ANLATI
“Biz aşkı Fuzuli’den, Şeyh Galip’ten öğrenen nesiliz / Haşim gibi, melâli anlamayan nesle aşina değiliz.”
Demlenmiş duyguların zamanıdır beşinci mevsim. Aynı zamanda güzel olan her şeyin uzak ve yasak olduğu bir mevsimdir de. Tenin çağrısı önce kendi duvarlarımıza çarpar ve her şey o duvarlar arasında yaşanır. Sessiz, suskun sevdalardan kimsenin haberi olmaz… Yaşam, aşk ve ölüm üzerine en çok düşündüğümüz bu mevsimde, doğumun ve ölümün olduğu gibi tüm duyguların da tek kişilik olduğunu öğreniriz.
Bir yerde okumuştum, “Tesadüfler Tanrı’nın elinin hayatımıza değdiği anlardır” diyordu. Tanrı, karşı karşıya getirmek istediği insanları karşılaştırıyordu bir şekilde. Bazen farklı coğrafyalarda yaşayan kişilerin binlerce ya da milyonlarca kişi içinde birbirini bulması, bu düşüncenin doğruluğunu kanıtlamıyor mu sizce de?
Normalde karşılaştıklarında birbirlerine değmeden geçecek olan iki insanın bir tesadüfle bir araya geldiğinde yaşadıkları, sanki daha önce hazırlanmış, yazılmış onları bekleyen bir yazgıya benzer. Artık onlara düşen sadece bunu yaşamak olur. Nasıl gerekiyorsa öyle. Her şey bir tiyatro sahnesinde yaşanıyor gibidir. Eldeki metinde ne yazıyorsa o oynanır.
Bir de tesadüflerle hepimizin hayatına değip geçen insanlar vardır.
Bazen yumuşacık bir dokunuşla sessiz sedasız, hiçbir iz bırakmadan gelip geçerler. Anımsadığımızda gülümseriz. Dudaklarımızın kıvrımında bir süre konuk olurlar. Değdikleri yeri acıtmamış, yakmamış, yaraya dönüştürmemiş, aksine ; hayatımıza bir renk, bir anlam katarak yollarına devam edip gitmişlerdir.
Bazen de daha karşıdan gördüğümüzde, eğer değmesine izin verirsek canımızı yakacağına inandığımız insanlar çıkar karşımıza.
Kaçamayız!
Bir şekilde değeriz birbirimize.
Bundan sonrasında yapacak bir şey yoktur artık. Dokunmakla yetinmeyip içimize, en derinlerimize, en kuytu, en mahrem duygularımıza kadar inip bizi tümüyle ele geçirirler.
Kurtulamayız!
Aslında kurtulmak isteyip istemediğimizden emin değilizdir.
Böyle iyiyizdir sanki…
Hem canımız yanar, hem de bu yanışla mutlu oluruz. Ne o sizi bırakır, ne siz ondan vazgeçebilirsiniz. Tesadüf bu noktada yazgıya dönüşmüştür. Ve biz, bize düşeni yaparız: Yaşarız, sadece yaşarız.
Tanrının elinin hayatımıza değdiği yer yüreğimizdir, biliriz.
Ve onun asla hata yapmayacağını da.
O halde yanlış bir zamanda ve yanlış bir yerde duran bizler olmalıyız…
Yine de her zaman yaşamın bize sunduklarına direnmek yerine, onu yaşamanın daha doğru olduğuna inanırım. Zira hayat her zaman cömert davranmaz insana. Eğer sana bir şey veriyorsa, onu yaşamanı istiyordur, reddetme lüksün olmadan.
Bu bağlamda, idam sehpasında hapşıran mahkuma “Çok yaşa” demek kadar umutsuz olsa da bazı ilişkiler mutlaka yaşanmalıdır. Sadece bir an bile yaşanacak olsalar da! Zira bir kelebeğin yaşamına ne çok şey sığdırdığını düşündüğümüzde bazen o “an”ın ne uzun bir süre olduğuna kendimiz bile hayret ederiz.
Aslında kullanmasını bildiğimizde yaşam bize yetecek kadar zaman vermiştir. Geç kalmak ya da erken gitmek diye bir şey yoktur hayatta. Takvim yapraklarının arasında yolunu şaşırması insanoğlunun kendi beceriksizliğindendir. Ama o bunu bilmez. Bilmediğimiz içinde asla kabullenmeyiz hatalarımızı. “Kader” der geçeriz çoğu kez.
Kurallara çok da takılmadan, kendi hayatımıza başkalarının gözünden bakmadan, içimizden nasıl geliyorsa öyle yaşamanın keyfini sürebilmeliyiz. Pavese’nin dediği gibi, ” Tüm ince duyguları, tüm bağlılıkları, kendini verme isteğini, bir tutukevinde gibi, ağır bir yük gibi yüreğinde hapsetmek zorunda bırakılmadan…”
Ama yapamıyoruz işte!
Geçmişi bir kenara itip tutkularımızı yaşayamıyoruz. Yaşayamamak bir yana, bir yerden sonra hala tutkularımızın oluşundan utanıyoruz…
Bu bizim hayatımız da olsa, onca yaşanmışlık orada öylece dururken, onu görmezden gelip yola devam edemiyoruz. Geçmişimiz bir yara olup sessizce ve usul usul kanıyor içimizde.
Saramıyoruz.
Bazen de bastıramadığımız duyguların peşinden yalın ayak, o cam kırıklarıyla dolu yolda yürümeyi göze almışken, yolun sonunda bekleyen kimse bulamamak daha çok kanatıyor yüreğimizi. Her şeyin bir yanılsama olduğunu deneyerek öğreniyoruz. Ve yaşam, vaat edilmiş bir cennetle, içimizdeki cehennem arasında umutsuz bir çaba olarak geçip gidiyor biz farkına varana kadar.
Kendi yalnızlığımız içinde kendimize yabancılaşıyoruz. Zamanın bizi eskitip eksiltmesine sessiz kalıyoruz. Sessiz kalmayanlarsa sadece aynalar. Onlar asla yalan söylemiyor bize. Her ne kadar sayılara takılmasak da, aynaya baktığımızda gerçeği görmezden gelmek mümkün olmuyor. Önemli olan ruhun genç kalması derler ya, geçiniz efendim. Elma alırken bile parlaklığına, rengine bakmıyor muyuz? Zaten belli bir yaştan sonra hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Yapay renklerle dışımızı renklendirmek içimizin karanlığını aydınlatmaya yetmiyor.
Bu mevsimde son durağa doğru tenhalaşan otobüse benziyor hayatımız. Etrafımızdakiler sürekli iniyor duraklarda. Farkında olmadan yalnızlaşıyoruz. “Hangi kapıyı çalsak, evde yoklar” diyor ya şair, öyle bir tenhalık çöküyor içimize.
(Devam edecek)
Melek Koç
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.