Gri dumanların üzerini örttüğü bir semtti. Çamurlu yollarında inatçı çöpler yapışıyordu yorgun ayaklara ve yüzlerde umutsuzluğun en somut çizgileri belirginleşiyordu. Kimi umutsuzluk; ya da çaresizlik diyordu adına, kimi ise yazgı…
Gri dumanların üzerini örttüğü bir semtti. Çamurlu yollarında inatçı çöpler yapışıyordu yorgun ayaklara ve yüzlerde umutsuzluğun en somut çizgileri belirginleşiyordu. Kimi umutsuzluk; ya da çaresizlik diyordu adına, kimi ise yazgı. Gecekondu evleriyle kaplı sokakları ve yoksulluğun diz boyu çamura battığı bu yer adeta ötekileştirilmişti. Düşüncelerin çıkmaz sokağında bir yol arayışı yığılıp kalıyordu ve soluk soluğa kalmış bir nefesin buharı karışıyordu baca dumanlarına. Akşamları televizyonda lüks yaşamların görüntülerini zihinlerine doldurup öyle dalıyorlardı uykuya. Sabahları ise kapıdan çıkınca, bir kar soğuğu gibi çarpıyordu bedenlere sefalet. Ekmek arası acı gerçeklik, dişlerinin arasında büyük bir öfkeyle ezilirken, birileri daha rahat yaşasın diye düşüyorlardı erken saatlerde yollara. Sokağın sonunda caddeye bağlanan dar geçitteki duvarda John Steinbeck’in bir yazısı karşılıyordu insanları. ‘’ Fakirler kendilerini sömürülen bir sınıf olarak değil, geçici sıkıntı yaşayan milyonerler olarak görürler.’’
Bu gecekonduların içinde en kötü durumda olan ev Kemal’in eviydi. Dışarıdan bakıldığında içeride yaşam olmadığı imajını veren bu ev, yıkıldı yıkılacak gibi duruyordu. İki odalı bu küçük ev, atan iki kalbin tek sığınağıydı. Kemal, kamburlaşmış bedeniyle yavaş yavaş mutfağa ilerledi. Öksürükleri, sıvaları dökülmüş rutubetli duvarları okşuyordu. Kemal masaya bir bardak süt koyduktan sonra sandalyeye oturdu ve başını ellerinin arasına koyup düşüncelere daldı. Hep nemli bakan gözleri, eşinin vefatından kalan mirastı ona. Duvarları izliyordu, uzun uzun. Eşinin silüeti beliriyordu. Daha iki yaşındaydı bu silüet. Her sabah aynı saatlerde duvarda beliriyor ve kayboluyordu. Ne bir konuşma, ne de bir hareket. Sadece bir bakış ve arkasından kayboluş.
Babasının öksürükleriyle uyanan Yusuf, bitkin bir halde kalkıyordu yataktan. Annesiz bir güne daha uyanmanın düşüncesi gelip yapışıyordu zihnine. Bundan sonraki sabahlarda da annesiz uyanacaktı, biliyordu; ama alışmak istemiyordu bir türlü. Alışsa sanki annesine ihanet edecekmiş gibi bir hisse kapılıyordu. Hatırlamak ise onu daha çok umutsuzluğa ve muhtaçlığa düşürüyordu. Sadece babasının ve kendisinin olduğu bir dünyada, hayatta kalmak için yaşıyordu. Yusuf mutfağa girdiğinde, bakışları bir bardak sütte ve babasının yorgun bedeni arasında gidip geldi bir süre. Yaşıtları üçüncü sınıfa gidiyordu, Yusuf ise babasına yardım etmeyi tercih etmişti. Baba oğlunun yüzüne uzun uzun baktı. İki kişilik yalnızlıktı onlarınki. Üzerlerinde yoksulluğun en tiz sesi yankılanıyordu ve ansızın korkular beliriyordu yüzlerinde. Yusuf sütünü içerken, babası ise içten içe düşüncelere dalıyordu. ‘’Daha ne kadar sürecek bu yoksulluk?’’ diyordu. ‘’Birazcık rahat etsem, sadece Yusuf için birazcık daha iyi şeyler olsa’’ diye düşündü. Kötü yazgıları, bir karabasan gibi çökmüştü üzerlerine ve kurtuluş için bir umut ışığına ihtiyaçları vardı. Baba yerinden kalkarak odada bir müddet dolandı. Yürümekte zorluk çektiği ilk bakışta belli oluyordu. Geçen gün uzak akrabalarından Suat’ı aradığını anımsamıştı. Suat’ın durumu iyiydi. Çocuklarını özel okullarda okutuyor ve iyi bir semtte, iyi bir evde, iyi bir yaşam sürüyorlardı. Ama Suat yardım etmeye yanaşmamış, başının çarelerine bakmasını söylemişti Kemal’e. Kemal, hayatta kalmanın zorluğunu iliklerine kadar hissediyor, dualarını ise sadece Yusuf’un iyi bir hayata kavuşması için yapıyordu.
Kemal, Yusuf’la birlikte evden çıktıklarında bir süre duraklamışlardı. Karton topladıkları el arabasının tutacağını omuzuna yerleştirip bir süre yolu izlemeye koyuldular. Rüzgar taşıdığı yaprakları savurmakla meşguldü. Yusuf, üzerine gelip yapışan bir yaprağı uzun uzun seyretti. Baba kısılmış gözleriyle yolu izliyordu ve öksürükleri sessizliğe gömülü sokakta yankılanıyordu. Kemal için gününün iyi geçmesi demek, diğer karton toplayıcılarla karşılaşmamak demekti. Onlar bölge savaşından çoktan galibiyetle ayrılmışlardı. Kemal ise onlarla karşılaşmadan günü bitirmek düşüncesindeydi. Daha önce çok kereler karşılaştığı olmuştu. Bir defasında üzerine çullanan iki gence karşı koyamamış ve Yusuf’un gözleri önünde vücuduna darbeler almıştı. Zaten hastalıklı bedenine bir de bu darbeler eklenince üç gün evden çıkamamıştı. Kazandığı çok az miktar para günlük ihtiyaçlarını bile karşılamada yetersiz kalıyordu. Zordu bu koca şehirde hayata tutunmak. Güçlüler, zayıfları eziyor; eşitsizlik her yerde kendini gösteriyordu. Baştan aşağı adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir ülkenin ezilenleri hayat mücadelesine girişirken, birileri şatafatlı hayatlarını yaşamaya devam ediyordu. Sistemin çarkları işlemeye devam ediyor, gelir dağılımındaki adaletsizlik her geçen zaman daha da artıyordu.
Yusuf, üzerindeki yaprağı alıp yere attı ve babasına dönerek: ‘’Dün kimseyle karşılaşmadık. Bu günde aynı yerlere gidelim baba’’ dedi.
‘’Öyle yaparız Yusuf’um.”
Zaman geçtikçe soğuktan titremelerine engel olamıyorlardı. Kemal’in öksürükleri daha da artıyor, Yusuf ise titreyen bedenine engel olamıyordu. Başka semtin sokaklarında dolanan baba ve oğlu, daha yarısı bile dolmamış el arabasını bir yandan çekerlerken, bir yandan da Yusuf alt ve üst sokaklara girip çıkıyordu. Girdiği bir ara sokakta çok sayıda atılmış karton gören Yusuf, koşarak babasına haber vermeye gitti. Duvarın dibinde el arabasını gördü; ama babası görünürlerde yoktu. Etrafına bakındı, nereye gidebileceğine dair bir fikir yürütemiyordu. El arabasına yaklaşan Yusuf, babasını yerde uzanırken buldu. Bir anlam veremiyor, aklına ise kötü bir şey getirmek istemiyordu. ‘’Baba’’ diye seslendi bir iki defa ama bir karşılık gelmeyince tedirgin oldu. Ne yapacağını bilemiyor, etrafına bakınıyor ve birilerinin yardım etmesini bekliyordu. Ama gelip geçenler umursamaz bakışlarını önce Yusuf’un, sonra da yerde yatan babasının üzerinde gezdirip yollarına devam ediyorlardı.
Yusuf, etrafındaki insan yüzlerine önce acı dolu bakışlar gönderiyor, ardından bu acı dolu bakışlar yerini öfkeye bırakıyordu. Yusuf alçak sesle dillendirdiği ‘’yardım edin’’ yakarışlarını gittikçe daha da yükseltiyor, en sonunda da acı dolu çığlıklarını etrafa saçıyordu. Küçücük bir bedenin yoksulluğa, çaresizliğe, zorluğa ve umursamazlığa haykırışlarıydı bunlar. Yarısı bile dolmamış el arabasının yanında son anlarını yaşayan Kemal ve başucunda küçücük bedeniyle hayatta tek başına kalacak olan Yusuf. Etraflarına toplanan meraklı kalabalık ve değişen yüzler, yerlerini bir diğer meraklı yüzlere bırakıyordu. Sadece içlerinden birkaç kişinin akıllarına müdahale etmek geliyordu. Onlarında yapacak fazla bir şeyleri yoktu zaten. Kalabalık dağılıyor, baba sonsuzluğa; ya da bir bilinmeze sürüklenirken, Yusuf’un bundan sonraki akıbetini -ne biz; ne de etrafa toplanan kalabalık- kimse bilmiyordu.
Ertesi gün ve sonraki günler, başka hayatlar aynı yerden geçip gidiyor, bunlar yine hayata tutunmaya çalışan, yoksulluğun diz boyu çamura battığı semtlerin insanları oluyordu. Hayatın acımasızlığı bile sadece belli bir kesimin üzerine çöküyordu. Tıpkı gri baca dumanlarının bir semtin üzerindeki varlığı gibi.
Enver Karahan
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.