ANLATI
Bir anekdotla başlamak istiyorum:
Annem: “Bulaşıkları yıkar mısın, kızım?
Ben: “Ben, büyük şeyler için doğmuşum, anne!”
Annem: “O zaman büyük tencereyi yıkarsın.”
Sizde de var mı, o büyük şeyler için doğmuşluk hissi? Ya da sistem bir yerden bize bunu aşılıyor mu? “Büyük şeyler” ne demek? Herkes için bu büyük şeyler farklı bir şey demek olmalı. Kimisi için zenginlik, bazımız için akademik başarı, özetleyecek olursak bizi başkalarından ayıran, özel ve önemli yapan bir başarı. Herkes o hisle doğmuyor, öyle bir misyonu hissetmiyor içinde (deneyimle sabittir). Öyleyse, içinde bu hisle doğan herkes büyük şeylere ulaşıyor mu? İzlediğim bir film ile anlatmak ve açıklamak istiyorum.
Mayıs ayında, Bulgaristan yapımı “Beyaz Rapsodi” isimli bir film izledim. Esas kızımız orta yaşlı, güzellik standartlarına göre hafif kilolu sayılacak bir kadın (bana sorarsanız değil, ama bana sormuyorlar). Bir kukla tiyatrosunda domuzcuk kuklasını seslendiriyor kendisi. Yöneticileri, domuzcuk sesini sadece oyunlarında kullanmasını istiyor. Çünkü dışarıda bir yerde kullanma hatasına düşerse, seyirci kitlesi olan çocuklar onları tanır ve büyü bozulur; itibarları zedelenir. Arka planda bu hemcimsim de bir kadın olmak istiyor, ama o domuzcuk seslendirmesi hayatının her alanına sızıyor. Her ne kadar yöneticileri onlara gizlilik önerse de, bu parazitleşen domuzcuk sesi, esas kızımızı yürüyen bir soytarıya dönüştürüyor. Bir gün onun tabiriyle “insan” tiyatrosuna başvuruyor ve kabul ediliyor. Gerçekten artık ona kadın-insan olma şansı verilmesinden mutlu oluyor. Ama mutluluğu kısa sürüyor. Meğerse onu temizlikçi adayı sanmışlar. Buna rağmen Juliet rolü için seçmelere giriyor ve güzellik standartları, araya giren soytarılığı yine ona engel oluyor. Kukla tiyatrosuna geri dönünce de, hayal kırıklığı sonucu olsa gerek, tam anlamıyla bir soytarıya dönüşüyor ve renkleri silinip, siyah beyaz Şarlo filmlerindeki hareketli kahramana dönüşüveriyor.
Filmdeki her şeyi, her metaforu anladığımı iddia edemem. Şunu söyleyebilirim: üstlendiğimiz roller bizim gerçek kişiliğimizi çalarken, bazı normlara uyumsuzluğumuz da bizi olmak istediğimiz kişiden uzaklaştırıyolar. Halbuki yardımcı da olabilirlerdi. Peki büyük şeyler bunun neresinde?
Büyük şeyler aslında kendin olabilme cesareti. Yürüyüşlerimde hayatım hakkında düşünürken domuzcuk sesimle konuştuğumu düşündüm. Hayatını domuzcuk sesiyle yaşamayı kimse istemez. Ama başkalarının size dayattığı gibi yaşamaya kalktığınızda o sesle yaşıyor oluyorsunuz. Ve siz kendi sesinize her geçmeye kalktığınızda, bu alışkanlık araya sızıyor. İlber Ortaylı hocamız diyor ya yarı cahil diye, sadece yarı yarıya kendimiz oluyoruz. Bu domuzcuk sesinin içine kendimizi dahil edemiyoruz, fakat o bize dahil olmayı başarıyor.
Geçen hafta bir seans gördüm. O zamandan bu zamana sürekli karşıma daha önce hiç fark etmediğim fırsatlar çıkmaya başladı. Zaten değişime çok açık birisi olduğumu düşünüyordum ve yaşadıklarım aslında öyle olmadığını kanıtladı. Belirsizlikten çok korkuyorum. Ona bakarsan şu an bir belirsizliğin içindeyim, tek sabit alanım var o da işim. Ona tutunuyorum, ama denize düşenin yılana sarıldığı gibi. Risk alsam, okyanusa açılsam boğulur muyum diyorum kendimce. Çünkü daha fazla domuzcuğun sesi olmak istemiyorum. Ya domuzcuk sesimden vazgeçmeliyim, ya da olabildiğim en iyi domuzcuk sesi olup bir şeyleri kaçırıyormuş hissini de rafa kaldırıp hayatıma devam etmeliyim…
Zeliha İbrahim
3. 6. 2023
Bulgaristan-Kırcaali
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.