Enver Karahan’ın “Alaycı Yüzler Duvarı” isimli Öyküsü Uluslararası ATUNİS GALAXY POETRY’de

KÜLTÜR / SANAT

Enver Karahan’ın “Alaycı Yüzler Duvarı” isimli Öyküsü Uluslararası ATUNİS GALAXY POETRY’de
92 views

Enver Karahan’ın “Alaycı Yüzler Duvarı” isimli öyküsü Belçika’da şair Dr. Agron Shele tarafından emek verilen Uluslararası ATUNİS GALAXY POETRY’de yayımlandı.

Enver Karahan’ın “Bir Yanılsamanın Tragedyası” adlı  kitabında yer alan öykünün İngilizce çevirisini Ali Şen üstlenmiştir.

Poetry Galaxy Atunis sitesini ziyaret etmek için tıklayınız

ALAYCI YÜZLER DUVARI

“İlk taşı, en günahsız olanınız atsın.”
Bu söz dökülüyordu dilinden İsa’nın. Kalabalık dağılıyordu omuzlarındaki ağır yüklerle.
Şimdiki kalabalıkların pişkinliği ve güce tapmaları, beynimi kemiren kurtçuklar gibi. Buna engel olamıyorum. Almadığım ilaçlarım evimde bir yerlerde, üzerinde parmak izlerimin silinmişliği hâkim. Oysa onların bir suçu yok. Doktorumun suçu yok. Akademik dili ve aktörleri andıran ses tonuyla bana yapmam gerekenleri söylediğinde, beynimin bir yarısı da başka şeylerle meşgul oluyor.

Nerede olmalıydım ben? Gittiğim her yerde, bulunduğum her ortamda aidiyet duygusundan yoksundum. Hâlâ da öyleyim. Defalarca tekrarlanan nakaratlaşmış sözlerden tiksiniyorum. Yüzler, aynı mimikleri kusuyor üzerime. Ne kadar temizlemeye uğraşsam da kurtulamıyorum kusmuklardan.

Sırtımı bankamatiğe dayayıp ısınmak istiyorum bir müddet. Aslında hava soğuk değil, üşümüyorum da. Bankamatikler de ısıtmıyor zaten. Gözlerim, ayakların ileriye adımlayışlarına takılı. Adımlayan insanlar. Hareketlilik. Sadece can sıkıcılığının izlenimleri…
“Müsaade eder misiniz?”
“Pardon,” deyip kenara çekiliyorum. Adam, para çekip uzaklaşıyor. Ben de yürümeye karar veriyorum. Kısıtlıdır karar vermeler. Hızlı gidiyorum, sanki bir yere yetişecekmiş izlenimi veriyorum etrafa. Kimin umurunda ki?

İsa, genç kadını yerden kaldırdı ve ona birkaç nasihat edip gönderdi. Kalabalık dağılmıştı zaten çoktan. Benim önümdeki kalabalık ise hâlâ akıyor. Farklı ayaklar, farklı yüzler. Derinlerden gelen sesi duyuyorum. İnsan kalabalığının arasında yere çömelip kulaklarımı beton zemine dayıyorum. Önce, bir uğultu gibi; sonra gittikçe netleşiyor. Ama anlayamıyorum. Kafamı kaldırdığımda, etrafımda toplanan kalabalığı fark ediyorum. Hepsinde farklı bir ifade, bana bakıyorlar. Ses yaklaşıyor, insanlar daha da kalabalıklaşıyor. Kulaklarımı beton zemine dayıyorum iyice. “İlk taşı en günahsız olanınız atsın,” diyor, derinlerden gelen ses. Yüksek sesle tekrarlıyorum ben de:
“İlk taşı en günahsız olanınız atsın.”
Defalarca söylüyor ve insanların şaşkın ifadelerini izliyorum. Polisler gelmiş, kalabalığı dağıtmakla meşgul oluyorlar. Bense söylemeye devam ediyorum. Polisler üzerime çullanıyor, yaka paça gözaltına alınıyorum. Eylemci zannedip nezarete atıyorlar beni. Eylem mi bu yaptığım? Kendi eylemim bir nevi. Ama kime ne zararım var?

Birkaç işlemden sonra, akıl sağlığımın yerinde olmadığına kanaat gösterip salıyorlar beni. Aslında, biraz daha durabilirdim içeride. Sessizlik iyi gelmişti ruhuma.
Yine gürültüye karışıyorum.

Huzursuzluk, ensemde nefesini hissettiriyor, dilimde sayıp sövmeler birbiri ardına geliyor. Ama neye ya da kime sövdüğümü bilmiyorum. Bir zamanlar, bağıra çağıra sövmüştüm birine. Sekiz yaşlarındaydım. Birkaç arkadaş erik ağacına çıkmış, ben de aşağıda bekliyordum. Bahçesine girdiğimiz ev, Yarma Hamza dedikleri bir adamındı. Sokağın başına geldiğinde fark etmişti bizi. Kaçışmıştık. Bir tek Selim kaçamamıştı. Hamza, ensesinden yakaladığı Selim’i dövüyor; bizse bir şey yapamıyorduk. O an aklıma sadece küfür etmek gelmişti. Bağırarak bildiğim tüm küfürleri etmiştim. Yerden aldığım bir taşı Hamza’ya atmıştım. Taş Hamza’nın başına geldiğinde sendelemiş ve Selim kurtulmuştu. Herkes elindeki taşı Hamza’ya atıyordu. İlk taşı ben atmıştım ve günahsızdım. Taş yağmuruna tutulan Hamza, daha fazla dayanamayıp eve kaçmak zorunda kalmıştı. Kaçarken de ağzına gelen tüm küfürleri etmişti. Hepimiz gülüşmeye başlamış ve oradan uzaklaşmıştık.

Geçenlerde karşılaştım Hamza’yla. Yaşlanmış hali içimi acıttı. Yürümekte zorlanıyordu; o iri halinden eser kalmamıştı. Bana baktı, selam verdi ve uzaklaşarak gözden kayboldu. Hayatın garipliğini düşündüm o an. Yaşıyor ve ölüme doğru zamanı tüketiyorduk. Ya sonra ne olacaktı? Hiçlik mi? Yoksa başka bedenler mi? Yoksa başka bir boyutta, başka bir yaşam mı?

Kırk senem nasıl geçti böyle? Bazen çok hızlı, bazen de çok yavaş. Geçmişten hatırıma gelen, çok az şey. Ne acı. Mesela okula başladığım ilk günü hiç unutamam. Öylece, durduk yere aklıma gelir, neden bilmem. Bahçemizdeki hanımeli kokularını da hiç unutamam. Ağaçta mahsur kalmamı, bisiklet sürmeyi ilk öğrendiğim günü, gece geç vakitlerde birbirimize anlattığımız korku hikâyelerini, pazar sabahlarını… Hiç unutamam. Geri gelmesi imkânsız olan bu yaşanmışlıklar hatırıma geldikçe, hep üzmüştür beni.

Eve gitmek istemiyorum bu aralar. Duvarlar sanki başka bir görüntüye bürünüp üzerime saldırıyormuş gibi hissediyorum. Belki de gerçekten üzerime saldırıyorlar. Belki de benim gerçekliğim bu, kimselerin görmediği. Ve geçmişin anıları, beni derin bir kedere sevk ediyor. İzler her yerde. Dokunduğum her eşyada, bir anı canlanıyor zihnimde. Çıldırırcasına öfke nöbetlerimin bir anında, tüm izleri pencereden atma fikri beliriyor. Nedense yapamıyorum. Beni engelleyen duygu nedir bilmiyorum, ama bir gün bu duyguma galip geleceğim gibi hissediyorum. Hiçliğin tam ortasında savruluşum, benim bu öfke nöbetleri geçiriyor olmamı gerçekleştiriyor.
Her yer kalabalık, benim yalnızlığım gibi. Her yer anı barındırıyor, izleri gözlerimde büyüyor, bana ölümü cazip kılıyor. Cesaretsizlik ayaklarımda pranga misali, ağırlaşıyor.

“Günah” kavramını düşünüyorum, sonra etik kavramını geçiriyorum aklımdan. Ahlak, erdem gibi kavramlar beliriyor zihnimde. Sonra nihilist bir pos bıyıklı gözlerini dikmiş, bana bakıyor. Zerdüşt ne buyurmuştu? “Aldanmayın,” diyordu “boş vaatlere, tutunun dünyaya.”
İp cambazı düşmek üzere; tüm gözler yukarıda. Balkona çıkıyorum. Sokaktaki kalabalığa seslenmek istiyorum:
“Her şey boş! Uğraşlarınız, koşuşturmalarınız, hiç uğruna çabalarınız… Böyle buyuruyor pos bıyıklı.”

Tüm gözler üzerimde. Kimi gülüyor; kimi, “Atlama sakın!” diye bağırıyor. İp cambazına özenip balkon korkuluğuna çıkıyorum. Başımın dönmesine aldırmadan, yürümeye çalışıyorum ağır adımlarla. Aşağıda belli belirsiz çığlıklar, yukarıda ben. Ölümle yaşam arasındaki çizgi, profil olmuş ayaklarımın altında, uzanıyor. “Birazdan merakım bitecek,” diye değişik bir sevinç var içimde. Merak. Ya yükseliş ya da hiçlik… Birinden haberim olacak ama hiçlikten habersiz yok olup gideceğim. Sonsuz bir karanlık. Sonsuz bir boşluk. Sonsuz bir yok oluş. Olmayış…
Sokak sahnesinde insan kalabalığı. Tüm gözler, bedenimi yırtarcasına delip geçiyor. Acıya benzer bir durumun etkisiyle ayaklarım titriyor. Düşüşüm acıtmıyor canımı. Balkonun zemininde bir karınca, yerde duran başımın önünden ağır adımlarla geçiyor. Uykum geliyor, karınca gidiyor. Ayağa kalkıp aşağıya baktığımda, kalabalık dağılmış. İçeri geçip ne yapacağımı bilemeden odalarda boş boş dolanıyor, duvarlarda bana kahkahalarla gülen yüzlere bakakalıyorum. Alaycılık. Can sıkıcılığı ve bazı duyguların beynimi bir böcek gibi kemirdiğini hissediyorum. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyor. Yarı ölü halde gördüğüm kâbuslar, gerçeği aratmıyor.
Yeni bir güne uyanıyorum. Her gün aynı duygu durumlarını yaşayarak bir sonraki güne geçiş yapıyorum. Ne diyordu o pos bıyıklı? “Bengi dönüş.” Bu kavram, hayatımı altüst mü etmişti, yoksa hayat böyle bir şey miydi? Kavramlar suçsuz, kalabalıklar ise boğucu. Birbiri ardına tekrarlar, farklılık arayan insanlar, sıradan yaşayan insanlar ve ben: Yaşamaktan yorgun düşmüş bir canlı. Paradoksal yaşamın sancılarıyla toprağa karışıp bir çiçeğin özüyle buluşmaya doğru ilerliyorum.
Sütten çıkmış ak kaşıkların ellerinde taşlarla beklediklerini gördükçe, yaşamdan iğrenmem gayet doğal geliyor bana. “İlk taşı en günahsız olanınız atsın,” sözü, tüm çağlara yayılan bir söz olarak zihinlerde yer etmeli. Pos bıyıklının, “Kim ahlak şövalyeliği yapıyorsa, bilin ki en namussuzu odur,” sözünü, “İlk taşı en günahsız olanınız atsın,” sözüne iliştirip haykırmak istiyorum tüm yüzlere. Yüzlerde pişkinlik ve soytarılık kırıntılarının hâkim olması, bu sözü söylememe engel değil. Ani varoluş sancılarımda ara verdiğim uğraşlarıma tekrar dönüp bakmak, ilk başlarda beni yoğun bir boşluğa bırakır gibi hissetmemi sağlıyor. Ama geçiyor. Hayat geçiyor ve anılar belirince duvarlarımda öylece katatonik bir hale bürünüşüme engel olamıyorum.

Dışarıdaki sesler yine kulaklarımı tırmalamakla meşgul. Evimin kapısından adımımı atmak –içeri ya da dışarı olması fark etmiyor- sanki kor bir ateşe adımlamak gibi acı veriyor bana. Yine de kendime işkence edişime doğal bir durummuş gibi katlanmak zorunda kalıyorum. Acıdan haz almanın en uçlarında yaşıyormuş gibi yaparak sadece günlerimi dolduruyorum. Yol boyunca karşıma çıkan insanların yüzlerinde hep şunları okuyorum: “Yaşamak istiyorum.” Kimse ölmek istemiyor; ama kimse de memnun değil hayatından. Bilinmezlik ipleri boyunlarında, öylece savrulup gidiyorlar. Kimse ölmek istemiyor ve herkes mutsuz yaşantısından.

Enver Karahan 

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.