Bilmediği Bir Dilde Ağıt Yakanların Romanı “Ah Kuyusu”

Bilmediği bir dilde ağıt yakanların romanı ‘Ah Kuyusu’ raflarda yerini aldı. Tanıtım yazısı “Onu hiç iyileşmeyecek bir yara gibi, bir türlü evine ulaşamayan bir yolcunun giderek acı veren hasreti gibi,..

Bilmediği Bir Dilde Ağıt Yakanların Romanı “Ah Kuyusu”
Yayınlanma: Güncelleme: 333 views

Bilmediği bir dilde ağıt yakanların romanı ‘Ah Kuyusu’ raflarda yerini aldı.

Tanıtım yazısı

“Onu hiç iyileşmeyecek bir yara gibi, bir türlü evine ulaşamayan bir yolcunun giderek acı veren hasreti gibi, özgürlük düşü kuran bir idam mahkûmunun kararmayan umudu gibi hep yüreğimde taşıdım.”

Varlığın evi olan dil, bizi buluşturma kapasitesince ayrıştırma gücü olan bir örüntüdür. Aynı dil içinde biçimlenmiş olsa da sesimiz, anlamı duyumsayışımız sakatlandığında, cehenneme dönüşür yeryüzü. İçine fırlatıldığımız bu dünyanın dilini biz salgılıyor ve yontuyor olsak da, bunu yapma biçimimizce varlık buluyor aklımız ve duygularımız…

Hep çocuk kalmayı arzu etmedi elbette; bu bir seçenek değildi onun için yolun başında; bir kefaretti ömrünce tamamlanmayan. Yaşam bir karnaval neşesiyle sürülebilecekken gök kubbenin altında, maruz kalınan bir heyulanın molozları arasında yitirilmiş mücevhere dönüştü. Kederle oyulmuş bir ah kuyusuna bağırılmış tehlikeli bir masumiyetin ve tehdit türünden bir vaadin amansız varoluş çekişmesinde, her ne pahasına olursa olsun göğe bakmaktan caymayan çocukluğun boca edildiği bir şimdiki zaman trajedisidir Ah Kuyusu! Yine de ve nedense hep özlenen, çağrılan ve beklenen bir geleceğin yankılandığı bir şimdinin eteklerindeki taşlar dökülüyor bu romanda.

Birbirinin yarasını yalayan hayvanlar kadar olamayan, acıtarak yüceleceği zannıyla gaddarlaşan bir kavmin dünyayı kedere boğduğu bir tarihin, nefretle ve vandallıkla kıyıcı, iğdiş edici ilerleyişi; bir kanser hücresi ahlakıyla yerin dibine doğru yükselişi karşısında yaşamdan yana itirazın masumiyeti, güzel günlere inancın sönümsüz sevincine tutunuyor ah kuyusunda soluğunu tutanlar…

Susmuşsa bir insan, dillerin hiçbiri kahkaha atamaz o derinlikte. Kaç dilde konuşulsa konuşulsun, konuşturamaz yüreğindeki alfabeyi yakmış olanı…

BEN…

Doğduktan iki yıl sonra, 1960’ta ülkenin başbakanı ve iki bakanı idam edildi. 70’li yıllarda ortaokul öğrencisiydim. Kızıldere de Mahir Çayan ve yoldaşlarının katledilmesini, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamını unutmadım.

Lise yaşlarımda politik farkındalığım oluşmaya başladı. Her gece devrim hayalleri kurduğum ve fakat her gecenin sabahında hayal kırıklığı yaşadığım yıllardı. Liseden sonraki okulum Adana Eğitim Enstitüsü (1976-79) oldu. 12 Eylül faşist darbesine uzanan yolun taşları döşenmeye başlamıştı çoktan. 1976-1979 yıllarında öğrenciydim. Katliamlar, suikastlar, ölümler… Yaşamımın en trajik yıllarıydı. Nedeni ve amacı anlaşılamayan acıların katmerlendiği bir dönemdi. Her gece kan vermekten, kanımın tükendiği yıllardı aynı zamanda.

12 Eylül 1980’de, faşist askeri darbenin ardından binlerce insan tutuklandı, cezaevlerine atıldı, sürgün edildi, katledildi. İdamlar, faili meçhuller, işkenceden ölümlerin olağanlaştığı, devletin resmen kan akıttığı yıllardı. Muhbirliğin pirim yaptığı, herkesin birbirini gammazladığı yıllardı. Ve fakat aynı yıllar, insanlık onurunu yücelten direnişlerin de yıllarıydı.

Öğretmenliğimin ilk yılında cunta ile tanıştım. Cunta terör estirirken ben öğretmendim; en çok acı çeken meslek grubundaydım. Cuntanın hışmına uğrayan meslektaşım olan dostlarım oldu. Yollarda telef olan insanlar gördüm…

Erzurum ve Van, 80’li yıllar. Kötü yıllardı. 90’lı yıllar, yine faili meçhuller ve cezaevlerinde yaşanan insanlık dışı uygulamalara tanıklıkla geçti. 2000’li yıllardan sonrasını zaten hep birlikte yaşıyoruz bugünlerde… Şimdilerde yaşananları gördükçe, “Keşke devrim mücadelesi yerine, insan hakları mücadelesi verseydim” demekten kendimi alamıyorum…

Kitaptan alıntılar…1
.

Elbistan’dan çıktıktan sonra bir eşek sırtında, kızgın güneş altında saatlerce yol aldılar. Elbistan Ovası o kadar büyüktü ki bitmek tükenmek bilmiyordu. Kimse farkına varmadan kaç kez ayıldı, kaç kez bayıldı kim bilir… Eve vardığında, çektiği acıları unutmak istercesine uyudu…

Uyandığında her yer kapkaraydı yine! Hem çektiği acılar hem rengârenk bir dünyanın karanlığa gömülüşü ağır gelmişti küçücük bedenine, ruhuna; daha fazla taşıyamadı, saatlerce ağladı… Daha dün dünyayı tüm renkleriyle seyrederken, bugün zifiri karanlığa açmıştı gözlerini; gayri ömrünü böyle yaşayacaktı belki de. Daha beterini düşünemedi; belki de bir daha koşamayacak, okuyamayacak, zamanın salgılayacağı hiçbir değişimi ayırt edemeyecekti… Bir yandan bunları düşünürken ve hüzne bulanırken zihni, bir yandan da ağrılarla cebelleşiyordu bedeni.

Dağ başında bir köydü. Doktor yoktu. Hemşire yoktu. İlaç yoktu. Dahası, ameliyattan sonra doktorun yazdığı ilaçları alacak para yoktu. Bırakın yaranın kapanmasını, her gün biraz daha iltihaplanıyordu. Ona acıyan kimi komşuları kendilerince ilaçlar yaptılar; itiraz etmeden kullandı tümünü, kurbanlık koyun gibi. O çocuk yaşta bu kadar acı çekmesinin tek bir sebebi vardı etraftakilere göre: “Allah’ın bir takdiri!” Ya da “Kader!”

Kitaptan alıntılar..2

İnsan hasta olunca en çok ölüm sözcüğünü duyuyordu her yerden ve herkesten. Kendisini ziyaret edenlerin, “Bu çocuğun hâli ne olacak böyle? Bu yara nasıl iyileşecek? Bu hâliyle nasıl yaşayacak?” vb. endişeli sorgulamaları işitiyordu. Ziyarete gelenlerin kendisine acımalarına üzülse de yapabileceği pek bir şey de yoktu. O kadar çok ölüm lafını duyuyordu ki bir gün kim olduğunu hatırlayamadığı birilerine, “Ölüm ne demek?” diye sorduğunda aldığı cevap da en bilinenlerden bir tanesi olmuştu: “Uzaklara gitmektir ölüm.”

“Bir çocuk nasıl ve neden ‘çok uzaklara’ gider ki?” diye düşündü günlerce. Hiçbir anlam verememişti bu cümleye. Gerçi anlam vermesi gerekmiyordu; anlam zaten o cümlenin içinde deviniyordu. Ölüm, çocuk ruhunda sanıldığı gibi bir tahribata neden olmuyor, aksine hasta olmakla ölmek âdeta iki kardeş olarak biçimleniyordu zihninde. Bu, özünde aynı kudreti barındıran iki maddenin birbirine karışarak her birinden başka bir şeyi peydahlaması gibi bir şeydi.

Kitaptan alıntılar….3

güneşe doğru ellerini açmış dua ediyor. Unutmaya çalıştığım dünya yüzüme çarpıyor, kaçtığım sığınağım her yerden rüzgâr alıyor. Tüm zamanları kendinde toplamış; hem çok genç hem çok yaşlı, yaşı olmayan bir kadın. Başında siyah örtüsüyle bağdaş kurmuş evin eşiğinde. Artık görünmez olan güneşin ufka vuran kızıllığına bakarak durmadan dualar okuyor. Sanki bütün geçmişi yollarda kalmış da bulmak için yakarırken ne çevresindekiler onun farkında ne de o çevresinde olan bitenin farkında. Baharat kokulu evini, bahçesindeki doğu güllerinin rengini arıyor. Bahçesinde köyümüzün holotoz çiçeği vardı belki de” diye düşündü Nursel’in annesine yaklaştıkça.

“Hoş geldin!” dedi kadın tüm sevecenliğiyle. Başını okşarken elini öpmesini önledi atik bir davranışla. Sanki tüm sevgisini verecek şekilde çocuğu öptü. İkisi arasında kurulan bu sıcak ilişkiye Nursel gülümseyerek karşılık verdi.

O gün Nursel’in evine doğru ilerlerken ayakkabısının delik, çoraplarının ıslak olduğunu unutmuştu. Uzun bir aradan sonra ilk defa ev yemeği yediğinde, halılara bastığında için için ağladı belli etmeden. Islak çoraplarıyla evi kirlettiğini düşündü. Bu durum, Nursel’in gözünden kaçmamıştı ancak misafiri gibi durumdan rahatsız değildi; aksine hiç umursamıyordu bile. Yemekten sonra ders çalışmaya başladıklarında ise Nursel’in kendisine yakınlaşmasını, kocaman bir gülümsemeyle karşıladı çocuk kalbiyle. O yaşlarda çıkarsız, insancıl bir duygudur sevgi. Nursel’in kendisine baktıkça gülümsemesi, Meryem Teyze’nin âdeta bir anne şefkati ile kendisine yaklaşması aile huzuru yaşatıyordu kendisine.

Çalışmalarının bitimine yakın, odanın kapısının çalınmasıyla şaşkın şaşkın bakıştılar. İçeriye davet beklemeden gelen Nursel’in annesi Meryem Teyze’ydi, elinde bir çift çorap ve ayakkabı vardı. Yanına yaklaştı, eğildi, öptü çocuğu. “Bunlar senin” dedi başını okşayarak. Çocuk, bir Nursel’e baktı bir ayakkabılara, bir çoraplara bir Meryem Teyze’ye… Dayanamadı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Meryem Teyze anlamıştı durumu. Nursel şaşkın bakışlar içerisindeyken elinden tutan annesinin ardından seğirtti; anne ile kız beraber çıktılar odadan. Sonunda gözyaşlarını sildi çocuk, kucağında duran ayakkabılara ve çoraplara baktı. Ayakkabıları yere bıraktı, çorapları giydi; o esnada içeriye Nursel girdi, göz göze geldiler. Tatlı bir tebessüm vardı gözbebeklerinde Nursel’in; şefkatli, sevecen… Aynı şefkat ve sevecenlikle tebessüm etti çocuk. Nursel çalışma masasına yaklaşıp eski yerine oturduğundaysa az önceki hadiseler hiç yaşanmamış gibi ders çalışmaya devam ettiler.

Beşinci Sanat 

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.