ANLATI
Binlerce yıl önce evcilleştirilen köpeklerin en önemli faydaları, kendilerini evcilleştiren insanların avlanmalarına ve vahşi hayvanlardan korunmalarına yardımcı olmaktı. Zamanla insanoğlunun diğer hayvanları evcilleştirmesiyle birlikte köpekler bu defa üretim ve tüketim için beslenen hayvanları korumak için insanlara hizmet etmeye başladı. Böylece köpekler, insan topluluklarının iş bölüşümünde önemli görevler üstlendi.
Önceden sürü halinde yaşayan ve kurtlardan evrimşelerek, insanlara en sadık hayvan olma özelliğini kazanan köpekler, insanı insandan daha çok seven varlıklar olarak hayatımızın vazgeçilmezleri olmuştu. Bu sevginin temelinde köpeklerin, başka bir canlıya bağlanma içgüdüsü var. Toplumsal sistemimiz hiyerarşiler yaratmaya başladığında, köpekler de oluşturduğumuz toplumsal hiyerarşilerimizin birer parçasına dönüştü. Bir zamanlar(!) ailemizin, sokağımızın, mahallemizin ve köyümüzün birer üyesi olan köpekler, bizlerle eşitti. Komşumuza ikram ettiğimiz bir tas çorbadan köpekler de nasiplenirdi. Bir köpeğin, oturduğumuz yerde bir çocuğa saldırması o kadar yadırganmazdı. Bununla birlikte saldırgan köpek, etrafındaki insanlar tarafından sevgiyle uyarılır; çocukla köpek arasında bir sevgi iletişiminin oluşması sağlanırdı.
Sokağımızdaki köpekler insanlarla daha fazla iç içe olurdu. Bu ise köpeklerin daha fazla eğitilmesi demekti. Bu sayede köpekler insanlarla nasıl bir ilişki kurmasını öğrenirdi. Ancak sınıflı toplum düzeni, dünyanın her tarafında köpeklerle, insanlar arasında kurulmuş olan bu dengeyi değiştirdi. İnsanların sokaklardan evlerine çekilmesi, mahalle kültürünün bitmesi; köpeklerin tek başına sokaklarda kalmalarına neden oldu. Her mahallede köpeklere bir parça ekmek veren bakkallar ve kemik veren kasaplar kalmadı. Köpekler yalnız kaldı, aç kaldı ve her şeyden önemlisi sevgisiz kaldı. Bu yüzden köpekler saldırganlaştı…
Kıyası kendimizle yapalım: Bir insan aç kalırsa ne tür davranışlar sergiler? Bir de insanın sevgi ve merhametten yoksun yaşadığını düşünelim, acaba nasıl bir ruh hâline bürünür? Tüm bunları düşündüğümüzde bir köpek ile bir insan arasında fazla bir farkın olmadığını vicdanımız çok rahat kabulleniyor… İçinde bulunduğumuz modern yaşam, bizleri her şeye; en başta kendimize karşı yabancılaştırdı. Yaşadığımız dönüşüm, bireysel hayatları ortaya çıkardı. Her gün makine gibi çalışıyoruz. Hapishane gibi olan karton biçimli evlerimizde, bizler için tasarlanmış bir hayatı yaşıyoruz. Yaşadığımız yerde herkesten ve birçok şeyden soyutlanıyoruz. Böylece insan, insana yaklaşmadığı müddetçe sorunsuz bir şahsiyet olarak değerlendiriliyor. Hâliyle, havlamayan bir köpek de, ses kirliliği oluşturmadığı zaman bizlerin nazarında yaşamayı hak eden bir hayvan olarak yaşayabiliyor! Dikkat ederseniz köpek havlamasını ses kirliliği olarak ima ettim!.. Çünkü modern kapitalist toplum, insan sesi gibi tâbiî olan havlamayı, ses kirliliği olarak kategorize ediyor. Bu nedenle bilhassa geceleri havlayan köpekleri belediyeye şikâyet edip, onların susması için, kamu kurumunu göreve çağırıyoruz. Oysa köpekler en çok neden geceleri havlar? Bu soru üzerinde düşünen insan sayısı oldukça az… Bir oyuncak gibi veya bir süs eşyası gibi, evlerimizde barındırdığımız köpeklerinde değer konusunda, sokaktaki köpeklerden ciddi bir farkı yok.
Bir zamanlar sokak köpeklerini nasıl dışarda bıraktıysak; ev köpeklerinide kendimiz için zevksiz bulduğumuzda sokağa atabiliyoruz. Hatta zevk konusunun ötesine taşınmış köpek sorunu, yasal yaptırımlara dahi tâbi tutulabiliyor. Örneğin, evimizde beslediğimiz bir köpekten, üst katımızda ya da alt katımızda oturan komşumuz rahatsız olduğunda mahkemeye başvurup, köpeği evden atmamız için yasal bir yaptırımda bulunabiliyor. Bu bakımdan evden atılan sokak köpekleri için yaşama problemi sürekli devam ediyor. Hakeza, gelişen teknolojik imkânlar nedeniyle, sokağa attığımız köpekler, sosyal medya ağları üzerinden; bir tehdit olarak görülmesi için devamlı provokasyonlara uğruyor. Öyle ki, Twitter hesaplarında, “Sokak köpekleri kuduz hastalığı yayıyor…” diye paylaşımlar yapılıyor ve çoğu zaman bu paylaşımlar sağlıklı bir sokak köpeğinin öldürülmesiyle amacına ulaşıyor. Sadece bu kadarıylada kalınılmıyor… Toplumun önemli bir kesimi köpekleri aşılamak ve hayvan bakım evlerinin denetlenmesini istemek yerine, toplu katliamlarla köpeklerin öldürülmesini bir çözüm olarak tercih ediyor. Örneğin, Konya Belediyesi Geçici Hayvan Bakımevi’nde yaşanan vahşet hâlâ gözlerimizdeki canlılığını koruyor. Beykoz Belediyesi Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nden sosyal medyaya yansıyan videolar, bakmaya cesaret edilemeyecek kadar vahşi!.. Hakeza, Afyonkarahisar’ın Dinar ilçesinde belediyeye ait barınakta, bakımsızlıktan bazı köpeklerin öldüğü, bazılarının ise, açlıktan dolayı birbirlerini yedikleri haberi tüyler ürpertici ve utanç verici bir insanlık zulmû olarak hep hatırlanacak. Bu olayların en eski tarihi topu topu bir yıl geriye kadar uzanıyor.
Sokak köpekleri için insancıl ve yasal çözümleri uygulamak yerine, öldürmeyi son çare olarak görmemiz, toplumsal bakımdan ahlaki ve vicdani olarak ne kadar çürümüş olduğumuzu ispatlıyor. Türkiye’de sokak hayvanlarına yönelik sistematik şiddet artarak devam ediyor. Kapitalist toplum modeliyle birlikte toplumsal ilişkilerdeki insan merkezli düşüncenin baskın hale gelmesi, bencilleşme ve yabancılaşma, sokak hayvanlarına ve sokak köpeklerine uygulanan şiddetin ana nedenleri arasında yer alıyor. Kapitalizmin toplum denilen olguyu kabul etmemesi, insan yaşamının bu nedenle bireysel hırslara indirgenerek kurgulanması; bu kurgunun içinde insan olmayan hiçbir canlıya yaşam hakkı tanımıyor. Bu bakımdan sokak köpeklerine reva görülen şiddet, zamanla politik bir şiddete dönüştüğü gibi, örgütlü bir şiddet biçimine de evriliyor. Bugün sokak köpeklerinin gördüğü şiddetin niteliği örgütlü bir boyuta ulaşmıştır. Kapitalizmin kent hayatında makbul ve güzel olarak benimsetmeye çalıştığı tek şeyin sömürü olması, doğal olarak kapitalizmin, sömürdüğü insan dışındaki diğer varlıklara karşı yaşamsal mekânı ortadan kaldırıyor. Kapitalist yaşam tarzının işlevsel, kâr faydalı ve ekonomik ilkeler üzerine inşa edilmesi, sokak köpeklerinin bir metaya dönüşmediği müddetçe, canlı bir varlık olarak değer kazanmasına müsâde etmiyor. Bu yüzden kentlerde yalnızca vitrinde satılığa çıkarılan “süs köpekleri”, kâr olgusuna katkı sundukları oranda bir canlı olarak değer görüp yaşayabiliyor. Rant politikalarıyla kentlerin mega mekânlara evrilmesi; iyi yaşamak için birilerinin kötü yaşamasını zorunlu kılıyor. İnsanın insanı ancak ezmesi koşuluyla yaşam hakkına sahip olması, bir sömürü aracına dönüşemeyen sokak köpeklerinin, böylelikle yaşam hakkına son veriyor. Bununla birlikte kapitalist sistemin en başarılı olduğu şey, toplumsal hafızayı ortadan kaldırmasıdır. Bundan ötürü katledilen sokak hayvanları veya işkenceye uğrayarak acı çeken sokak köpekleri, toplumsal hafızada bir duyarlılık bilincini harekete geçiremiyor. En çok da bu nedenle sokak köpekleri, insanların çoğunluğu tarafından sahiplenilmiyor. Tıpkı, Zygmunt Bauman’ın “Akışkan Hayat” kitabında anlattığı gibi; ” …kapitalist düzende her şey akışkandır. Kapitalist sistemde geçmişi olmayan her şey yenidir.
Modernizm ezeli ve ebedi olarak sadece kendini anlatır.” Geriye dönüp baktığımızda bir zamanlar sokak hayvanlarıyla (köpekleriyle) evrimleşen insanlık tarihimizi hatırlayamayışımız, kabullenemeyişimiz ya da hiç bilmeyişimiz, Bauman’ın “Akışkan Hayat” kitabında, birkaç cümleyle çok iyi bir şekilde özetlenmiş. Sokak köpeklerinin modern kentlerde yaşamalarını, ilkelliğin ve geri kalmışlığın bir gerçeği olarak gören akılların, nasıl böyle düşünebildiklerini anlamak artık zor olmasa gerek… İnsanmerkezci (antroposentrik) ve düalist bir mantıkla gelişen toplumsal bilinç, gün geçtikçe hayvanların acılarını görmezden geldiği gibi, insan- hayvan ilişkilerinde sömürücü ve araçsalcı yaklaşımları, ontolojik düzeyde sorun olmaktan çıkaran anlayışların kökleşmesinede neden oluyor. Ayrıca kapitalist bilimin türcü ve fantastik narsizmi sahiplenici teorilerle ilerlemesi, insanlığın üstünlüğü varsayımını kanunlaştıran disiplinlerin, sosyal ve entelkektüel hayatta yerleşmesini kalıcılaştırıyor. Böylece insan ve hayvan diyalektiğinin tarihsel koşulları zıddı bir duruma tezâhür ediyor ve tarihselcilik akımıyla hakikat çarpıtılarak; insan, geçmişin ve şimdinin yegâne ölçüsü oluyor. Proto-evrim düşüncesini tümüyle inkâr eden bu akım, hayvanlarında tıpkı insanlar gibi acıyı ve hazzı deneyimleyen varlıklar olduğunu inkâr ediyor. Kapitalist bilimin öncülüğünde, modern şehirlerle birlikte standartlaşan hiyerarşik yönetim biçimi ve toplumsal yaşam modeli ise, hayvanlar aleminden ayrı olduğumuzu düşündüren en güçlü algılar arasında… İnsan yoğunlaşmasının yüksek mühendislik çabalarıyla, varoluş alanı olarak yapılandırıldığı modern şehirler, sokak köpeklerinin yaşayabilmesine elverişli ortamları bertaraf ettiği gibi, bürokratik işlevlerlede, sokak köpeklerinin canlı bir varlık olarak doğal haklarının savunulmasını yasaklamaktadır. Modern şehircilik planlamacalığını incelediğimiz zaman bunu daha net bir hâlde görürüz.
Modern şehircilik planlamasında, güneşli ortamlar, alışveriş merkezleri için devasa alanlar ve gezme yerleri öncelik olarak ele alınırken; önem verilen konuların hiçbirinin yanında, sokak hayvanlarının yaşama ve barınma alanları hesaba katılmaz. Doğanın en yalın dostu olan sokak köpeklerinin, modern şehir planlamalarında yer almayışı; modern kentlerde yaşayan insanların doğadan keskin bir şekilde nasıl soyutlandıklarını göstermektedir. Dolayısıyla insan ve doğa dostluğunun, insan ve kâr yerini aldığı şehirlerde, kültürel ve yaşamsal döngü, doğal olan hiçbir şeyi içerisinde barındırmamaktadır. Çünkü kentler, kurumsal ve işlevsel örgütlenmelerle gelişmektedir. Üstelik sokak köpekleri, örgütlenmiş kent kültürüne havale edilerek, bu literatürde yasaklanan canlılar olarak, yok olmaya mahkûm edilmektedirler. Kapitalizmin kültüralist olan bu yaklaşımı, modern şehir sosyolojisinin zorunlu yerleşim organizasyonudur. Hâlbuki ilk sınıflı topluluklar aşamasına geçtiğimiz dönemde, her ne kadar köpekleri bir mülkiyet aracına dönüştürmüş olsak da, uygarlık tarihimizin uzun bir döneminde köpekler, toplumsal iş bölüşümümüzde, bizlere önemli katkılar sunan görevleri üstlenmişti. Az da olsa, insan ve hayvan ilişkilerinin bir arada yaşanıldığı o dönemleri bugünle kıyasladığımızda, insan- hayvan sevgisinin bittiğini itiraf edeceğimiz gibi; insanlar arası ilişkilerin sevgisizlikten sona erdiğinide, insanlık tarihinde en çok tanık olduğumuz intiharlarla onaylamak zorunda kalacağız.
Toplumsal asimetrelerden soyutladığımız hayat tercihlerimizi artık modern kentlerde, gündelik hayatımızı doğal yaşamdan ve sevgiden uzaklaştıran kavramsallaştırmalarla tanımlıyoruz. Zira her gün yeni bir kavramsallaştırmanın toplumsal hayatımızda istekli bir uygulamaya dönüşmesi ise, yalnızca insanca yaşayabileceğimiz mekânların azalmasını değil; sokak köpeklerininde yaşayamayacağı bir dünyaya bizleri, öncelediğimiz kararlar nedeniyle mecbur ediyor.
Heybet AKDOĞAN
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.