş konuşmuş.” Şiyar, dedesini yormanın bir anlamı olmadığını kabullenmişti. Fakat dedesi elindeki tespihin tanelerini geriye doğru itmeye başlayınca son bir soru daha sormak istedi. “Dede hatırlarsan geçen ramazan ayında, cami de hocanın sohbetini dinlerken imam, Allah’ın bizi farklı farklı milletlerden yarattığını ve her topluluğa farklı bir dil ihsan ettiğini söylemişti. Bu durumda bizim Zaza olmamız Allah’ın bir emri değil mi? Biz özümüzü öğrenmek için kendimizi geliştirirsek, bu da bir ibadet olmaz mı? Hem Allah’ında hoşuna gitmez mi?” ” Oğlum o gün hoca cami de sadece bir ayet okudu. Bu tür şeyleri ‘galiba’ söylemedi. Bunları sen uyduruyorsun.”
Ne ölmeye ne de yaşamaya kendini ikna etmek gibi bir şeydi cevabını henüz bulamadığı sorular. Üç yıl boyunca, liseyi bitirene kadar, kendi kimliğini daha iyi sorgulamak için Kürt tarihi hakkında ve Zazaların kökeni ilgili kitaplar okuyup, araştırmalar yapmıştı. Tatmin olmuş olsa da, içindeki ses; onu başka bir dünyaya yönlendiriyordu. O dünyada sınırlar, ideolojiler ve ‘soğuk damgalı’ kimlikler yoktu. Engin denizlerin maviliğinde her şeyin denizle anlamını bulduğu maviliğin huzuru vardı. Şiyar, İstanbul Üniversitesi’nde okumak için İstanbul’da yaşamaya başlamıştı. Üniversite de Gamze adında birine âşık olmuştu. Gamze’nin Doğu’ya olan merakı ve sevgisi, Şiyar’la aralarındaki ilişkinin duygusallığını büyüten önemli bir etkendi. Gamze, İstanbul’un görülmeye değer yerlerini Şiyar’a tanıtırken, en kısa zamanda Doğu’yu gezme sözünü de Şiyar’dan almıştı. Gamze’nin tek huzursuzluğu Şiyar’la olan ilişkisine babasının karşı çıkmasaydı. Gamze’nin babası, ” Doğu’daki insanların tehlikeli olduğunu, oradan çıksa çıksa ancak terörist çıkar” sözleri, Gamze’nin tek mutsuzluğuydu. Gamze babasıyla olan bu tatsızlığı daha önce de yaşamıştı. Gamze’nin ilk erkek arkadaşı İzmir’liydi. Babası ona da karşıydı. ” İzmir’deki insanların birçoğunun Rum asıllı olduklarını” söylemişti. Ancak Gamze bu defa aldırmıyordu. Şiyar’ı kaybetmemek için gerekirse, doğup büyüdüğü İstanbul’u bırakır, onunla Doğu’da yaşardı. Fazla uzun sürmedi. Gamze’nin babası insan kaçakçılığından dolayı tutuklanmıştı.
Üniversite ara tatile girmişti. Şiyar bu tatilde memleketine Gamze’yle dönecekti. Fakat Gamze’nin babasının tutuklanması planlarını bozmuştu. Gamze bu zor dönemde annesini yalnız bırakmak istememişti. Şiyar eve varmıştı varmasına ama; sokaklarda duyduğu garip bir his ve gözüne çarpan dikkat çekici durumlar vardı. Doğup büyüdüğü yer, küçük ve yoksul bir bölge olduğu için sokaklarda motorlu arabalar pek olmazdı. Yollarda çoğunlukla at arabaları dolaşırdı. Yalnızca memur sınıfından olan birkaç kamu görevlisinin “Hacı Murat” ya da “Şahin” marka arabaları vardı. Öyleyse, sokaklara karanlık çökerken, dolaşan şu ” Beyaz Toros” araçlar kime/kimlere aitti? Bununla birlikte Şiyar üç beş günlük tatilinde, birkaç tanıdığının aniden ortadan kaybolduğunu, hatta bir arkadaşının cesedinin kanal boyunda tanınmaz hâlde bulunduğunu öğrenmişti. Bir akşam vakti, Şiyar çarşıda arkadaşlarıyla çay evinde hasret giderdikten sonra eve doğru geliyordu. Beyaz renkli Toros bir araba; sokakta ağır ağır ilerliyordu. Ön koltukta oturmuş; sakallı birisi, hafiften kır saçlı, elinde sigarasıyla, etrafı kurt gözüyle kontrol ediyordu. Adamın yüzünden ürkmüştü! O nasıl bir simaydı? O bakışlar, adamın yüzündeki tabutu andıran donukluk, Şiyar’ı çok korkutmuştu. Kısa bir zaman sonra, malûm şehir efsanelerinden adamın kim olduğunu gerçek kimliğiyle öğrenemese de, o tabut yüzlü adamın bir kontrgerilla olduğuna ikna olmuştu. Kanal boyunda, cesedi tanınmaz bir vaziyette bulunan arkadaşının bu cellad tarafından öldürüldüğünü artık derinden hissediyordu. Artık, beyaz Toros’larla birlikte geceler apansız inmeye başlamıştı. Her gece bir ölüm ve bir katliam vakti demekti. Karanlıklar dörtnala vurmuş gibi, ölüme koşuyordu. Yeryüzü dengesini kaybetmiş, sallanıyordu. Konu-komşuların çığlıklarla sokağa çıkıp, ağıtlar yaktıkları akşamlar oluyordu. Akşam çökünce dışarı çıkmak bir daha eve dönmemekti. Kod adı “Yeşil” isminde birisi, her evin kâbusu olmuştu. Lakabı herkesçe bilinmesine rağmen, yüzünü pek gören yoktu.
Şiyar’ın bu atmosferde dikkatini çeken bir başka husus daha vardı: Lise yıllarında Zaza kimliği üzerine araştırmalar yapmıştı. Fakat “Yeşil” denen cellad, kaçırıp öldürdüğü insanlar arasında Kürt ya da Zaza diye bir ayrım yapmıyordu. Bu konu üzerinde uzun uzun düşündü. Ve bu hakikati ilk Diyar’la paylaşmak istiyordu. Üniversiteye dönmeden önce Delal ablayı ve bu vesileyle Diyar’ıda görmeden gitmeyecekti. Delal ablanın evine gittiğinde Diyar da oradaydı. Bir müddet hasret giderdikten sonra konuyu Diyar’a açtı. Diyar olanları biliyor ve korkuyordu. Etrafında öldürülen insanlar için üzülürken kendisi için de endişeleniyordu. Şiyar, arkadaşının duygularına eşlik ettikten sonra düşüncelerini açıklamaya başladı: “Diyar tatile geldiğimden beri, bir vahşete aynı zamanda birlikte şahitlik ediyoruz. Bu vahşete birlikte tanık olurken, aynı zamanda dikkatimi çeken başka bir şey daha var. Devletin kontrgerilla olarak gönderdikleri bu insanlar ve adını sıkça duyduğumuz “Yeşil,” kaçırıp katlettikleri insanların Kürt veya Zaza olduklarına bakmıyor. Öldürmek istediği insanları, yaşadığımız toprakların adıyla infaz ediyor!” Diyar yüzü kıpkırmızı olmuş bir vaziyette başını önüne eğmiş dinliyordu! Diyar’ın bu duruşunu izleyen Şiyar, cümlesinin sonuna ‘neden’ sorusunu eklemekten vazgeçti. Çünkü Diyar’ın içinde bulunduğu hâl zaten istediği cevaba fazlasıyla karşılık veriyordu.
Şiyar komşularıyla ve ailesiyle vedalaştıktan sonra İstanbul’a varmak için otobüs seyahatindeydi. Yol uzun olduğu için Yaşar Kemal’in yazdığı “Yağmurcuk Kuşu” isimli romanını yanına almıştı. Otobüste ” Bana deniz lazım, ben denize gidiyorum! Ardımda kalan yerler yeşil göllerin, nehirlerin ve dağların kaldığı yerler. Beni ancak deniz mutlu eder. Doğanın en güzel rengi mavidir” diye düşünüyordu. Yolculuk için almış olduğu romanı yüz sayfaya yakın okumuştu. Otobüs yemek molası verdiğinde, oturduğu lokantanın bahçesinde “Evet benim deniz ve maviye ihtiyacım var. Ancak yeşilin, kahverenginin olmadığı bir yerde yaşamak eksik kalmaz mı? Dünya bir bütünse her renk ve her şey, yaşamak için; hayata can vermek için aynı anda gerekli değil midir?” diye fikirlerini irdeleyerek, bu konuda yeterince diyalektik düşünmediğini fark ediyordu. Otobüs yola koyulmuştu. Biraz, uyumak istedi ama kendisine sorduğu son soru uyumasını engelledi. Yemek molasında düşünmek istediği sorular onu, eline almış olduğu romanı okumaya zorluyordu. Yüzüncü sayfadan sonra okumaya tekrar devam etti.
Otobüs ilerledikçe denize yaklaşıyordu! Ve göller, nehirler birikip akarak, dağlar heybetiyle yağmurları çağırarak; denizlerin kurumaması için, tabiat ananın toprağında hep birlikte yaşıyorlardı.
Heybet AKDOĞAN
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.