Hasan Çapik’in İncelemesiyle: “Teni Doğa , Tini İnsanlık Olan Şiirler”

Gülten Doğruyol İncesu epeydir yazın dünyasının içinde. İlk şiiri 1986 yılında yayınlasa da Ilgıt (Yalın Ses Yay.) isimli şiir kitabı 2008’de basılmış. Uzun zaman aralığını sanata saygı olarak anlıyorum. Demek..

Hasan Çapik’in İncelemesiyle: “Teni Doğa , Tini İnsanlık Olan Şiirler”
372 views

Gülten Doğruyol İncesu epeydir yazın dünyasının içinde. İlk şiiri 1986 yılında yayınlasa da Ilgıt (Yalın Ses Yay.) isimli şiir kitabı 2008’de basılmış. Uzun zaman aralığını sanata saygı olarak anlıyorum. Demek ki olgunluk ve arzuladığı birikimi beklemiş. Özdemir Asaf “Damla, kendini tamamlayınca damlar” der.

Ilgıt’tan sonra Yürek Kuyusu (2012,Potkal Kitap Yay.) ve Merhaba Mavi (2014, Ses ve İz Yay.) şiir kitapları geliyor. Onları Mendil (2018, Ses ve İz Yay.) isimli öykü ve Niye Özgürlük (2022, Baraka Kitap Yay.) derleme kitapları izliyor. Ürünleri ulusal ve uluslararası dergilerde yayınlanmaya devam ediyor. O halde üretken ve çok yönlü bir sanatçı var karşımızda!

Gülten’in Seslendim Uyuyordu Dünya (2022, Baraka Yay.) isimli son şiir kitabıyla ilgili konuşacağım. Elbet bir okur olarak! İlkin, dilin yalınlığından söz açmalıyım. Hangi türde yazılırsa yazılsın, bir eserin kapısı dildir. İletişim buradan başlar. Alıcı bir gözle sözcüklere, cümle kuruluşuna veya dili gereksiz yere zorlayıp zorlamadığına bakarsınız. Okura göre biraz değişse de bakılan şey dile içkindir. Dilin doğası usunuza böylece verileri yollamaya başlar. Dil uzlaşısı yoksa iletişimin önemi kalır mı? Günlük yaşam ve yazın dünyasının kaçınılmaz kuralıdır bu! “Dil, zaten iletişim içindir” kolaycılığına kaçmayın. Günümüzde dil, anlam ve sorumluluğundan öyle sapıyor ki ne merkezi edebiyattan konuşabiliyor ne de okuduğumuzu anlayabiliyoruz. Post- modernizmin kulağını çınlatıp geçeyim. Bir toplum, diliyle yazılanı anlamıyor veya estetik haz alamıyorsa salt okuru suçlamak doğru mudur? Ne diyordu Konfüçyüs “Bir toplumu bölmek istiyorsanız dilinden başlayınız.” Toplumda tek dil konuşulsun, diye bir zırvadan söz etmiyorum. Hangi dili kullanıyorsak o dile hâkim olalım, diyorum. Sanatın dili elbette kurgusal ve günlük konuşmadakinden farklıdır. Bunu okur zaten ön kabul olarak alır. Bu aşamadan sonra okurun beklentisi metnin yalın verilmesidir. Gülten, şiir bağlamı içinde bu yalın dili yakalamıştır. Yani zor olanı! Çalarken, piyanonun içinde çekiçler olduğunu unutturun, sözünü anımsayalım. Yalın dille çatılmış şiir, estetik hazla birlikte sizi düşüncenin evreninde de özgürce dolaştırır. Bu yönüyle şiir, kılçıksız dille güzelliklere açılma sanatıdır, diyebiliriz.

Bir düşünce eksenindeki şiirler yaşama içkin her şeyi bize sezdirirler. Kaybolan Zaman şiirinde yaşam nasıl yitirilir destansılığını görürüz dizelerde. Yaşamın “Alnında gençliğin silinmemiş son çizgisi / Midendeki seğirme, damarlarındaki sessizlik / Bir yerlerde akut kaşıntı” aşamasından geçildikten sonra tedirginlik başlar insanda. Elbette duyarlı insanda! Ölmesine ölüyorum da yaşamın hakkını verebildim mi? Yukarıda alıntıladığım dizeler, vücudun tükenme belirtileridir. Ölüm, genellikle zınk diye gelmez. İlkin öncülerini gönderir yani hastalıkları! Halk bu durum için, “kimse ayağıyla mezara gitmez” der. Yaşlılığın sunduğu paradoksal zaman bolluğunda, yalnızlığınıza gerçekleşmemiş düş ve eleştirilerinizi yerleştirirsiniz: “Şimdi hiç gidilmemiş yerlerde çiçekler topluyorsun / Her çiçeğe renkler taşıyorsun / Hiç gidilmemiş bir yerde kendine koşuyorsun.” (s. 11) Ne kadar hüzünlü değil mi? Sanki zamanın bu anında, olan ve olmak istediğimiz usulca bakışırlar. Şiir sayesinde bu evrenler birbiriyle bağ kurar. Şair incelikli yerden yakalamış. Şiir sorgulatıyor: Hayat, yaşanmışlıklar mı yoksa yaşanmamışlıkların mı toplamıdır? Yaşadıklarını beğenmeyen birisi hangi boyuttadır?

Sanırım siz de düşünmüşsünüzdür; Dünyayı birkaç sözcükle anlatmayı deneseydik bunlar hangileri olurdu? Yoksulluk, sömürü, yabancılaşma, çürüme, eşitsizlik, cahillik, isyan… hemen aklıma gelenler oldu. Belki de Pablo Neruda’nın Nokta isimli iki dizelik şiiri olageleni özetliyor: Acılardan daha büyük bir yer yoktur / Bir tek evren var, o da kanayan bir evren. Her sözcük nar gibi kesilirse, tanecikler de görülür. Saydıklarımdan biri sanki aileden değilmiş, diğerlerine isyan ediyormuş gibi duruyor. Bu sözcük isyan elbette! Çünkü yaşamın karartılmaya çalışılan ruhuna ve kaynaklarına bir itiraz da her dem var olmuştur. Diyeceksiniz ki ne çıkar bundan? Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış. Ben de diyorum ki tavşanın onuru dağdan daha büyüktür. Tersten okursak, bazen yenilgi zaferi getirir. Hesaplanamaz olanı doğurur. Mitolojik Prometheus, Spartaküs veya diğerleri başarı kazansalardı, dönemsel bir etkiden sonra sönümlenip giderlerdi. Belki zorba olup çıkarlardı. Çünkü iktidar olgusunun karanlığına direnç göstermek öyle kolay değildir. Ama onları haklı kılan, halkın kılan öğretilerinin sıcaklığıyla ölmeleridir. Öğretilerinin iktidar erkinin gölgesinde donmamasıdır. Halkın öğretilerini sahiplenmesidir. Tabii ki isyanlar başarısızlıkla sonuçlansın, demiyorum. İktidar olgusuna teslim olmasınlar. İşte şairler bu kanayan evrende isyan edenlerin sözcüleridir. Asmin’de şair bu diyalektiği işler: “Ah Asmin / Dipçikle dövülmüş şairlerden / Şiirler oku bana” (s. 12) Çünkü onların dizelerinden fışkırır hakikat! Tıpkı faşizm tarafından parmakları kırılsa da, gitarıyla venceramos (kazanacağız!) diyen Victor Jara gibi! Onlar dağı değil tavşanı anlatmak için oradadır. Madem bir tek evren var, o da kanayan bir evren, o halde buraya bir nokta koyalım ki durup düşünelim. Başlangıçlar nasıl olacak karar verelim. Buraya bir dipnot da düşürebiliriz: Tarih tekerrür etmez. Halk geç öğrenir. Şair, bu çelişkiler yığını halkı yarınlara ulaştırma derdindedir. Bunun için geleceğin umudunu hep diri tutar. Toplumcu gerçekçi şairimiz için bu gönüllü görevdir. Şiirin insanlık mücadelesinde tuzu olduğuna inanır: “Ey dağların asi güzeli Asmin / Şarkılar şakıyacak bütün kuşlar / Sonrası gökyüzü / Sonrası güneş / Tarihe izi düşecek o güzel günün” (s. 13) Yarınların o güzel savaşçıları bellekle bir olmuşlardır: “Ne zaman kabarsa göğsümde çağlayanlar/ Sorsa bana yiğitliği biri / Bozkır fırtınaları içinde / Ben onları anlatırım.” (s. 29) Gülten’in şiirinde kuşandığı bilinci şu sözlerle netleştirebiliriz “Felsefe ve sanat aracılığıyla insanın dünyadan kopmasının önlendiği, kişinin dünyayla bütünleşmesinin sağlandığı görüşü sıklıkla vurgulanmakta; ancak o zaman, insanın hem derinliğine bir konu üzerinde hem de tüm dünyayı kucaklayacak biçimde genişlemesine büyümesi olanak haline gelmektedir. ( Serol Teber, Davranışlarımızın Kökeni, s. 312)

Gülten’in şiirinde dikkatimi çeken ikinci öğe, doğa! Kapitalizmin vahşice sömürdüğü doğa yok oluş aşamasındadır. Doğa sömürüsü artıkça insanın sömürülmesi derinleşmektedir. Şu durumda insan, her ortamda bu yanlışı dillendirmelidir. Doğanın korunması insan türünün devamı için de kaçınılmazdır. Bu, yasalardan çok doğa sevgisinin içselleştirilmesiyle olacaktır. Şairler için bu olanak şiirde belirir. Gülten için doğa, neredeyse şiirin tenidir. Burada özümleme vardır. Özümlediğiniz şey, kendiliğinden davranışlarınızda göverir. Bu durumda doğa, şiirde aksesuar, arka fon veya dolgu malzemesi olmaktan kurtulur. Doğaya düşman olduğumuz yerde Gülten’in şiiri doğal beslenir. Böylece doğa, gizli özne olma konumunu aşarak özel özneye dönüşür. Çünkü açıktır: Bu aşamada doğa paranteze alınmazsa insan yok olacaktır. Doğa belki kendini yeniler ama insan için bu söz konusu değildir. Böylece Gülten, yitirdiğimize çeviriyor gözlerimizi. Gelişigüzel bir bölüm seçiyorum Döngü şiirinden “Gizlenir bulutlar mavinin içinde / Irmaklar ve en bakir topraklar / Işığın iklimiyle büyür / Eşiklere tırmanan gece / Güzelliğini usulca bırakır suya / Şarkılar söyler / Güneşe yüzünü süren buğday başaklarına / Uyanır, uyanır toprak / Kendi döngüsünde çoğalır zaman. “(s.30) Şu cıvıldayan capcanlı doğaya bakar mısınız? Şiir çavlanına dökülür böylece doğa. Bu sanatçının var oluştaki yerini hem belirlemesi hem de bunun için sorumluluk almasıdır. Sorumluluk bilinciyle beslenip gelişen sanat/şiir, mevcut düzeni sürdürmek isteyenlerin en büyük korkusudur. Çünkü sorumluluk duygusuyla kendisi, toplum ve dünya için kararlar alan insanı sömürmek imkânsızdır. Kapitalizm bunu çok iyi anladığı için, sanatı hep daraltılmış alanlarda, kolu kanadı bağlanmış halde görmek ister. Bunun için önerdiği de insansız ve işlevsiz sanattır. Yani post modernizm! Gülten’in şiiri buna itiraz olarak gelişir. Gölgelenen ne varsa açığa çeker. Doğa bu yüzden özel özneye dönüşür.

Şimdi şiirle ilgili bir düşünceden hareketle Gülten’in şiirinde izini süreceğim. Şiir düzde şaşar. Sürprize, sıçramalara açık olmayan ve gerilim taşımayan şiir sizi çarpmaz. “Şiir, alışkanlığa karşı yaylım ateştir” der, Henri Pichette. Düz yolda şoförlerin daha çok kaza yaptığı söylenir. Aynı rutin refleksleri zayıflatır ve uyku getirir. Sonrası, kaza! Bu şiir için de geçerlidir. Okur, öyküsel dilden dolayı şiirden kopar. Veya şiiri öykü niyetine okur. Her ikisi de şiir için kayıptır. Oysa şiir soğuk suya atlamak gibidir. Her anı sizi ürpertir, şaşırtır ama sonunda iyi gelir. Şiirdeki kurgusal dünya sizinkinden farklı ve zengin olmalı ki sizi içine çeksin. Şiir dinamik olanın, formüle dökülemez olanın yurdudur. Örneğin Gülten’in şu dizeleri insana neler düşündürmez ki “Sırtlayıp geçersin suları / Dilinde kafes / Zamanda çöl aydınlığı” (s. 32) Oysa Helene, Rüzgar, Annem ve Yurtluk gibi şiirlerde sözünü ettiğimiz şey yakalanamadığından şiirsel haz yaratılamamıştır. Yurtluk şiirinden bir bölüm vererek bu kısmı geçiyorum “Babamdan duymuştum ilk kez / Evimizin direği diye / Üç odalıydı evimiz / ‘Annem üç odaya birden nasıl direk olabilir’ diye / Günlerce düşünmüştüm / Babamın sen kokan o sözünü anlamaya / Meğer aklım yetmemiş anne / Çocukluk işte…” (s. 23) Ayrıca karıştırmayalım; yalın olanla öyküsel olan farklıdır. (Yalın ve sıradan/basit olanın farklı olması gibi!) Gülten yalını yakaladığında şiiri sıçrıyor. Kaldı ki öyküsel olan şiir için sakıncalı bir şey daha getirir: Bol tasvir ve anlatı! Bu, şiirde sözcük ekonomisine darbe vurur. Kars’a Kar Yağıyor şiirine bakalım: “Kars’a kar yağıyor / Beyaz bir yorgana bürünüyor kent / Yürüyorum karda kalıyor izlerim / Çocuklar dolduruyor sokakları / İzlerim karışıyor izlerine / İri mısır patlağına eş / Kar taneleri yağıyor üstlerine” (s.57) gibi bir bölüm, daha kısa ve bilindik olmayan imgelerle verilemez miydi? Kısacası, şiirdeki her fazlalık estetiğin değer yitimidir. Sevindirici olan, bu birkaç şiir, kitabın estetik düzeyini kesinlikle düşürmüyor. Küçük yol kazası, diyelim bunlara…

Kitabın adı ve verdiği çağrışımları unutmak mümkün mü? Kitabın adı Durmadan şiirinden bir dizedir: “Durmadan bir şeyler koparıyorlar bizden / Durmadan bölüp parçalıyorlar bizi / Seslendim, uyuyordu dünya” (s. 71) Ne yazık ki bu kadar sömürü, yoksulluk, insan hakları ve doğanın talanı… karşısında susuyoruz. Yavaşça ısıtılan suda haşlanan kurbağa gibiyiz. Öyle ki hiçbir şey bizi sarsmıyor. Acılarımız bile. Hölderlin’in Empedokles eserinde söylediği gibi “Kimse acı çekmiyor Pausanias, acıları bitirmek için.” Dünyaya dair yüreğiniz ve aklınız körleşmişse sanatçı istediği kadar çığlık atsın. Kim duyar? Daha kötüsü, bir zaman sonra sanatçılar da duyarlıkları nasır bağlamış topluma sırt çevirebilir. Boşuna söylenmiyor, nicelik niteliği değiştirir, diye! Gülten bu duyarlığı ısrarla sürdürüyor. Bu başlı başına değerli! Hiç değilse karanlık zamanlarda şairlerin uyanık olduğu bilinir. Bize tavşanın onurundan lazım! Genelleme yaparken mücadele verenleri unutmayalım. Onlara şükür ve sabır fasılları dar geliyor. Yarınları sezinliyorlar. Bunun için durmaksızın bir yerlere sondaj vuruyorlar “Dar geliyor sabrıma içimin dağları anne / Geri al beni rahmine…” (s.71) diyor şair. Olanca pislikleri unutmak için anne rahmine sığınmak belki de güzeldir. O ütopik yere dönüş mümkün olsaydı mutlu olurduk. Ama artık dünyadayız ve zaman ileriye doğru işler. Bu pisliklerden kurtulmanın bütün işaretleri sosyalizmi gösteriyor. Sosyalizm insanlığın rahmi olacaktır. Kitaptaki bütün şiirlerin izleği bizi oraya götürür.

Son söz niyetine… Bazen, “Bir şair bütün şiirlerinden hareketle, bir dizesine sığdırılabilir mi?” diye düşünürüm. Bu mümkün olsaydı Gülten şu dizesine sığardı “Bir çiçeğe dokunur gibi dokun insana.” İnsanı insanlıkta seven şair bu kitabıyla, insan türünü daha çok katkıda bulunacağının işaretlerini de veriyor.

Hasan Çapik

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.