Fatma Türkdoğan yazdı: “Bayram Çoşkusu”

“23 Nisan’da “Çocuğum” ben 19 Mayıs’ta “Gencim” 30 Ağustos’ta “Zafer’im” 29 Ekim’de “Cumhuriyet’im” Çünkü ben: Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Emanetlerinin bekçisiyim…” Üstteki şiirin kime ait olduğunu bulamadım maalesef nette. Çok beğendiğim..

Fatma Türkdoğan yazdı: “Bayram Çoşkusu”
204 views

“23 Nisan’da “Çocuğum” ben
19 Mayıs’ta “Gencim”
30 Ağustos’ta “Zafer’im”
29 Ekim’de “Cumhuriyet’im”
Çünkü ben:
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün
Emanetlerinin bekçisiyim…”

Üstteki şiirin kime ait olduğunu bulamadım maalesef nette. Çok beğendiğim için alıntı yapmak istedim. Zira bir ruhu, bir özü, bir mensubiyeti, aidiyet duygusunu kısacası karakteri yüksek Yüce Türk Milletinin hislerine tercüman olduğu için önemsiyorum. Size anlatacaklarım var. Kısa ama anlamı çok derin ve uzun…

Masal değil, hikâye değil, düş hiç değil.
Bunlar özlemle yâd ettiğim yaşanmışlıklar…
Ben yaşadım, benim jenerasyonum yaşadı.
Bizim çocuklarımız ve bağrımıza bastığımız öğrencilerimiz / evlatlarımız yaşadı…
Yaşı benden büyük insanlar da yaşadı.
Neyi, nasıl yaşamışız birer birer anlatalım…

Bugün coşkuyla(!) kutlayacağımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın bayram mı, tören mi olduğunun ayırdına varalım bakalım.

Aylar öncesinden başlardık kızlara ayrı erkek çocuklarına ayrı ama bir örnek kıyafet diktirmeye. Kumaşını seçer, modelini tespit eder terzilerin peşinden koşardık. Ya da krepon kâğıtlarından kıyafetler hazırlardık. Renk renk, desen desen… Her sınıfın öğretmeni gizli gizli yapardı hazırlığını. Yarış vardı yarış, sınıflar arasında… En güzel süslenen, törende en güzel giysileri giyen ve en güzel pankart hazırlayıp taşıyan sınıflar seçilirdi. Bu bayrama verilen önemin nişanesiydi.

Biz öğretmenlerin kıyafetleri de özeldi aynı öğrencilerimizinki gibi. Hatta birbirini bütünleyen renkler olmalıydı. Öyle sıradan kıyafet olmaz, derdik. Öğretmene döpiyes yakışırdı. İçine ve bacağımıza giyeceğimiz gömlek ve çorap ipek olmalıydı mutlaka… Kulağa ve gerdana takılan küpe ve kolye birazcık ışıltılı olmalıydı hepsi bu…
Gösterişli olmak değildi derdimiz, örnek olmaktı tek amacımız. Dik duruşumuz, ilke ve prensiplerimizden ödün vermeyen karakterimiz vardı bizim. Çünkü biz öğretmendik…

Ayağımıza giyeceğimiz sivri topuklu ayakkabı ile aynı renk ve deriden olmalıydı çantamız…
Bir hafta önceden alırdık kuaförden randevumuzu. Saçımızı ya perma yaptırır ya da meç attırırdık üstüne. Bakımlı olmalıydık. Kınadan çok oje yakışırdı manikürlü tırnaklarımıza…

Her sınıfta mutlaka birkaç öğrenci minik gelin ve damat olurdu. Tuvalet giymiş minik prenseslere, papyon kravat takıp takım elbise giymiş minik prensler eşlik ederdi.
Dudaklar kıpır kıpır duaya dururdu aile büyüklerinin bir hafta öncesinden. “Aman, o gün yağmur yağmasın, emekleri zayi olmasın öğretmen ve yavrucakların…” diye geçirirdi içlerinden…

Ata’mızın devrimlerini sembolize eden öğrencilerimiz o ambiyansı birebir yansıtırdı. Mesleklere bürünürdü bazı öğrencilerimiz. Boynunda steskopuyla minik doktor, şapka ve üniformasıyla subay ya da polis, başında kepi ve beyaz önlüğüyle hemşire, elinde takım çantasıyla usta ya da çırak…

Kimi sarı öküz olur Elif Bacı’nın kağnısına koşulurdu…
Efe kılığına girmiş bir gurup öğrenci kılıç kuşanır, düşmana aman vermeyen yiğitler gibi yürürdü gururla.
Milli kültürümüzün bir parçası olan folklor ekibini sınıfımızdaki öğrenciler arasından seçip kurar çalıştırırdık biz öğretmenler. Çetin geçerdi seçmeler. Veliler yeteneği olmasa bile “Ben sizden öğrenir öğretirim çocuğuma, yeter ki seçin benim çocuğumu” diyerek ayak diretirlerdi. Çünkü bu bayram çocuklarının bayramıydı… Ata’sının onlara armağan ettiği tek bayramlarıydı. Tören yerinde bir örnek yöresel kıyafet giymiş folklor ekibi arasında olacaktı çocuğu. Kosala kosala atacaktı eğitimli adımlarını evladı. Gönenecekti tüm ailesi…
İyi bilirdi ki “Eti senin, kemiği benim!” diye öğretmene teslim ettiği çocuğu çok iyi eğitilip hayata aydınlık bakmayı öğrenecekti…

Öğretmen “Bilge adam!” demekti onlara göre. Eli öpülecek, saygı duyulacak kişilerdi. Bu değeri onlara hükümet eden erk ve cumhuriyetin kutsalları yüklüyordu…

Okul bahçesi açık sahne hâlindeydi. Her türlü etkinlik orada yapılır, coşkulu kalabalık çılgınca alkışlayıp en uzun ıslıklarını koyuverirdi yüksek perdeden…
Biz bilirdik oyunu da, mandolin ve flüt çalmasını da. Piyano eşliğinde yapardık müzik derslerimizi. Hocalarımız bize derdi ki, “Topluma siz yön vereceksiniz o yüzden iyi öğrenin ki iyi öğretesiniz… Köyde imamlar dinî, siz öğretmenler dünyevî bilgiyi öğreteceksiniz köylüye. Atatürk’ün yaktığı aydınlanma meşalesi hiç sönmeyecek sayenizde. Cumhuriyete borcunuz var her birinizin. Görev yeri kutsaldır. Şanlı Türk bayrağı nerede dalgalanıyorsa orayı mamur etmek sizin görevinizdir!”

O yüzden öğrendik sünenin, kımılın bitkiye verdiği tahribatı. Büyükbaş, küçükbaş ve kanatlıların, üzüm asmasının hastalığını da bilirdik. Ağaçlara aşı yaparak ağacın ayrı dallarında ekşiyle tatlı eriği aynı anda ballandırırdık.

Sen bilirsin hoca, nedir bunun çaresi?” diye başlardı verdiği selamın ardından ilk cümlesi köylünün.
Yüksünmek yok, acze düşmek yok!” diye öğretti hocalarımız bize. Yüreğinizi geniş tutun zira oraya bir sürü aşk sığdıracaksınız… Vatan, millet, bayrak, Atatürk ve cumhuriyet aşkı sevdaya dönüşmeli kalbinizde. Mıh gibi kazıyın, kızgın mühürle dağlayın bu aşkları. Silinmesin, silemesinler asla!

Siz birer çalıkuşusunuz. Gittiğiniz yerdeki karanlıklar sizin yaydığınız ışıkla aydınlanacak!” diye de devam ederlerdi aynı ideallerle yetiştirilmiş hocalarımız…
Biz çifte su verilmiş çelik pala gibi bilendik. Beynimizde bilgi, yüreğimize kazıdığımız aşklarımızla yola düştük yayan yapıldak. Yoktu aramızda cinsiyet farkı. Erkeği erkek, kadını daha erkektik. Yüreğimizi koyduk, emeğimizi koyduk ortaya. Çünkü biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin öğretmenleriydik…

Son nefesime kadar önderim, mürşidim, Ata’m diye bağrıma basıp hayır ve minnetle anacağım, Türk Ulusunun ulu önderi, Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk bana hitaben şöyle demişti:
Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!”
Bu düsturu hayatımın mihverine yerleştirdim. Nefesim sönünceye kadar kalbimde, zihnimde ve dilimde her daim yer alacaktır.

Kedi merdiveni yapardı minik eller. Nefesi kuvvetli toraman çocuklar renkli balon şişirirlerdi. Çapraz biçimde duvara raptedilmiş ipler üzerine renkli fenerler, balonlar, yanardöner şeritler asılırdı. Kedi merdiveni ve ip üzerine dizili küçük bayraklarla Atatürk Köşesi süslenirdi. Sınıfların camları silinip parlatılır üzerinde Ata’mın resimleri olan bayraklarla süslenirdi. Her sınıfın kapısı farklı farklı bezenirdi. Tüm okul yapıştırıcı kokardı. Fon kartonu, elişi kâğıdı artığı ile dolardı çöp sepetleri. Ellerimize yapışan bantları derimizi yüzercesine zorlayarak çıkartırdık. Her yerimiz keçeli kalem lekesi olurdu. Olsun biz bayrama hazırlanıyorduk. Bayramların bayram gibi kutlandığı, yüreklerin kelebeklendiği, gözlerimizin şimşeklendiği bayram günlerine…

Trampet takımları coştururdu hem bizi hem öğrencilerimizi. Şiirlerin en âlâsını ezberletmek için en sesi gür, en içli okuyan öğrenciyi seçmek için yarışma düzenlerdik. Ellerimizle hazırlardık pankartları, en güzel vecizelerini yazardık Ata’mızın. Çıtalardık etrafını, vecizenin ağırlığını pekiştirmek amacıyla…
İzciler en nizami yürüyüşlerini yapardı bayrak ve flamaların arkasında. Şölen vardı o yıllar şölen…

Bayramlar bayram gibi kutlanır, halkımız var gücüyle alkışlardı geleceğimiz dedikleri öğrencilerimizi. Bizler alnı açık, fikri hür, vicdani hür, geleceğe umutla bakan; Ata’mızın ve Cumhuriyet’imizin yolundan asla sapmayan ve sapmayacak öğretmenler olarak resmigeçit töreninde çenemizi titretip göğsümüzü gere gere geçerdik…
Öyle çok gerilere gitmeye de gerek yok, 2000’li yılların başlarına kadar hilafsız böyleydi…

O bayram ve coşkusu her millî bayramda yoklar ruhumu. Ateşi yüreğimi dağlar, gözümden iki damla yaş düşer döşüme. Hicranımı dindirir mi asla! O günler geri gelmeli! İnlemeli her yer trampet sesiyle! Neşeli çocuk sesleri arşa yükselmeli. Bayraklar, flamalar dalgalanmalı nazlı nazlı rüzgârda. Şiirler avaz avaz Ata’mı anlatmalı. Onun yaptıklarını ve yaktığı aydınlanma ışığını görmeli görmek istemeyen gözler, hastalıklı beyinler…

Galiba ruhum hiç huzura ermeyecek özlediğim bu günleri bir daha göremeden gelip geçersem bu fani dünyadan…
Zira o günlerde kilitli kaldım ben…
Güneş doğmalı aydınlık insanlarımın üstüne.
İlim, bilim, sanat yeniden can damarımız olmalı…

Haydi, Yüce Türk Milleti silkelen! Silkelen ki kendine ve özüne dönersin! Yüce Ata’mın dediği gibi hep birlikte haykıralım:

“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Ne mutlu Türk’üm Diyene!”

Fatma Türkdoğan 

[button url=”https://www.besincisanat.com/category/fatma-turkdogan/” target=”true” text=”Yazarın diğer yazıları için tıklayınız… ” class=”mavi” size=”small”]

 

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.